Bu yazı Ferhat Kentel, Meltem Ahıska ve Fırat Genç’in hazırladığı Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) kitabında (TESEV, İstanbul, 2007) yer alan görüşmelerden derlenmiştir. Köşeli parantezler görüşmeler sırasında araştırmacıların yönelttiği sorulardır.
“Tabii, Türkler, Müslümanlar efendisi yani, sahibi memleketin, bir üstünlüğü var yani.” (Sami, 43, öğretmen, Çanakkale)
“Biz bilmezdik etnik metnik ayrılık”… yoksa “bilir miydik?”
“Tabii, biz doğduk büyüdük, kendimizi dinî açıdan İslam, ‘Ne mutlu Türk’üz!’ cümlesiyle de biz büyüdük. Ta ki son on yıllara gelene kadar ne bir etnik ayrılık, ne de ‘Sen daha iyi Müslümansın’, ‘Ben daha iyi Müslüman’ım’ diye bir ayrılık vardı bu ülkede. Ama dünyadaki şartlar, sınırların kalkması, dünyadaki ekonomik savaşların başlaması, savaşların ekonomik savaşlara dönmesi tabii ki şartları değiştiriyor. Bugün biz 50 yaşına gelene kadar bu ülkede ‘Şu Kürt’tür, bu şudur,’ diye hiçbir ayrım yapmadık. Böyle bir kültürle büyüdük biz. Bilmez miydik? Bilirdik Türkiye’de Laz’ın olduğunu, Çerkez’in olduğunu, Kürt’ün olduğunu bilirdik, ama bunu bir insan ayrımı olarak kullanmazdık. Türkiye’de Yahudi’nin olduğunu, bilhassa İzmir’de Levantenler gibi değişik ülkelerden yabancıların yaşadığını bilirdik, ama bizim komşumuz Musevi olurdu, yabancı olurdu, biz bunu hiçbir şekilde ne rahatsız olurduk ne de ayırırdık…” (Timur, 55, işadamı, İzmir)
“Aslında gerçekten çok farklı insanlar var. Din tarafı ve normal taraf. Bir şeyleri o hani kapalı insanlar, dinine düşkün insanların bazıları, onların içinde de bence bir şey var, dininin gereklerini uygulamaya çalışan insanlar vardır ama kimsenin kafasına bir şey sokmaya çalışmaz. Ama diğerleri ‘örümcek kafalılar’ diyorum ben, zorla ‘siz de kapanacaksınız’ diye dayatmalar, gereksiz şeyler. (…) Bence başörtüsü yasağı olmalı diyorum. ‘Örümcek kafalı’ diye tabir ettiğim insanlar, bir şeyleri zorla yaptırmaya çalıştıkları için çok etkili olabilirler. O yüzden de böyle gelmeleri kötü olabilir. Bir şeyleri elde etmiş olacaklar. Yapmak istediği şeylerden biri de bu hükümetin, başörtüsü serbest olsun, üniversitelere girilsin diye… Ben şey olarak, yani düşünmüyorum. Girmesinler. Rahat bıraksınlar bizi.” (Aslı, 23, öğrenci, İstanbul)
Her yerde komplo var; her şeyin başı “yabancılar”
“Irak bizim bir şehrimiz, vilayetimizdi. Tunus, Kahire bir şehrimizdi bizim. (…) En büyük ihaneti yapan bugün Arap. Bize en büyük ihaneti yapan Filistinliler. Ürdün, Kral Abdullah… Yani Osmanlı neymiş, ne oldu? Atatürk gidiyor Ürdün’e; orda kalıyor. Diyor ‘Ben bu ordudan bir şey yaparım’ diyor, rahmetlik… Sonra gidiyor bakıyor kimse yok… Halep’e geliyor… Kilis’e gelince, o zaman biz de esir olmuşuz, silah kullanmak o zaman yasak, Atatürk’e üç kişi ‘dur’ diyor. ‘Satmışlar bizi’ diyorlar. Neyse başınızı ağrıtmayayım… Ondan sonra Ulu Önder gururlanıyor, ‘Kilis’te bir şeyler var’ diyor. Belediye Meydanı’na geliyor ki, ne görsün? Sen de on bin kişi, ben diyeyim yirmi bin kişi, silahlar konuşuyor. Cesareti ordan alıyor mu, Antep’e, İslahiye, Maraş, Adana’ya geliyorlar; yol alıp ordularını kuruyor. (…) Neydi ne oldu şimdi memleket?Bunu yapanlar kim? Ermeniler. Hiç kaçınılmaz, Siyonistler, İngilizler, Fransızlar bunlar… Türkiye’yi AB’ye almayacaklar. Bizi de böyle oyalıyorlar. Allah sonumuzu hayretsin.” (Nuri, 58 yaşında, çiftçi – lokal işletmecisi, Adana)
