Cengiz Alğan Libya’nın 42 yıllık diktatörü Kaddafi’nin ‘isyancılar’ tarafından yakalanıp öldürüldükten sonra oğlu Mutassım ve Silahlı Kuvvetler Komutanı Ebubekir Yunus ile birlikte Misrata’da bir soğuk hava deposunda halka teşhir edilen naaşları bana –hâşâ huzurdan, benzetmek gibi olmasın- cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün naaşının sergilenme hikâyesini hatırlattı. Ata’nın, her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının kafasına mıh gibi kazınmış bir ‘an’ olarak 10 Kasım 1938 günü saat dokuzu beş geçe Dolmabahçe’de ebedi uykusuna dalışından ebedi istirahatgâhına defnedildiği 10 Kasım 1953’e kadar geçirdiği tam 15 yıl, Türkiye’nin uluslaşma, uluslaşırken benimsenen milliyetçilik ve ölümünden sonra da ihtiyaç duyulan mitsel önder kültü konusuna kafa yoranlar için ilginç…
Yazar: Lewoxx
Nagihan Haliloğlu Geçtiğimiz yazın en ilginç politik haberlerinden birisi Uluslararası Para Fonu başkanı Dominique Strauss Kahn’ın New York’ta bir otel çalışanı tarafından tacizle suçlanması oldu. DSK’nın hem finansal hem de politik gücü elinde bulunduran beyaz bir ‘saygıdeğer adam’ olarak Afrikalı bir ‘işçi’yle olan bu talihsiz karşılaşması birkaç hafta gazete köşelerinde analiz edildi. Fransız medyası da meseleyle Fransa’da üst düzey yöneticilerde neredeyse bir salgına dönüşmüş olan ‘kadın düşmanlığı’ ve ‘maçoluk’ açısından ilgilendi. Dünyanın şanssız üçte birinde tam da bu adamlar tarafından kurtarılmayı bekleyen yahut Avrupa ve Amerika metropollerinde kimsenin yapmak istemediği işleri yapan, çoktan ‘kurtulmuş’ diasporadaki kahverengi derili kadınlar için ne…
Mahmut Mutman “Nostalji” denilen hissiyatı kapitalizmin garip ve özgün dinamiğine bağlayabiliriz: Kapitalizm, bireyselliği ve tekilliği ne kadar ortadan kaldırır ve toplumsal hayatın çeşitliliğini ne kadar metalaştırır ve tekdüze hale getirirse, o kadar farka ihtiyaç duyar. Mesele bir fark imgesi yaratmak olunca da, geçmişin “başka”lığı verimli bir kaynaktır. Geçmiş dönemler, alışkanlıklar, modalar ya da kültürler, zamansal uzaklığı korunan ama aynı anda bu uzaklığın insanda hep bir yakınlık hissi duyuracağı türden imgelerle dolaşıma sokulur. Nostaljinin kurguladığı “fark”, tam da bu “uzak-yakınlık” hissinde olsa gerek; uzakta kalan ama sıcak, samimi bir imge. Bu da bize “nostalji” sözcüğünün kökeninde yatan “sıla”, “yuva hasreti” anlamının…
Doğan Tarkan Yaklaşık 40 ila 60 yıldır diktatörlük altında yaşayan, nefes alamayan, örgütlenmesine izin verilmeyen, hiçbir sendikal hakkı olmayan, hiçbir siyasal örgütlenme ve siyaset yapma yeteneği bırakılmamış olan bir büyük coğrafyada bir anda üç diktatör arka arkaya devrildi. Diktatörlerin bazıları da, Yemen’de, Suriye’de olduğu gibi sona yaklaşıyor. Suriye’de artık Beşir Esad’ın iktidarını koruması mümkün değil, sonu Mübarek, Bin Ali ve Kaddafi gibi olacak. Öte yandan, bu süreç sadece Ortadoğu’da diktatörlüklerin baskısı altında ezilen toplumlarla sınırlı kalmadı. Arap Baharı’nın hemen ardından Amerika’da Wisconsin’de, binlerce kilometre ötede, işçiler greve çıkarken, sokak gösterileri yaparken “Tahrir” diye bağırıyordu. Yunanistan’da genel greve çıkan işçiler de…
Semih Gümüş Adeta okurken yazdığımıza göre, nasıl okuduğumuz nasıl yazdığımızı da gösterir. Doğru bir okuma biçimi, yazarın ömrü boyunca elinden bırakmadığı etkinliği. Roman ya da öykü, bu arada yeni biçimler alarak kendini yeniliyorsa, bütün yazınsal öğelerinin de ona koşut bir değişim yaşaması gerekir elbette. Yazdıkları üstüne düşündükleri, yaşayan edebiyatın tartıştığı sorunlar arasında yer tutan romancılara, düşünceli romancı diyor Orhan Pamuk. Bizim edebiyatımızda düşünceli romancıların pek az olduğunu, oysa yazılanlar üstüne pek düşünüp yazmayan saf romancıların çoğunluğu oluşturduğunu belirtiyor ki, elbette böyle bir geçmişti yaşadığımız. Yaratıcı yazarların kendi verimleri arasında yalnızca öykülerin ya da romanların bulunduğu, bu arada düşünce üretimiyle ilişkilerinin…
