Korhan Gümüş
Sorunlu yer diye anılan, suç yuvası olarak gösterilen, burjuva kesiminin (üst ve orta sınıftan Beyoğlu sakinlerinin) “Eğer önüne geçilmezse gelecekte Beyoğlu’nda seçimleri Kürtler kazanacak” diye proje için ikna edilmeye çalışıldığı Tarlabaşı’ndaki binaların son fotoğrafları… Tarlabaşı Bulvarı boyunca inşaat perdeleme çalışmaları başladı. Yakında yol boyunca çelik perdeler yükselecek ve bundan sonraki birkaç yıl içinde artık neler olduğu görülemeyecek. “Kültür mirasının restore edilmesi amacıyla” sağlam demir parmaklıklar
hoyratça sökülüyor, kapı kasaları, doğramalar duvarların içindeki takozlarla birlikte koparılıyor, duvarlar yıkılıyor.
İnsansızlaştırılan bu bölge proje yöneticilerinin aldığı bir kararla uzun bir süredir açık yağma alanına dönüşmüş durumda. Adeta yıkım kendiliğinden gerçekleşmekte. Sonra da resmî yıkım başlayacak.
İşin trajikomik bir boyutu var, çünkü bu uygulamalar yasaya göre “kültür mirasını korumak ve köhnemiş bir yaşam çevresini iyileştirmek, canlandırmak” adına yapılıyor. Bu projede kentin ünlü mimarları da yer alıyor. İşi üstlenen sermaye grubuna bağlı olarak çalışan mimarlar, plancılar müşterilerine hizmet verdiklerini ve kendi işlerini yaptıklarını zannediyor. Bu mimarlara bölgede yaşayan, çalışan insanlar ile proje arasında nasıl bir ilişki kurduklarını sorarsanız, cevapları hazır: “Mimarlar olarak bizim öyle bir sorumluluğumuz yok! Biz işveren olarak müşterimiz olan şirkete muhatabız.” Siyasetin kendilerini ilgilendirmediğini, işlerinin yalnızca tasarımla ilgili olduğunu ifade ediyorlar.
“Yenileme Alanı”
Yenileme Yasası’na göre bu işleri yapabilmenin temel bir koşulu var: Bu seçilen alanlarda (Yenileme Alanı ilan edilen bölgelerde) siyasetin halkı temsil işlevinin paranteze alınması. Bu imkânsız işi (halkı temsil etme iddiasını taşıyan, hem de bu projelerde sermaye ile işbirliği yapan) siyasetçiler nasıl başarıyor? Tarlabaşı’nda kurbanlaştırılan, suçlu ilan edilen bir yaşamın izleri var ve bu izler bile yapılanın ne olduğu hakkında bir fikir veriyor: Bu şekilde “Yenileme Alanı” ilan edilmesiyle bir bölgenin spekülasyona açılması eşanlamlı oluyor. Bu ilk adım kamu işlevinin ortadan kalkması, kamunun özelden daha özelleşmesi demek. (Çünkü hiçbir yatırımcı, kâr amaçlı kuruluş kendi başına, arkasına kamuyu almadan bu çapta bir uygulamaya girişemez.) Seçilen alanda yaşayan insanların “kurbanlaştırılması” gerekiyor. Kentsel yenileme projeleri gerçekte mekânı değil, seçilen yerlerde yaşayan insanları yenilemeyi hedefliyor.
Proje faaliyetleri şöyle yürütülüyor: Yönetim önce bir firma ile anlaşma yapıyor. Hemen akla şu soru geliyor: Kamu tarafı, temsil ettiği insanlar adına ortada bir proje, bir hizmet tanımı olmadan neyin anlaşmasını yapabilir? Anlaşmanın imzalandığı aşamada ortada doğal olarak henüz bir proje bulunmuyor. Yenileme Alanı ilan edilen bölgede neyin amaçlandığına, ne yapılacağına işi üstlenen yatırımcı-müteahhitle ona hizmet veren mimarlar, plancılar karar
veriyor. Bu da kamusal müdahalenin özelleşmesi anlamına geliyor.
Kamu yönetimlerinin karar alırken birinci aşamada açık uçlu bir süreç içinde önce STK’ların ve halkın katılımını sağlaması, kararların çerçevesini belirledikten sonra ikinci aşamada öngörülen hizmetler (örneğin istihdam dışı kalmış bir nüfus varsa, buna yönelik eğitim programları, kadınlar ve çocuklar için geliştirilecek projelerin geliştirilmesi, mekânların fiziksel koşullarının ekonomik koşullar dikkate alınarak ve yerel işgücünü kullanarak iyileştirilmesi… gibi) için uzman kuruluşlara açık çağrı yapması ve bağımsız seçici kurullarla değerlendirmesi, nihayet üçüncü aşamada eğer onarım, inşaat işleri yapılacaksa veya çeşitli hizmetler alınacaksa, müteahhitlerden hizmet alması gerekiyor. Örneğin Avrupa Birliği mevzuatı da kamu yönetimlerinin karar alırken yapması gerekenleri, yarışma ve ihale normlarını tanımlarken bunları öngörüyor. Oysa 5366 sayılı “Yenileme Yasası” yönetime özel mülkleri kamulaştırma ve belirlenen rayiç bedeli üzerinden mülklere el koyma imkânı sağlıyor.