“Türkiye’de biliyorsun bir Türk’ü öldür bir şey olmaz, yabancının tırnağını kanat hapse gidersin ömür boyu. Mesela bizde ikinci sınıf vatandaştır Türk. Kendi ülkemizde ikinci sınıfız. Onlar devamlı birinci sınıf. Yani bir turistin ayağı çizilsin, seni şikâyet etsin, 4-5 ay yatarsın, ‘kötü muamele yaptın turiste’ diye. Halbuki bir Türk çocuğu öldüresiye dövseler, ikinci sınıfız.” (Cihat, 30, garson, Antalya)
“İncil dağıtıyordu bayanlar. Bayan turistler… Bir gün baktım yakalamışlar bir bayanı, bir şey veriyorlar falan çıktım arkasından ‘Neler oluyor orda?’ dedim. Bayan bakınıyor böyle. Elinde bir dergi var, bir de kitap var. Baktım İncil. Dedim ‘Sana bunu kim verdi?’ ‘İşte o bayanlar verdi bana’ dedi. ‘Ee, dedim okuyacak mısın bunu?’ Biraz cahil de, ne olduğunu da bilmiyor. Bakıyor boyuna. Dedim ‘Verir misin bana onu?’ ‘Vermem,’ diyor. ‘Para vereyim sana?’ dedim. ‘Ver,’ dedi. Çıkardım 1-2 milyon para verdim; kitabı, İncil’i bana verdi. İncil burada duruyor. Bir de dergi vardı, ama onu nereye koyduk bilmiyorum. Dağıtıyorlardı, yani burada bile bu misyonerlik hareketleri var. [Etkili oluyor mu bunlar? İnsanlar Hıristiyan oluyorlar mı bu faaliyetin sonunda?] Beni yapamaz da… Ekonomi çökertilmiş bir durumda, her şey olur kardeşim, ben sana söyleyim. Diyorlar ki, işte ekonomik standart sağlayınca insanların bu konuda ileri derecede çalışma varsa olabilir. Yoksa böyle kitap dağıtmakla falan bilmiyorum yani, bizler öyle etkilenemeyiz. [Bu faaliyetin de bir şekilde büyük bir planın parçası olduğunu düşünüyorsunuz?] Tabii tabii, onun parçası canım. Niye çalışsın ki sokakta? Yazsın kitabını. İhtiyacı olan gider kitabını bulur alır. Yaz sen de kitabını, dursun. Niye sokakta dağıtıyorsun? Tabii ki bir amaç var.” (İsmet, 50, tüccar, Çanakkale)
“Hıristiyanlık, Yahudilik falan ve misyonerler var etrafta. Bunlar çoğalıyorlar. [Ne söylüyorlar? Ne anlatıyorlar?] Bilmiyorum; şu ana kadar hiç karşılaşmadım, ama misyonerlerle karşılaşan arkadaşlarım var. Hıristiyan olmuş tanıdığım da hiç yok, ama duyuyorum”. (Dilek, 19, öğrenci – sekreter, Konya)
“Bu Patrik meselesi sence mantıklı mı yani? Adam devlet gibi sıfat almış. Senin memleketine gelecek, o zaman bizim hocamız da çıksın cüppeyle dolaşsın. Onun içinde oyun var. Şu da düşünülemez mi? Geçmişte Filistin’deki insanlar topraklarını satmış. Şimdi Güneydoğu’da falan gidiyor yüz dönüm yer almış Yahudi, çekmiş gitmiş. Sen ek demiş. Tapusunu alıp gitmiş. 30 sene sonra topraklarını almaya gelip işgal ederse haklı mı olur haksız mı? Bunlar ayrı konu. İnsanın oturacağı yeri biz de alırız. Ama toprak satmak başka bir şey. Ben bunu yapamam. ‘Benim şu kadar vatandaşım Musevi veya Hıristiyan vatandaşıma haksızlık yapıyorsunuz’ diye gelip iddia edecek. Olamaz mı yani? Şimdi aydın geçinen insanlar var. Çoğu Yahudi. Satılmış yani.” (Osman, 40, esnaf, Antalya)
“Aleviler mum söndürür!”