Ömer Madra ‘Wall Street’i İşgal Edelim’ eylemi, Eylül’ün 17’sinde New York şehrinin finans merkezinin hemen yakınındaki Zuccotti Parkı’nda 11 yüksek okul öğrencisinin gecelerini ve gündüzlerini geçirmeye başlamasıyla doğdu. Çocukların elinde olağanüstü güzellikte bir poster de vardı: Wall Street’in saldırgan piyasa iyimserliğinin simgesi olan o pek ünlü azgın boğa heykeli üzerinde şahane bir balerina tasviri. Kız, ayak parmaklarının üzerinde kusursuz bir denge gösterisi yaparak olanca zarafetiyle dansediyordu. Boğa’nın toynaklarının hemen altında kısa, vurucu kelimeler: “#OCCUPYWALL STREET 17 Eylül. Çadır getir.” Başlangıçta bir futbol takımını oluşturacak kadar insan ancak vardı. New York şehrinin üç dönümlük küçük bir meydanını, Zuccotti Park’ı eylemlerine mekân…
Şenol Karakaş 12 Eylül referandumundan sonra, Türk solunun saflarında, tedavisi ne mümkün ne de gerekli olan bir yarılma yaşandı. “Hayır” diyen solun bir kısmı, nefret ve öfke yüklü dil ve eylemlerinin ardından, referandumda “Evet” ya da “Yetmez ama evet” diyen sosyalistleri ve demokratları moda ifadesiyle “liberal” olmakla suçlarken, ulusalcılığın güvenli limanına demir attı. O demirin oradan çekileceği yönünde hiçbir işaret görünmüyor. Stalinizm ve kemalizmin garip bir birleşimi olan bu sol, AKP’nin daha da güçlenmesine zemin yaratmakla kalmış olmadı, vülger ve ekonomist bir sosyalizm anlayışına ulusalcı renkler katarak, Ermeni soykırımı, Kürt sorunu, siyasal İslam, kozmik oda, yeni anayasa ve Arap Baharı…
Teyfur Erdoğdu Osmanlı mimarî cephe ve (Fatih, Selim, Kanuni ve Abdülmecid gibi padişahların) sikke kabartmaları, Anadolu Türkmenlerinin hayvan biçimli mezar taşları hariç tutulacak olursa (ki bunların bağımsız ögeler olmamaları ve zaman/mekân ile kurdukları irtibatların mahiyetleri sebebiyle heykel olarak adlandırılmaları zordur), bildiğim kadarıyla Mısır dışındaki Osmanlı Müslümanlarının yaptırdığı ilk heykel Padişah Abdülaziz’in (1830-76) 1871’de Charles F. Fuller’a sipariş ettiği mermerden kendi büstü ve at üstündeki bronzdan heykelidir.[1] Abdülaziz heykelini sipariş eder etmesine, ama Pertevniyal Valide Sultan’ın (1812-83) bu işten rahatsız olması yüzünden heykeli için görüntü (pose) dahi veremez. Sonuçta, Süvari Abdülaziz heykeli hattızatında meydana dikilmek için çok küçük boyutlarda olduğundan muayede…
Beşir Ayvazoğlu Lise yıllarında elime nasılsa İktisat Sosyolojisi Bakımından Sosyalizm (1965) adında bir kitap geçmişti. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun o yıllarda pek de anlamadan okuduğum bu kalın kitabının dipnotlarından birinde, Nâzım Hikmet’in Mehmed Âkif ve İstiklâl Marşı’ndan söz ettiği şu mısraları zikrediliyordu: Saat beşe on var Kırk dakika sonra şafak sökecek “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzel al sancak” Bilmem ki nasıl anlatsam, Âkif, inanmış adam, büyük şair!
Sefa Kaplan Karakterinin sağlamlığı konusunda hiç kimsenin kuşku duymadığı Mehmet Âkif, devrinin neredeyse bütün aydınları gibi Batı karşısında hayli kırılgan ve naiftir. Bunun en somut ve çarpıcı örneklerini Safahat’taki ‘Berlin Hatıraları’nda görmek mümkündür. ‘Berlin Hatıraları’nın en önemli tarafı, Mehmet Âkif’in 1921’de yazacağı ‘İstiklâl Marşı’nda yer alan ‘Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar’ mısraında şekillenen Batı algısından bir hayli uzakta durduğunu göstermesidir. Berlin’de kaldığı otelin ‘teknik imkânları’nı anlatırken sergilediği tavra bakılırsa, Batı’yla arasına pek fazla mesafe de koymuyor doğrusu. Hatta, Batı’yla şu veya bu şekilde temas eden hemen herkeste olduğu gibi hiç vakit yitirmeden kıyaslamalara başvuruyor; bu kıyaslamaların bit-pire üzerinden yapılması…