Yerinden edilen insanlar
Sulukule, Tarlabaşı, Balat, Ayvansaray gibi kentsel dönüşüm projelerinde de şirketin nasıl seçildiği açık değil. Rekabet Kurulu bu tür işleri sorgulamıyor. Başbakan’ın damadının yönetici olduğu Çalık Holding’e bağlı GAP İnşaat özellikle tanınmış mimarları kullanmayı tercih ediyor. Böylece itirazların önüne geçmeyi hedefledikleri söylenebilir. Çünkü bu projelerde yerinden edilen insanların seslerini çıkaramayacaklarını, ancak entelektüel kesimlerden gelecek itirazların etkili olacağını biliyorlar.
Böylece son derece sorunlu, insanları kendi semtlerinden eden, komşuluk ilişkilerini, istihdam imkânlarını değiştirmeye zorlayan bu projeler, entelektüel sol bir çevreden simgesel bir “ödünç alma” işlemi ile dengelenmeye, yumuşatılmaya çalışılıyor. AK Parti’nin iktidara geldiği belediyelerde bir siyasal denge koalisyonunun gözetildiği biliniyor. Yöneticiler danışmanlık hizmetleri alırken yazar-çizer elite özel ilgi duyuyor. Yönetim kademesine olmasa bile, halkla ilişkiler gibi bazı birimlere özellikle kendi ideolojileri ile uzaktan yakından ilgisi olmamış kişileri atıyorlar. Üniversitelerin ismini kullanan bazı kişiler ve gruplar da bu projelere danışmanlık yapıyor.
Geriye kalanlar, yani hâlâ bu projelere itiraz edenler eski düzeni savunan, değişim istemeyen taraflar olarak tanıtılıyor.
İki örnek
Sulukule projesi kentin 1000 yıllık Roman mahallesinde gerçekleştirildi (2009-2011). Burada yaklaşık 5000 kişi yerinden edildi ve içlerinden bir bölümü hak sahipleri olarak konut sahibi olmaya zorlandı. Bu proje 5366 sayılı yasaya göre yapılan ilk proje.
Semtte yaşayan ve hak sahibi vasfına giren kişilere 40 km uzaklıktaki Taşoluk’ta yapılan yeni konutlardan ipotek karşılığı taksitle ev verildi. Bunların neredeyse tamamı sonradan sahip oldukları konutların taksitlerini ödeyemedi ve yeni yerleşim alanlarını terk ederek tekrar kent merkezine dönmeye çalıştı. Ancak güvenilir istatistik çalışmalar yapılamadığı için bunların tam olarak nereye yerleştiği bilinemiyor.
Kentsel dönüşüm projelerinde, Sulukule’de olduğu gibi kamunun müdahalesi piyasa mekanizmalarının devreye girmesini ve proje hizmetlerinin yatırımcı kuruluşlar, inşaat şirketleri tarafından yapılmasını amaçladı. Sonra aynı semtte belediye inisiyatifi ile 5366 sayılı yasaya göre bir yatırımcı/gayrımenkul şirketi tarafından bir kentsel yenileme projesi hazırlandı. Bu bölgelerde daha önce AK Parti’ye oy vermiş seçmen tercih değiştirdi ve muhalefete oy verdi. İstanbul’da Maltepe, Sarıyer gibi gecekonduların yoğun olduğu semtlerde yerel iktidarı kaybetti. Buna karşılık ülke bazında oy oranı arttı.
Bunda muhalefetin de alternatif bir kentleşme modeli sunamamasının payı var. Ancak Anadolu kentlerinde bu kentleşme modeli genellikle halk tarafından destekleniyor. Türkiye’de kentsel dönüşüm projelerinde piyasa odaklı-politik patronaja dayanan modelin esas alındığı ve başka bir deneyime yer açılmadığını gösteriyor. Bu model daha sonraki bütün uygulamalarda esas alındı. Van depreminden sonra ise yeni kentsel dönüşüm yasasının hazırlanması amaçlanıyor.
İkinci örnek ise, Avrupa Komisyonu ve UNESCO desteği ile başlatılan Fener-Balat Rehabilitasyon Projesi (1998). Burada Avrupa Komisyonu, sözleşme gereği 7 milyon Euro bir hibe yapmayı kabul etti (2002). Bu uygulamada yerinden edilme olmadı ve semt sakinleri yaşamlarını sürdürmeye devam etti. Birincisinde (Sulukule) yenileme alanı ilanı kararı ile birlikte hızlı bir el değiştirme olurken, ikincisinde (Fener-Balat) satışlar hibe şartlarına bağlı olarak engellendi. Avrupa Komisyonu uygulaması birinci aşamada kâr amacı gütmeyen kuruluşlarla programın geliştirilmesini, ikinci aşamada proje hizmetinin uzman kuruluş konsorsiyumlarının yarışması ile elde edilmesini ve semtte bir proje ekibinin/bürosunun çalışmasını hedefledi. Son aşamada inşaat işleri için ihaleler yapıldı. Ayrıca bütçeden semtte bir STK merkezinin kurulması için pay ayrıldı ve proje aynı zamanda fiziksel çevrenin iyileştirilmesi yanında bölge halkının yaşam koşullarında da bir iyileştirmeyi hedefledi. Ancak proje çeşitli engellemelerle karşılaştı ve sürdürülebilir olamadı.