“17 yıl otobüs kaptanlığı yaptım. Aksaray’da kaptanlara bakan garsonlar var. Bu garsonlardan biri, lokantanın sahibinin oğlu, sürekli bizim masaya bakıyor. Bir gün bana dedi ki, ‘Kaptan abi, sizin orada Hıristiyan var mı?’ Dedim ‘Var; bizde Alevi de var’. ‘Alevi de mi var?’ dedi şaşkın bir şekilde. ‘Peki siz onlarla konuşuyor musunuz?’ Dedim, ‘He konuşuyoruz’. ‘Nasıl konuşuyorsunuz?’ ‘Otururuz yemek de yeriz onlarla.’ Dedi ki, ‘Ya, biz burada Alevilerle kesinlikle konuşmayız’. ‘Niye?’ ‘Olur mu abi bizim burada,’ dedi, ‘Alevileri hiç sevmezler. Bunlar anasıyla bacısıyla hiç tanımaz; mum söndürürler.’ ‘Nasıl söndürürler bu mumu?’ ‘Bir odaya geçiyorlar dedi, mum yakmışlar, ondan sonra söndürürler, söndürdü mü herkes bir tane karı kapar dedi, annesi mi bacısı mı ilişkiye girermiş.’ Dedim, ‘Kim anlatıyor bunları?’ Dedi ki ‘hoca’. ‘Ben şimdi, dedim sana bir mesaj göndereceğim ama o hocaya söyleyeceksin. Diyeceksin ki buraya bir kaptan gelip gidiyor otobüsle, senin ananı, avradını bilmem ne söyleyeceksin.’ ‘Kaptan, ne oldu?’ dedi çocuğun babası. ‘Siz dedim, burada hocalarınız Alevilere neler diyor, siz Alevileri böyle mi biliyorsunuz?’ Baktı oğlana ters ters. Dedim, ‘Çocuğa bakma!’ Çocuk dedi ki, ‘baba öyle öğretmiyorlar mı?’ dedi. Mum söndü lafına gelmek istiyorum ben. Mum söndü kelimesi tabii ki Alevileri sevmeyen insanların işi. Milliyetçilik, mezhep milliyetçiliği yapan insanlar bu mum söndü hikâyesini çıkardılar. Mum söndü diye bir şey yok. (Haydar, 50, şoför, Hatay)
Kim kanını döker bu vatan için?
