Aysim Türkmen
İstanbul’un büyük bir bölümü bugün apartkondular (gecekonduların kat çıkmalarıyla oluşmuş apartmanlar) tarafından şekillendirilmiştir. Bu kent formu, ANAP iktidarının şehir popülizmi sonucunda oluşmuştur. Yani her seçim döneminde iktidarın tavizler vererek kentlinin kent toprağı üzerinden rant sağlamasına göz yumma politikasıyla oluşturduğu bir durum.
Şehrin daha az göze çarpan gelişimi ise, mülk sahiplerinin küçük ölçekli müteahhitlerle anlaşarak evlerini kat karşılığı apartmanlara dönüştürdükleri bir yapılanmadır.
İstanbul 2000’lere kadar bu şekilde dönüşürken, kentliler ev sahibi olmanın tek alternatif olarak düşünüldüğü bu model içinde yaşamaya, bu tarz bir mülkiyet ve dönüşüm tarzı içinde düşünmeye, kent ve yaşam mekânlarını bu şekilde algılamaya alıştı. Bu modelde devlet kentlileri ev sahibi olmaya teşvik eden politikalar izlerken, piyasaların küçük aktörleri kendi aralarındaki müzakerelerle kente şekil veriyor ve devlet bu müzakere alanına fazla karışmıyordu.
Büyük sermaye
İstanbul 1990’larda, bu tarz şehir gelişiminden farklı yeni bir oluşuma maruz kaldı. O zamana dek yapılaşmış kentin çeperinde 2. kuşak kent oluşmaya başlıyor. Bir ucu Atatürk Havaalanı, diğer ucu Sabiha Gökçen Havalimanı olup TEM otoyolu etrafında gelişen ve iki yakanın birbirine 2. Köprü ile bağlandığı bu kuşak, varolan boş alanlar ve geniş arsalar üzerinde, yeni uydu şehirler (Bahçeşehir, Göktürk, Ataşehir, Çekmeköy) ve yeni merkezî iş alanları (Maslak, Kağıthane, Ümraniye, Kozyatağı) oluşturarak gelişiyor.
Bu gelişmenin en göze çarpan noktası, gayrımenkul sektöründeki küçük sermayedar müteahhitlerin yerini büyük sermayenin almaya başlaması. Bu yeni yapılanmada devletin büyük sermayeye arsa temininde kolaylılar yaratarak ve imar uygulamalarında yardımcı olarak yeni gelişen dinamikler için gerekli altyapıyı sağladığını görüyoruz.
Özellikle AKP iktidarı ile kent yapılanmasında yeni bir evreye girdiğimizi söyleyebiliriz. Büyük sermayenin gayrımenkul alanına girmeye can atmasına rağmen yatırımlara girişebileceği boş ve geniş arsaların azalmaya başladığı bu dönemde, devletin gayrımenkul alanında daha önceki iktidarlara kıyasla çok daha aktif bir rol oynuyor. Ekonomik politikalarını gayrımenkul üzerinden şekillendiren AKP iktidarı, piyasada varolan sınırlı arsa arzını TOKİ yoluyla tekeline alarak artık baş aktör konumuna geçiyor. Bu yeni konum, yukarıda değindiğim kentlinin bildiği küçük aktörlü müzakerelere dayalı modeli ortadan kaldırdığı gibi, son dönemde ortaya çıkan yeni aktörü, yani büyük sermayeyi de kendi kontrolü altında tutuyor.
Bu modelin temel kurumu olan TOKİ’nin gelir paylaşımı yöntemi şöyle işliyor: TOKİ elindeki arsayı ihaleyle belirlenen bir yüzde karşılığında bir yükleniciye devrediyor ve yüklenicinin arsa üzerinde yapıp satacağı konutlardan sağlayacağı gelirin ihalede belirlenen yüzdeye göre paylaşılmasını öngörüyor. [1] Bu yöntemde TOKİ, “giderek azalan yatırıma elverişli parçalı mülkiyet yapısından arındırılmış arazi stoğunu devlet eliyle genişleterek gayrımenkul yatırım ortaklıklarına ve inşaat şirketlerine ucuz arazi sağlıyor.”[2]
Boyutlar ve aktörler değişiyor, ancak bildiğimiz kat karşılığı müteahhitle anlaşan arsa sahibi modeli aynen devam ediyor. Artık TOKİ arsayı sağlıyor, ihaleler açıyor, daha büyük ölçekli ve iktidarla iyi ilişkiler kurmuş olan müteahhit firmalar ihaleleri alıyor.
“Kentsel dönüşüm”
Bu model içindeki yeni boyut, azalan arsaların yerine arsa sağlamak için yeni bir mekanizmaya ihtiyaç olması ve artık kentlilerin kendi mülkleri üzerindeki insiyatiflerine el konarak oluşturulacak arsa arzını meşrulaştıracak bir söylemin oluşturulması. Tam bu noktada “kentsel dönüşüm” söyleminin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu söylem öyle bir şekilde ortaya çıkıyor ki kentlilerin mekânları “sağlıksız”, “çöküntü alanı”, yaşam tarzları da “geri kalmış” olarak nitelendirilip her kentlinin modern mekânlarda yaşaması gerektiği vurgulanıyor.
AKP iktidarı ve TOKİ ile birlikte kentliler olarak gecekondu mahallelerini kendi imkânlarımızla imar ettiğimiz, dönüşümü kendi arsamız üzerinde küçük ölçekli müteahhitlerle pazarlıklarla yapmaya alışkın olduğumuz bir sistemden, devletin kentsel dönüşüm söylemi ve ağır yaptırımlar içeren yasalarıyla birlikte çok güçlü bir düzenleyici olduğu bir başka sisteme geçiyoruz. Şimdiye dek kentli olma durumunun seçim dönemlerinde belediyelerle ya da müteahhitlerle arsalarımız üzerinden pazarlıklar yapmak demek olduğu bir anlayışı geride bırakıyoruz, devletin modern kentli olmamız gerekliliğini dikte ettiği yeni bir modelle karşı karşıya kalıyoruz.
Yani bir yandan bildiğimiz modeli bırakıp “modern” yaşamamız dikte ediliyor, diğer yandan model aslında değişmiyor ve sadece kentli olarak pazarlık şansımız elimizden alınıyor.
Toplu konut siloları
Modern bir kentli olmamız vaaz edilirken modern kentlilik, orta ve üst orta sınıf için “mortgage” alarak satın alınan site evinde oturma, alt ve alt orta sınıf için ise 15-20 sene borç ödeyerek sahip olunacak toplu konut sitelerinde yaşama olarak devlet tarafından belirleniyor. TOKİ, kentsel dönüşüm alanlarında nasıl bir proje yapılacağına, nasıl bir dönüşüm olacağına yatırımcıyla karar veriyor. Kentliler olarak bu modeldeki rolümüz, sadece tüketici ve borç ödeyiciler olarak imkânlarımız ölçeğinde hangi tarz sitede, nasıl bir fantazmagoriyi seçeceğimizle, hangi site reklamı ya da kataloğundan daha çok etkilendiğimizle sınırlandırılıyor. İmkânlarımız dar ise böyle bir seçme şansımız da kalmıyor. Toplu konut silolarında yeni modern kentli olmanın keyfini yaşamamız gerekiyor.
Biz kentliler de, özel site ya da silo sınırları içindeki ütopik/distopik dünyaların detay düzenlemelerinde “modern” olmanın hazzına varıyoruz.