Korhan Gümüş
Kentsel dönüşümle ilgili yasal çerçeve (5366 Sayılı Yasa) özel mülklerin kamulaştırılıp tekrar özel kişi ve kurumlara satılmasına imkan sağlıyor. Mülk sahiplerinin evleri düşük bedeller üzerinden kamulaştırılıyor, güya yeni yapılacak binalardan alma hakları var, ama ödeyemeyecekleri kadar yüksek fiyatlardan. Kiracılara ise hiçbir hak tanınmıyor. Böylece insanlar kendi yaşam çevrelerini terke zorlanıyor.
Yasalar kültür mirasının korunmasından, depreme karşı güvenli bir yaşam çevresinden söz ediyor, ama uygulamada tersi oluyor. Kültür mirası yok ediliyor, kent spekülasyona açılıyor.
Kentsel dönüşüm projelerinin doğrudan yatırımcı-müteahhitlerle geliştirilmesinin bir insan hakları ihlali oluşturduğu söylenebilir. Planların ve projelerin yönetimler tarafından katılıma açılmadan, farklı seçenekler ortaya konmadan gerçekleştirilmesi demokratik bir durum değil.
Ancak sorun şu: Nasıl oluyor da siyasetçiler insan hakları ihlali anlamına gelebilecek kentsel projelerdeki itirazlara kulaklarını tıkıyor? Karşı taraftan bakınca neredeyse imkânsız olan bu işi nasıl başarıyorlar?
Örnekler
Bu projelerin ön şartı yerelin temsilinin (millî) siyaset tarafından askıya alınmasıdır. Kurbanlaştırılanların, yoksulların, siyasal temsil gücü bulunmayanların, örneğin Sulukuleli Romanların bu sınırların içine girmesinin zor olduğunu söylemek bile fazla. Her ne kadar “Müslümanız” deseler de eylemlilikleri, yaşam tarzları ideolojik olarak onları dışarıda bırakır. Büyükşehirlerdeki Kürt göçmenlerin durumu da ikircikli.
Siyasal temsil alanında dışlayıcı, asimile edici pratikler güçlü. Kentsel dönüşümdeki ayrımcılık siyasetinin izleri Tarlabaşı’nda da görülür. Bu açıdan belki de en ilginç (ve üzerinde durulmadığı için belki de en bakir) konu, bir pilot uygulama olarak sürdürülebilir olması amaçlanan ve Avrupa Komisyonu/UNESCO desteği ile gerçekleştirilen Fener-Balat Rehabilitasyon Projesi.
Bu projenin aynı siyasal rejim içinde izole edilmesi kamusal müdahalenin yöntemi açısından oldukça zorlayıcı (ama “millî” sınırlar dışında bırakılarak bastırılan) bir örnek deneyim oluşturur. İktidar değiştiğinde siyasetçiler kucaklarında hazır buldukları (ve hibe yoluyla gerçekleştiği için yarışma ve ihale koşullarını istedikleri gibi yönlendiremedikleri) bu pilot projeyi izole etmeyi amaçlar. Bu nedenle halkın katılımını “Siz bilmiyorsunuz, bu projenin arkasında Ortodoks Patrikhanesi var. Burası Vatikan’a dönüştürülecek, Avrupa Birliği bunu amaçlıyor” söylemi ile engellemeye çalışırlar. Böylece Millî Görüş içindeki “A.B. bir Hıristiyan Birliği’dir” tezi arka fonda işlenir.
Belediye tarafı yükümlülüklerini yerine getirmek şöyle dursun, projeye karşı sürekli tavır alır. Halk, “Sizi buradan sürecekler, burası Ortodoksların Vatikan’ı olacak” diye korkutulur. Oysa projede, semtte yaşayan insanların kendi yaşama çevrelerinden uzaklaşmaması için gerekli önlemler alınmıştır. Halktan insanlar sonradan yöneticiler tarafından yanıltıldıklarını söyler, ama proje sürdürülebilir olamaz. Yenileme Yasası ile başlayan projede ise insanların yerinden edilmeleri çok ilginç bir paradoks oluşturur. Bu iki uygulamanın farkı ise (nedense) tartışma konusu bile olmaz.