“Savaşa geldi mi Mehmet gel, vergiye geldi mi Mehmet gel, Mehmet silahlı kuvvetlerde görev yapar; çocuğu üniversitede rektördür, başı bağlı okula giremez. Bu da bunun evladı. Şehit gelir yine koymaz. Ya, benim evladım, yanına nasıl gidemem ben bunun! Kurban derisine geldi mi hemen olacak; devlete vereceksin. Diğer şeylerden de dışlanıyor Müslümanlar. Ben bazen çok kızıyorum. Mesela kölelik kavramı malum. Kölelere siz ne kadar dolaşmasına izin verirseniz, o kadar yerde dolaşır. Şunu yap dersin yapar, fazla bir şey yapmaz. Biz bu ülkenin insanları olarak ikinci sınıf olmamalıyız. Kanımızı bu uğurda vatan için seve seve akıtacaksak haklarımızı da kullanmamız lazım. (…) Haklarımızı kullanıyoruz; bunu elde etmeye çalışırken, diyelim biri bize bağışta bulunmuş olmayacak yani. Bu vatanın sahibi biziz yani. Ben düşünüyorum bazen savaş olsa acaba şu dine karşı olan gruplar acaba yurt savunmasına gider mi? Öbürü gene gider. [Türkiye’deki zengin-fakir ayrımıyla ilgili mi bu?] Tabii. Üvey evlat olmak insanı zaman zaman kederlendiriyor, düşündürüyor. Yüzde 99’u da Müslüman değil Türkiye’nin. Ya İslam’ın ne olduğunu bilmiyoruz ya da değiliz. Çünkü yüzde 99 Müslüman olsa İslam’ın şeyine karşı koyanın burada kalma şansı olur mu, en azından o kurumlarda oturma şansı olur mu? Olmaz. Demek ki biz bilmiyoruz veya az biliyoruz. 500 tane yapmamız gereken şey var, 1-2 tanesini, 5 tanesini yapan Müslüman oluyor. Nüfus kâğıdına da yazmış, orada da bitmiş. (Cevdet, 50, emekli öğretmen, Erzurum)
“Kirli sakallı Kürtler: resmen terörist!”
“Mesela ben askerliği Urfa’da yaptım. Onlar askeri sevmiyorlar, Urfalılar. Niye? Apocu adam yani, Kürt. Şöyle söyleyeyim, mesela Hakkari’de her yerde terörist var. Benim askerliği yaptığım bir köy vardı. Sedat Bucak’ın köyü diyorlar. [Sedat Bucak’ın köyü de mi terörist?] Tabii. Resmen insanlar terörist. Biz arama yapmaya giderdik… Fuhuş var, silah kaçakçılığı, eroin, esrar hepsi var yani bu millette. Onu biz yapamıyoruz; Batılı insan fazla yapamıyor. Mesela ben Çorumluyum, ben Çorum’da hiçbir esrar olayı görmedim şimdiye kadar. Eroin veya silah kaçakçılığı duymadım yani. Ankara’da da nadir. Ama Doğu’ya gittiğiniz zaman her bölgede var. Köyde fuhuş yaptırıyorsa, ilde, ilçede haydi haydi yaptırır yani. Buna bir tepki var. Milletin oğlu şehit oluyor. Millet tabii Doğu’yu öyle gördüğü için halkta öyle bir ayrıcalık oluyor. Apocu olduğu için onlar, ara sıra pankart açıyorlar bir şey yapıyorlar. Ne oluyor? Ankara, İstanbul ayrıcalık yapıyor tabii.” (Mesut, 25, garson, Ankara)
“Burada bir sakallı insan bulamazsınız yani, göremezsiniz. Kürtler gibi sakallı biri yoktur. [Nasıl yani? Kürtler genellikle sakallı mı olur?] Tabii kirli sakallı oluyor. Ankara’da da olsa fark etmez. Kürtler zaten bu işi yapamaz, garsonluk yapamaz, mesela gidin Ankara’da çoğu otel Kürtlerin. Urfalı kebapçılar var. Doğu tarafından gelme. Adam otel yapıyor. Parayı nereden buluyor? Esrardan, eroinden, kızdan, karıdan. Onlardan geliyor para. Çalışmayla para biriktirip otel açamaz ki bir insan. Ben 14 senedir bu mesleği yapıyorum elime bir şey geçmiyor. Mesela Ankara’da şu anda çoğu mekân onların. Gidin bakın, sorun. Urfalıdır, Anteplidir, Maraşlıdır, Diyarbakırlıdır, Mardinlidir… Batı’dan zor bulursunuz yani.” (Mesut, Ankara)
“Geçenlerde, minibüste adam cep telefonuyla Kürtçe konuşuyor diye çıkıştılar. ‘Niye Türkçe konuşmuyorsun?’ diye. Ben çok rahatsız oldum. Ne var peki bunda bu kadar? Ben müdahale edemedim. Elim ayağım kesildi o an. Tam orada indim minibüsten.” (Semra, 27, memur, Konya)
“1917”: Hangi “olayın” öcü? Ya da “1915” ne yana düşer?
