Barış Uzun
Modernite’nin toplumsal varoluşu bütün boyutlarıyla kompartımanlara ayırdığını söylersek bu, kuşkusuz genelleme oluşundan ötürü eksik, ama yine de uygun bir başlangıç ifadesi olacak.
Din, bu kompartımanlardan biri olarak kendisine çizilen sınırlar içinde yeniden tanımlanmıştır. Aydınlanma’nın rasyonalitesi içinde din, salt bir metafizik ve tanrısallık ile malûl öte-alemsel bir olgu olarak dünyevî süreçlerden dışlanmış, bireysel alana ve tapınaklara hapsedilmiştir.
Bu, kültürel bir vaka olduğu kadar, aynı zamanda toplumsal ve dolayısıyla politiktir. Zira Avrupa’nın bir uygarlık merkezi olarak dünya sahnesine çıkışında Katolik Kilisesi’nin dogmaları ve hegemonyası ile girişilen, toplumsal sınıfların etrafında kümelendiği bir iktidar-sınıf mücadelesine şahit oluruz. Bu mücadeleye dinlere karşı yükselen temelden bir itirazın yanı sıra katolik hristiyanlığın tam karşıtı şekilde dünyevîleşmesi de (protestanlık, calvinizm) eşlik etmiştir. Erich Fromm, Psikanaliz ve Din kitabında şu çarpıcı ifadeleri kullanır:
“Dinler, dinsel bir bürokrasi ile yönetilen kitlesel örgütlenmeler haline gelir gelmez özgürlüğün mutlak ilkelerini çiğner ve bu ilişkilerden saptırır; tüm büyük dinlerin trajedisi budur. Dinsel bir örgütlenme ve onun temsilcileri bir dereceye kadar ailenin, kabilenin ve devletin yerini alır. Bu tür bir örgütlenme insanı özgürleştirmek yerine köleleştirir. Artık tapılan Tanrı değil, onun adına konuştuğunu ileri süren gruptur.”1
İtaatsizlik eylemleri
Bu durum, dinlerin tözsel olarak tahakkümcü olmasından ileri gelmez. Aslında dinlerin kurumsallaşarak büründüğü bu form, bağrından çıktıkları toplumsal iklim göz önüne alındığında gerçekten de Erich Fromm’un dediği gibi bir tür trajedidir. Çünkü bildiklerimiz arasında bilhassa İbrahimî dinlerin (Musevilik, Hristiyanlık, İslamiyet) tarihsel serüvenleri toplumsal adalet merkezli birer itaatsizlik eylemi olarak başlamıştır. Her birinin kendi kanonik metinlerinde de donelerine rastlanacağı üzere, söz konusu olan madunların “gelecek iştiyaki”nin, arzu ve özlemlerinin teolojik düzlemde yankı bulmasıdır.
İslam, bu yankının en gür karşılığını bulduğu dinlerden biridir. Gelgelelim, o da kendi trajedisini yaşamaktan kurtulamamıştır. Kabileci soy taassubuna, köleliğe, tüccar-ruhban-büyücü hegemonyasına bir isyan olarak tarih sahnesine çıkmış, çok geçmeden aynı hegemonya ilişkilerini, terminolojisini temellük eden yeni seçkinler sınıfı (Ümeyyeoğulları ve bağlaşıkları) eliyle tersinden yeniden üretmiştir. Bu tersyüz oluş o derece köklüdür ki, mesela kendisinin varlık nedeninin dirileri uyarmak olduğunu söyleyen Kur’an suresi (bkz. Yasin Suresi, 70. ayet) en çok mezarlıklarda ölülere okunur olmuştur. Cinciliğe, büyücülüğe, falcılığın her türüne lanetler yağdıran bir kitabın hitabı en çok büyüsel terkiplerin malzemesi olmuş, teberrüken okunan tılsımlı, esrarlı şifrelere dönüşmüştür.
İslam’ın deneyimlediği trajediler saymakla bitmez, bunları ard arda sıralamak zaten malûmu tekrar etmekten öteye geçmeyecektir. Biz de zaten burada mufassal bir tarihsel analize girişmek niyetinde değiliz. Dinlerin kaderi üzerine, özellikle ilk kuşak marksistlerin ve pozitivist bilimci çevrelerin ettiği onca büyük büyük laftan sonra görünen manzara, arzu ve öngörülerinin çürüğe çıktığı hakikatidir.
Ortodokslaşma
Nitekim dinler ne tarihe karışmış ne de işlevini yitirmiştir. Aksine son derece canlı bir şekilde insanî-toplumsal varoluşun parçası olmaya devam etmektedirler. Eliade’nin dediği gibi, “kutsal”, insan bilincinin tarihinde bir aşama değil, bilincin yapısı içinde bir unsurdur. Hal böyleyken, dinler ve toplumsal alanda oynadıkları rol üzerinde düşünürken, özellikle sosyalistlerin mevcut algı eşiklerini aşmaları gerekmektedir. Eğer muhafazakârlık ve ortodokslaşma bir sorunsa, bu şüphesiz sadece dinlerin sorunu değildir.
Marksistlerin de kendi düşün dünyalarını inşa eden metinlerle girdikleri ilişki biçimlerinde bir tür gelenek fetişizmi ürettiği, ortodokslaşmayı ve tıpkı dindarlar gibi metin merkezli bir tutuculuğu kendi mecraında deneyimlediği bir vakıadır.
İnsan bilincinin bir unsuru olarak “kutsal”, dinsel öğretiler biçiminde, Marx’ın ifade ettiği haliyle mazlum varlığın içli çığlığıdır; aynı varlığın kâh daha aşkın bir şekilde varoluşun kendisiyle, kâh dünyevi ızdıraplarla girdiği ilişkinin dilidir. Tarihte ezilen kitlelerin kendilerini en kuşatıcı şekilde saran itiraz biçimi din olmuştur. Ne nicel ne nitel yönden hiçbir ideoloji aynı düzeyde bir kuşatıcılığa, harekete geçirici kabiliyete erişememiştir. Zaten bu eşiğe yaklaşanlar da kitleleri tapınç düzeyinde sararak dinselleşme temayülü göstermiştir.
Dolayısıyla, bu coğrafyada yükselecek olası bir sosyal adalet sözünün, bir toplumsal kalkışmanın dinsel olandan arınmış, rafine bir profanlık biçiminde olmasını beklemek en hafif tabiriyle saflık olacaktır. Eşitlik, özgürlük, adalet ve hak talepleri din dili ile ifadesini bulduğu zaman kitlelerin gönül dünyasında kök salmaya başlayacak, insanlar muhafazakârlaşmanın zindanından çıkacaktır. Türkiyeli sosyalistlerin bu olguyu dikkate almayıp bir de üstelik ona savaş açması ise büyük olasılıkla bu topraklardaki makûs talihini tekrar deneyimlemesi neticesini verecektir.