Sınıfsal asimetrinin bölümlerin simetrisi ile dengelenmesi
Bu sorunun ikinci cevabı bir siyasal hareket olarak AKP’nin kendi deneyimiyle ilişkili olabilir. AKP kendisini muhalefet gibi görüyor ve itirazları meşru olmayan talepler olarak algılıyor. Bu algının 28 Şubat sürecinde pekiştiğini varsayabiliriz. Bu siyasal hareket kendisini devlet sınıfı tarafından merkezden dışlanan bir konumda görüyor.
Bu durumda kültürel ve doğal mirasın korunması, hatta güncel sanat gibi entelektüel işlevleri meşru olmayan iktidar talepleri olarak algılıyor. İktidara ve belediyelere yönelik itirazları (İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in dile getirdiği gibi) hep bu çerçevede değerlendiriyor.
Bu sisteme dahil olma/merkeze yerleşme deneyimi, modernizmin ürettiği sınıfsal asimetriyi (tipik bir biçimde) kimliklerin simetrisi ile dengeleme arayışıdır. Bu arayış Türkiye’deki devlet merkezli siyasetin temel koordinatlarını oluşturur (1).
Kuşkusuz başörtüsü meselesi, Taksim’deki Opera-Cami tartışması, 28 Şubat sürecinin en hararetli konularıdır. Tıpkı başörtüsü gibi, caminin bir simge olarak kamusal alana yerleştirilmek istenmesi İslamî siyasal hareketin çatışmacı, totaliter karakterinin bir emaresi olarak gösterilir. Oysa bunlar merkeze doğru olan bir hareketi temsil eder. O tarihlerde İslamî referanslı siyasetin henüz AKM’yi yıkmak gibi bir düşüncesi yoktur, her ne kadar onu Batılı bir kültür biçiminin halka empoze edilmesinin bir simgesi olarak görse de. Cami “Opera” ile ortaya çıkan sınıfsal asimetriyi dengeleyecek bir simetri arayışının ifadesidir. Ancak bu siyasal hareket merkeze yerleştikten sonra “Opera” yalnızca biçimi ile rahatsız etmeye başlar. (Samimi ortamlarda iktidara yakın kişilerce sıkça sorulan bir soru: “Bu kutu biçimli binanın neresini beğeniyorsunuz?”)
Zihinsel-entelektüel sorunların sınıfsal koordinatlarla ilişkisi ne olabilir? Siyasetçiler ve iktidardan iş alan müteahhitler (ne kadar zengin olsalar da) alt sınıftan gelmektedir. Bu projelere itiraz eden entelektüeller ve sanatçılar ise mevcut ayrıcalıklarını korumak isteyen üst sınıfları temsil etmektedir.
AKP’li bir belediye başkanının bir semt derneğinde gönüllü çalışan kadınları nasıl algıladığı bir fikir veriyor: “Bu kadınlar sabahları kuaföre giderler, yarım günlerini orada geçirdikten sonra dışarı çıkarlar, bugün kimi şikâyet etsem diye sokak sokak dolaşırlar…” Bu mantık çerçevesinde bir çıkarları olmadığı halde uğraştıklarına göre para kazanmak diye bir dertleri yoktur. İtiraz edenlerin algılanması bir üst sınıfla örtüşmektedir. Bu durumda itiraz eylemi, kolektif bir imgeye referans veren bir biçimdir.
Böylece sorunun asıl can alıcı noktası, kamusal nitelikli bir müdahalenin zorunlu katılım koşulları ihmal edilebilir, askıya alınabilir hale gelir. Bu ihmalin siyasetin temsil iddiasının paranteze alınmasına, bir burkulmaya (temsil edilenin temsil edilmeyene dönüşmesi) yol açtığı varsayılabilir. (Buradaki paradoks şöyle özetlenebilir: Hem bir siyasal hareket olarak dışlanan yoksul kitleleri temsil ettiğini iddia et, hem de onları yerinden et!)
Kentlileri tümüyle arka planda bırakan ve kentin dönüşümünü yatırımcılarla gerçekleştiren bu kent ekonomisi kamusal işlevleri tıpkı 19. yüzyıldaki gibi parçalara ayrıştırır. Örneğin mimarlığı, kent planlamayı yalnızca fiziksel çevrenin dönüştürülmesine yönelik bir imar faaliyeti gibi gösterir. Üstelik bu sistemin işleyişini göz ardı ederek aktörlerinin niyetine bağlayan olumsuzlamalar sistemi güçlendirir, iktidara enerji verir. Sorunların sanki onlar tarafından yaratıldığı hissiyatını taşımalarına neden olur.