“Rus zulüm etmemiş Erzurum’da. İşgal etmiş, zulüm etmemiş. Yalnız Rus’un kendi içinde inkılap olmuş ya. Çekilmiş Rus kendiliğinden. Çekilirken silahlarını Ermenilere vermişler. Demişler ‘siz bu silahları alın, Türklerden yerinizi, öcünüzü alın.’ Çünkü Rus gelene kadar Ermeniler yerliymiş burada. Türklerle komşularmış. Beraber giderlermiş, gelirlermiş, ticaret yaparlarmış. Hiçbir şey yokmuş. Rus çekildikten sonra Ermeni katliam yapmaya başlamış. Öyle katliam yapmış ki mesela o köyler var, Erdasur Köyünde, Ali Baki Köyü derler şimdi, orada oranın Ermenileri, başka yerlerin Ermenileri gelmişler bir odaya girmişler, köylü tanıyor ya Türk kızları. Filanın evinde iyi bir kız var, falanın evinde iyi bir kız var. Onları bir odaya toplamışlar. Tecavüz etmeler, hakaret etmeler. Bir bayan da varmış, çok güzel ekmek pişirirmiş tandırda. Onu da getirmişler ki ekmek pişirsin. O ekmeği pişirirken bakmış ki bu bayanları toplayıp tecavüz ediyorlar. Ekmeği pişirmemiş, bayan da hamileymiş. İşte o Ermenilerin biri gelmiş demiş ki ne bekliyorsun, pişirsene ekmeği. Bu da kızmış, demiş ben size ekmek pişirmem. Beddualar etmiş. Süngüyü, karnından takmış, yırtılmış karnı, çocuğuyla beraber tandıra düşmüş. Tandır ateş… İşte Ermeni gittikten sonra gidip onun kemiklerini çıkarmışlar. Böyle niceleri. Tepe Köyü’nden bir gelini çırılçıplak etmiş duvara çarmıha germişler. Alaca’da camiye toplayıp yakmışlar. Ermeni katliamı öyle olmuş ki, hanımıyla adam giderken oradan Ermeniler çıkmışlar, hanım yalvarmış kocasına, demiş ‘beni vur’, ‘ya, demiş, ben seni nasıl vurayım’. Demiş, ‘Eğer beni vurmazsan onlar senin yanında bana tecavüz edecekler, seni de vuracaklar. Hiç olmazsa tecavüz etmeden vur’. Adam tabancayı çekmiş, hanımını vurmuş. Ermeniler tecavüz etmesin diye. Yani bunlar ben biraz meraklıydım çocukluğumda dedem babaannem anlatırlardı. Gece gündüz anlatmayla bitmez bu olaylar. Hanımlar böyle korkularından yüzlerine is sürerlermiş. Çirkin görünsünler diye. Hayvan gübrelerini alıp ellerine sürerlermiş. Tecavüz etmesinler diye. Hayvan gübresi yüze sürülür mü?” (Mete, 62, şoför, Erzurum)
“Ben kendimin milliyetçisiyim”
“Tabii Türk milliyetçisi olarak da tanımlıyorum ama yaşadığım il olarak, ilk önce Çorum milliyetçisiyim. Ondan sonra ülkeme bakarım. Yaşadığım yer olarak söylüyorum. Yanlış anlaşılmasın. Türkiye’de laflar esnek gider onun için söylüyorum. İlk önce yaşadığım toprakların, ondan sonra genel olarak Türkiye milliyetçisiyim.” (Kazım, 44, yerel gazeteci, Çorum)
