Özdeş Özbay Soğuk savaşın bitmesi ve kapitalist bloklardan birinin yıkılması üzerine dünyada iki önemli tartışma yaşanıyordu. Birisi devrimin artık mümkün olmadığı, diğeri ise işçi sınıfının yavaş yavaş yok olduğu tartışması. ABD ve Avrupa’da 2008 krizi sonrasında başlayan işçi sınıfı direnişleri ve sonrasında gerçekleşen Tunus ve Mısır devrimleri bu iki iddiayı da çürüttü. Üstelik bu iki devrimi Arap ülkelerindeki diğer kalkışmalardan ayıran özellik işçi sınıfın örgütlü bir güç olarak sahneye çıkarak grevlerle diktatörleri devirmesi olmuştu. Avrupa’da da örgütlü işçi sınıfı üç yıldır daha önceki otuz yıl boyunca yapmadığı sayıda grev ve genel grev yaptı, yapmaya devam ediyor.
Yazar: Lewoxx
Barış Uzun Marx, toplumsal değişmenin maddî yasalarını “keşfetmeye” doğru uzanan felsefi serüveninde, yazınsal birikiminin bütününe nazaran dine ancak bir parantez içini dolduracak kadar değinmiş, ona hiçbir zaman özel bir başlık atmamıştır. Bu, düşünsel istikametinin zorunlu bir sonucuydu elbet. Lakin, diyebiliriz ki, o kısa değinisi bile halefleri için hayli belirleyici olmuştur. Marx’ın eğiliminin bu yönde olmasından olsa gerek, onun ardından serpilip gelişen marksist/marksist-leninist yazının da dine ve dinsel olana yönelik hususi bir alakası olmamasına rağmen, bu alana dair yaklaşımı son derece keskin ve nettir.
Alper Görmüş Bir ülkenin siyasî rejimini “askerî vesayet” kavramıyla tarif ettiğimizde, o ülkenin ordusuna nasıl bir nitelik atfetmiş oluyoruz? Bu soruya, Ortadoğu uzmanı Dr. Steven Cook’un Türkçe’de 2008’de yayımlanan kitabının adından daha açıklayıcı bir yanıt verilemez: “Yönetmeden Hükmeden Ordular: Türkiye, Mısır, Cezayir…” Yani, Cook’un ima ettiği gibi, görünüşte ülkeyi normal bir demokraside olduğu biçimde hükümet ve bakanlar kurulu yönetmektedir, fakat temel siyasî kararlar, geri plandaki askerler tarafından alınmaktadır. Ordu, görünüşte normal bir demokraside olduğu gibi hükümetin emri altındadır, fakat gerçekte özerktir. Askerî vesayet rejimlerinin en yetkin uzmanlarından biri olan Prof. Ümit Cizre, Steven Cook’un kitabının Türkçe baskısına yazdığı önsözde bu…
Doğan Tarkan Geçtiğimiz Ağustos ayında Yüksek Askerî Şura (YAŞ) toplantısı öncesinde Genelkurmay Başkanı ve üç Kuvvet Komutanı alınacak kararlarda hükümet ile anlaşamayınca çok küçük çaplı bir kriz yaratarak istifa etti. YAŞ toplantısında Başbakan masanın başında tek başına oturuyordu. Eskiden masanın başında başbakan ve genelkurmay başkanı birlikte otururdu. Bu yeni görüntü basının önemli bir kısmı tarafından askerî vesayetin sona ermesinin kanıtı olarak gösterildi. Keşke askerî vesayetin bitmesi bu denli kolay olsaydı. Türkiye’de askerî vesayet Cumhuriyet’in kuruluşundan beri var. Demokrat Parti’nin 1950’de iktidara gelmesi askerî bürokrasiyi ve askerî vesayeti savunan derin devleti şaşırttı. Böyle bir gelişme beklemiyorlardı. O güne dek iktidarlarını sorunsuz…
Roni Margulies PKK bu yaz saldırılarını yoğunlaştırdı. Her iki taraftan çok sayıda ölü verildi. Savaşın sertleşmesiyle birlikte, Kürt illerinde değil, ama Batı’da hükümet önemli bir propaganda zaferi kazandı. Niye savaş yaşandığı sorusuna Başbakan’ın ve resmî ve gayrıresmî sözcülerinin verdiği cevap kamuoyunda neredeyse eksiksiz bir kabul gördü. Sorunun cevabı tartışılmıyor bile artık. Kabul gören cevap, ana hatlarıyla, şu: “Seçimlerden sonra barış olacaktı, hükümet buna hazırdı, fakat PKK barışı baltaladı. PKK şiddete başvurmadan duramıyor. Zaman müzakere zamanı değil, terörün belini kırma zamanı. Bunların dertleri belli, terörden vazgeçmezler, hükümet her şeye tamam dese bile bir mazeret uydurup devam ederler. Teröristle müzakere yapılmaz. Barış,…