Seçimleri kaybetse de…
Bunu zaten başkaları değil, bizzat Başbakan da sıklıkla dile getirir: “Seçimleri kaybetme pahasına da olsa, bu kentsel dönüşüm projelerini gerçekleştireceğiz” der. Böylece iktidarın ve entelektüellerin siyasal temsili, imgeleri iki karşıt sınıf olarak çarpıtılmış (burkulmuş) bir biçimde karşılaşır. Üretim ilişkilerinin yansıdığı temsiller inşaat sürecinin içine gizlendiği ve tartışılmadığı için paradoksal bir biçimde kararlar, yani politika ihmal edilebilir hale gelir. Bizatihi entelektüellerin bu durumda yalnızca konuşmak, eleştirmek dışında bir şey yapmadıkları söylenir. Piyasa odaklı profesyonellik gene sınıfsal ayrışmanın işareti olarak iş görür.
Bu durumda yaratıcılık, öznellik gibi entelektüel işlevle ilgili kavramlar da dinsel olduğu kadar sınıfsal bir koordinat olarak birbirini iptal etmek şöyle dursun, örtüşerek güçlendirir… Buna karşılık bu kentsel dönüşüm projelerine katılan tanınmış mimarlar, araştırmacılar ise simetrinin karşı bölümünü imleyerek bir demokrasi deneyimi yaşandığı hissi yaratırlar. Onlara verilen görev budur (2).
Bu nedenle projeler beklendiği gibi iktidara yakın “isimsiz” mimarlara değil, sermaye için AVM’ler, rezidanslar tasarlayan mimarlara yaptırılır. Bu projeleri tasarlayan mimarlar genellikle üst sınıflara hizmet veren grupta yer alırlar. Böylece elitler arasında bir denge kurulur. (Bölgede yaşayan halk dışında “açıkta kalan” yoktur, ne kadar bağırsalar da onların sesini zaten kimse duymaz.) Ancak iktidardaki siyasetçiler bu projelerde sınıfsal bir sorun olduğunun farkındadır. Yöneticiler (tıpkı acı bir ilaç gibi) ekonomiyi kontrol etmek, güç sahibi olmak ve elbette daha güvenli bir çevrede yaşamak için kentsel dönüşümün gerekli olduğunu söylemekten geri kalmaz.
Sihirli değnek
Alternatif bir siyasetin bu sınıfsal temsilin resmî siyaset tarafından burkulmasını dikkate alması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü asıl mesele iktidarın bu projelere nasıl meşruiyet sağladığı. Her bir imar veya yatırım izni ile akıl almaz gelirler siyasetçilerin özel kasalarına akarken, saklandığı kovukta ideoloji bütün bu gayrımeşru işleri aklayan, sistemi dengeleyen, haksızlıkları görünmez kılan sihirli bir değnek işlevi görüyor.
Notlar:
1. Aktaran Fredric Jameson, Siyasal Bilinçdışı, Ayrıntı Yayınları, s. 69. Claude-Levi Strauss, Caduveo yerlilerinden hareketle hiyerarşik bir yapı gösteren toplulukta (sınıflar) arasındaki sınıfsal asimetrinin (şiddet, dışlanma, eşitsizlik ilişkisi) bölümlerin simetrisi (biçimler, simgeler) ile dengelendiğini söylüyor.
2. Bauman, Bourdieu’ye referansla bilginin birbirinden tamamen ayrı iki yoldan kullanılabildiğinden söz ediyor, Siyaset Arayışı kitabının sunuşunda. Şöyle diyor: Bilgi Bourdieu’nün yerinde bir adlandırmayla “kinik” ve “klinik” adını verdiği iki şekilde kullanılabilir: “Dünya adil mi, değil mi, fark etmez. En iyisi ben onu kendi işime gelecek bir biçimde kullanayım” diye “kinik” bir biçimde kullanılabilir. Oysa aynı bilgi “klinik” bir biçimde, yani sorgulamak, hissedilen bir sorunla mücadele etmek ve çözüm geliştirmek için de kullanılabilir. Bauman bilginin kişinin seçimini özgürleştirmek dışında, hangi yolu tercih edeceğini belirlemediğini, kullanım biçimi ile ilgili tercihi kişinin son kertede kendisinin yaptığını belirtir.