“Ben doğma büyüme Trabzonluyum, Trabzon milliyetçiliği var… Bir Trabzonlu’nun olabileceği her şey bende var. Seviyorum.” (Erdal, 32, esnaf, Trabzon)
“Ben Bozkırlıyım. Bozkır Konya’ya bağlı. Konya civarında Bozkırlı oluşumu biraz daha şey olarak, hava atarak da söylerdim; ‘Elhamdülillah Bozkırlıyım’ diye! İnsanın böyle yamuğunun az çıktığı bir yer diye söylenir. Genelde yamuk insanlar hiç çıkmaz diye söylerler…” (Emir, Konya)
Yani mesele sadece “en” yabancılar değil…
“İnanıyorum ben buna, adam orucunu evinde belki tutmuyordur ama oruç yiyen birini de gördüğü zaman sokakta mutlaka döver. Hiç affetmez… Adamın biri, caddede sigara içerek yürüyor. Bir Erzurumlu görüyor bunu, arkadaşını arıyor, ‘Ahmet diyor, gel, bir tanesi orucunu yiyor, bunu bir dövelim’. Adam diyor ki, ‘dur çayımı içip geliyorum’! Elazığ’da da buna benzer bir şey vardır. Adam orucunu yiyor. Üç-dört kişi bunu görüyor, dövüyorlar. İyi dövüyorlar. Bu adam gidiyor 3-4 gün yarı yatalak baygın bir halde yatıyor. Biraz iyileşip tekrar caddeye çıkıyor. Yürürken bir bakıyor ki kendisini dövenler orucunu yiyor. Çok zoruna gidiyor. ‘Ya şunlara bak diyor, beni dövdüler, sonra da kendileri oruç yiyor. Ya diyor, ne olursa olsun ben gidip soracağım.’ Gidiyor, duruyor, çekiniyor. Dayak yerim en fazla, ne olacak diyor. ‘Ya, diyor, ben size bir şey soracağım. Geçen ben orucumu yerken beni dövdünüz, şimdi siz orucunuzu yiyorsunuz.’ Oradan birisi diyor ki, ‘biz tutmirik, tutturirik’… Yani biz tutmuyoruz tutturuyoruz!”(Turgut, 37, muhabir, Erzurum)
“Çorum’un misafirperverliğinin çevre illerde olduğunu zannetmiyorum. Ben mesela Kayseri’ye gitsem aç kalırım kanaatindeyim. Orada insanlar yabancılara farklı bakıyorlar.” (Cemşit, 40, esnaf, Çorum)
“Balıkesir bölgesinde Çepni denilen kesimler toplumun en hor görünen kesimi. Hatta sorardım yani, bazen eşime de sorarım, yani Çingeneler de çok yaygın orda. Şaşardım yani, ‘Çingeneler daha makbul’ derlerdi. ‘İşte en kötü şeyler onlardan beklenir, hırsızlıklar, kötülükler hep onlardan beklenir’. Ve o zaman da bizim burdaki (Hatay’daki) Alevilere de onlar gibi bakılıyordu. Onlara benzediğimizi düşünerek bakılıyordu. Korkular ordan geliyordu.” (Murat, 55, esnaf, Hatay)
“Sadri: Maraş’ta öyle ki Alevi dediğiniz vatandaşlar her yönüyle çok iyi, insanlık olarak… Bugün Maraş’ta Çerkes var, Arnavut var, Selanik göçmeni var. Maraş’ta çok bunlar. Maraş’ın en verimli tarlaları, arazileri Atatürk zamanında bunlara verilmiş. En iyi yerleri orada arazisi olanlara veriyorlar. Dağlardan bayırlardan da verebilirlerdi.