Abdulhamit Kırmızı Dünü yeniden kuran ve kurgulayan bugündeliktir. Çünkü tarih asla tam olarak yakalanamayacak olan geçmişin kendisi değil, bugünden bakarak yorumladığımız bir geçmiştir. O yüzden mazi hal ile istikbal arasında yerini alır; dün aslında bugün ile yarın arasında algıladığımız bir zamandır. Bugüne dair politik tercihlerimiz büyük oranda geçmiş algımız tarafından yönlendiriliyor. Ancak bu geçmiş algımız şişede durduğu gibi durmuyor, farkında olmasak da kendimizle beraber sürekli değişiyor. Şimdinin ihtiyacı dünün bilgisine şekil veriyor. Tarih açık uçlu bir kaynak olduğundan kendimizle ilgili algımız evrildikçe, geçmişle ilgili kavrayışımız da yenileniyor. O halde tarih kişiliğimizin merkezinde yer alan bir inşa eylemidir. Bireysel hafızamız gibi…
Mehveş Bingöllü 12 Haziran seçimlerinden beri “Yeni Anayasa” tartışmaları ivme kazandı. Meslek kuruluşları, sendikalar, sivil toplum örgütleri ve çeşitli başka oluşumlar, seçimden önce de Yeni Anayasa’nın nasıl olması gerektiğine dair toplantılar düzenledi, yurttaşlara danıştı, raporlar hazırladı. Bugünlerde ise “Yeni Anayasa nasıl olmalı” konusu kamuoyunda hararetli bir biçimde tartışılır hale geldi. Ayrıca, TBMM çatısı altında Ekim ayı içinde çalışmalarına başlayan bir “Anayasa Uzlaşma Komisyonu” oluşturuldu ve Meclis Başkanlığı “Yeni Anayasa” adında bir websitesi kurdu. Yeni Anayasa’nın nasıl olması gerektiğinin bu denli tartışılıyor olmasının umut verici olduğu söylenmeli. Tartışmaların, yorumların ve raporların çoğunlukla teknik/salt hukukî konulardansa Türkiye toplumunun hakiki sorunlarını ilgilendiriyor olması…
Elçin Poyraz Cumhuriyet Halk Partisi, 1938 yılında ressamların Anadolu’nun çeşitli illerinde görevlendirilmelerine dair bir karar yayınlar. Bu karara göre seçilen sanatçılar, her yıl bir süreliğine (1,5 ile 3 ay) partice belirlenmiş çeşitli Anadolu şehirlerinde bulunacak, eskizler yapacak ve daha sonra bu çalışmalarından resim üretecektir. Bu etkinlik kapsamında 1938-1943 yılları arasında toplamda 48 sanatçı, Anadolu’nun 63 şehrine gönderilmiş, 675 resim üretmiştir. Kendilerinden Anadolu panoraması, Türk köylüsü ve yerel motifler üretmesi beklenen ressamlar, dönüşlerinde resimlerini politikacılar ve sanat eleştirmenlerinden oluşan bir jüriye çıkartıyor, seçilen resimler “Cumhuriyet Halk Partisi’nin Prisi (Prix)” ile ödüllendiriliyordu.[1] Ödüllerin yanı sıra her yıl Ankara, İstanbul ve Konya devlet…
Birkaç yıl önce ‘Kürt açılımı’ ile başlayan süreç barış isteyen herkesi umutlandırdı. ‘Bu sefer olacak galiba’ hissi yaygın bir kanı haline geldi. O günden bugüne bazen toplum, ‘yok, bu sefer de olmayacak’ şüphesi ve korkusu ile, ‘hayır canım, olacak olacak’ umudu ve dileği arasında gitti geldi. KCK tutuklamaları, anadil tartışmaları, seçilmiş Kürt milletvekillerinin meclise alınmaması derken son olarak Hakkari-Çukurca’da yaşanan çatışma hepimizi Selahattin Demirtaş’ın, ‘uçurumun kıyısında değiliz, artık uçurumdan düşüyoruz’ dediği noktaya getirdi. İntikam çığlıkları havada uçuştu. Bir kez daha o meşum ikilemle karşı karşıya kaldık: Savaş mı, barış mı? Bu noktaya nasıl yeniden geldiğimizi ve yeniden bir barış sürecine…
Ferhat Kentel Deprem bu sefer Türkiye’yi doğudan, Van’dan vurdu. Depremin vurduğu darbeye sermaye, müteahhit, belediye, devlet, siyaset, fen işleri, kontrol, rüşvet, kâr ve “çağdaş Türkiye kapitalizminin” bilumum aktör ve ürününün marifetiyle yeni bir darbe eklendi. Doğal ve yerel kültürel özellikleri asla tanımamaya yemin etmiş “millî kalkınma” hamlelerine eşlik eden, her şeyi aynılaştıran betonun ve milliyetçiliğin işbirliğiyle ortaya çıkan yapılar gene kumdan kaleler gibi yerle bir oldu. Sonra deprem gene vurdu. Arkasından, “her şey kontrol altında” görüntüsü vermeyi her şeyden daha mutlak görerek, devletin gücünü göstermek peşinde olanların basiretsizliği ikinci deprem darbesine yeni bir darbe daha ekledi.