Şadi: Burada bir mağduriyet olmasın diye. En iyi yerler onlara verilmiş.
Sadri Şadi’ye soruyor: Maraş’ın en verimsiz yerleri de Türklerde. Öyle değil mi?
Soru: Kimi kastediyorsunuz?
Sadri: Alevi olmayan vatandaşları.
Soru: Aleviler Türk değil mi?
Sadri: Onu derken, yani lafın gelişi. Sünnilerde.” (Sadri, 42, esnaf; Şadi, 46, esnaf, Kahramanmaraş)
Cemaatleri sınıf; sınıfları cemaat böler
“Eskisi gibi çok sıkı ilişkiler yok. Bir cemaatin içinde bile beş kişilik bir zengin grubu var; hep onlar samimi, beraberler… Beş kişilik gariban, düşük gelirli insanlar da var; onlar da samimiler. Akşam oturdukları zaman aynı şeyleri konuştukları halde, aynı şeyleri düşündükleri halde, cemaat toplantısından çıktıktan sonra, çay içmeye birbirlerine gelen giden kişiler aynı gelir düzeyi olan cemaat mensupları… Herkes kendi sosyal muhitine gidiyor. Böyle cemaat bağlantıları olduğu halde… Daha kötüsü böyle bir cemaat bağlantısı olmadığı zaman da aynı şey. Aynı koltukta maç izleyip yerine göre aynı küfrü eden insanlar stattan sonra, bir başka ilişkide, birbirlerine çok daha kötü davranabiliyorlar. Aynı partiyi tutan, bunları bu kadar bağlayan bir şey olduğu halde bile insanlar bu kadar çok farklı yaşayabiliyorlarken, artık hiçbir bağlantısı olmayan insanların durumu daha kötü. Bunların mahalleleri de bir müddet sonra ayrılır. İki tane beraber büyüyen komşu, biri biraz zenginlemeye başlıyor artık mahallesini değiştiriyor. Belki de gerekli mi oluyor, onu da bilmiyorum. O daha lüks bir ev yapacağı için belki de. Buna bir miktar iyimser de bakıyorum. Onların arasında onların moralini bozmamak için belki de mesela başka yerde yaşıyor. (Emir, 45, kitapçı, Konya)
“Gölcük tersanesi lojmanlarında, biz işçi olarak ordaydık. İşçi-subay ayrımı vardı o lojmanlarda. Yani çocuklara kadar etkileniyorduk. Subay çocukları ayrı ayrı oynarlardı. Oynatmazlardı yani. Tabii orada çok vardır ast-üst davası falan çok olurdu oralarda, garnizonda. Yani bir an evvel çıkayım diye baktım. Faydaları nimetleri çoktu bana, kira falan vermiyordum. Ayrım rahatsız, çocuklarım için çok üzülüyordum. Onlar zaten gruplaşmış durumdalar. Donanma tarafı astsubaylardır; sahile gelin subaylardır; işçiler ayrı bir gruptu. Çocuklar için üzülürdüm ben; niye oynamasın? Ama bağırırlardı “o işçi çocuğu; konuşmayın onla, o işçi çocuğu!” diye. İki blok ötede subay lojmanlarıydı, işçiler de oralardaydı. Karışıktı yani. Bir ilgim olmuyordu, görüşmemiz olmuyordu. Hırslanıyordum tabii. O lojmandan ben bir an evvel çıkayım istedim, böyle ayrımcılık olunca. Niye çocuklar arkadaş olmasın? Aşılamamın âlemi ne? Sonuçta aynı okula gidiyorlar. Ama o annenin babanın şeyi mi nedir ne bileyim ben nasıl bir duygusuysa o?” (Selma, 58, ev kadını, Kocaeli)