Roni Margulies
Cahit Külebi hiç kuşkusuz Cumhuriyet döneminin en büyük şairlerinden biri ve değeri en az teslim edilenidir. Kanımca Yahya Kemal, Nazım Hikmet ve Edip Cansever ile aynı nefeste anılması gerekirken, Külebi “anılmayan” bir şairdir.
Turgut Uyar 1968’de kaleme aldığı bir yazısında şöyle der: “Külebi bir ‘vakıa’dır, bir açıklanmaz olaydır Türk şiirinde. Oysa gündeşi Orhan Veli kuşağı açıklanabilir; birtakım toplumsal koşullara bağlanarak, yetişme, oluşma, yaşama düzenlerine bakarak açıklanabilir… Ya Külebi? Külebi, durup dururken çıkar”. Oysa Külebi tam da toplumsal koşullara bağlanarak açıklanabilir: 1950’lerde başlayarak günümüze dek süren ve bu dönemin özellikle ilk 20 yılında Türkiye’nin sosyo-ekonomik ve siyasi yaşamının en çarpıcı gelişmesi olan, döneme adeta damgasını vuran toplumsal olgunun, iç göç olgusunun şairidir Cahit Külebi. Şiirinin toplumsal temeli, maddi zemini Türkiye’yi onyıllarca kasıp kavuran köyden kente göç olgusudur. Ve bu temele oturduğu için, derin toplumsal kökleri olduğu için büyüktür Külebi’nin şiiri.
Külebi’nin temel teması, dönüp dolaşıp işlediği, şiirinin can damarı olan tema şehirdeki köylünün, ilk nesil şehirlinin yalnızlığı, özlemleri ve hasreti, fakirliği ve kimsesizliğidir.
Yaygın görüş Külebi’nin halk şairi, Anadolu şairi olduğudur. “O halk’tır, halktandır (halk dediğimiz neyse), halkça duygulanır”, der Turgut Uyar, “bütün ezilmişliğini de keyfini de duyurur Anadolu insanının”, der, “Anadolu lirizmini” taşıdığını söyler. Oysa, Anadolu temalarının işlendiği her şiir dönüp geriye bakarak yazılmıştır, köye şehirden bakar. Anadolu köylüsünün şairi değildir Külebi, büyük kente göç etmiş köylünün şairidir.
Büyük şiir ve beylik şiir
Cahit Külebi hem çok iyi bir şairdir hem de çok kötü şiirler yazmıştır.
Kendine özgü bir şiiri, kendine özgü bir şiir dili vardır, iyi şiirlerinin hepsinde başkasının olduğu bir an için bile zannedilmesi mümkün olmayan bir Külebi sesi vardır. Ama aynı zamanda en sıradan, en yeteneksiz şairin yazacağı kadar ezbere, Mehmet Emin Yurdakul şiiri kadar beylik ve pespaye şiirleri de vardır.
Niye? Nasıl oluyor da aynı şair hem mükemmel şiir hem beylik şiir yazabiliyor?
Divan şiiri ile ilgili bir soruşturmaya verdiği cevapta Edip Cansever bu şiire niye ilgi duymadığını anlatır ve şöyle der: “… gerçek yaşamdan uzak bir şiirdir de ondan. Ne doğası doğa, ne aşkı inandırıcı bir aşk, ne de insanı etiyle kanıyla somut bir insandır… Onca yüzyıl egemenliğini sürdürmüş bir şiirden bir tek ‘Osmanlı İnsanı’ bile çıkaramayız. Öyleyse? İnsanın olmadığı yerde şiir aramak çabası boş bir çaba değilse nedir? Yaşamasızlığın getireceği tek şey ölü şiir hücreleri, ölü bir doku olmaktan öteye geçemez.”
Çoğu büyük şair gibi, Külebi’nin de bütün iyi şiirleri buram buram yaşam ve yaşanmışlık kokar. Bu şiirlerin doğası doğadır, insanı etiyle kemiğiyle somut bir insandır. Ve hep aynı insandır: Köyden kente göçmüş, kentte yabancı ve yalnız kalmış, bunalmış, umutlarını ve yaşam sevincini yitirmiş, bir yandan dayanılmaz bir özlemle yanan, bir yandan içinde yanardağ gibi bir öfke yükselen insandır.
Bu insan, “İkinci Kişi” şiirindeki kişidir: Yani kente yeni göç etmiş, genç Külebi. Ona seslenir, onu yazar bu şiirde ve tüm iyi şiirlerinde:
“Atlarla, insanlardan daha çok / yoldaş mıydın çocukluğunda? / Neyledin hepsinin yokluğunda?”
“Nasıldı gurbete ilk çıkışın? / Kıyısına ilk vardığın deniz?”
Külebi’nin bütün iyi şiirleri aynı şiirin tekrar tekrar yazılmış şekilleridir adeta. Ve bu şiirin belki de en güzel örnekleri “İstanbul”, “Tokata Doğru”, “Tokata Girerken” ve “Yurt” şiirleridir. “Belki de” dedim ama, hiç kuşkum yok, “İstanbul” sadece Külebi’nin değil, Cumhuriyet döneminin en güzel şiirlerinden biridir. Bu kadar sade, yalın, fazlalıksız, fantezisiz, adeta 30 saniyede kendiliğinden çıkıvermiş kadar kolay yazıldığı hissini uyandıran ve ama bir insanlık durumunu bu kadar yoğun ve çarpıcı bir şekilde canlandıran, son dizesiyle insana adeta fiziksel bir acı çektiren bir şiir var mıdır, bilmiyorum. Varsa, ben okumadım.
“Niksarda evimizdeyken / Küçük bir serçe kadar hürdüm” der Külebi şiirin başında. Ama sonra, İstanbul’da:
“Anladım bu şehir başkadır.
Herkes beni aldattı gitti,
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti.
Yine kamyonlar kavun taşır,
Fakat içimde şarkı bitti.”
Bundan en az 10, belki de 15 yıl sonra yazılmış olan “Tokata Girerken” biçim olarak da, içerik olarak da tam aynıdır:
“Tokata girerken bir derin / Vadi var her taraf yeşil” diye başlar,
“Alın beni bırakın o vadiye
Belki yüzyıllarca yaşarım.
Alın beni bırakın o vadiye
Belki yüzyıllarca yaşarım.
Şu bizim Külebi n’oldu diye
İsterse sormasın ahbaplarım.”
Aynı özlem, aynı şikâyet. Geride bıraktığı yerde “Ne kin, ne haset, ne başka şeyler!” Büyük kentte ise, ortadan kaybolduğunda “N’oldu?” diye merak bile etmeyecek olan ahbaplar. İnsan ilişkileridir Külebi’yi yoran, mutsuz eden; sahte ve afakî bir doğa özlemi değil.
“Tokata Doğru” şiirinde özlenen doğaymış gibi görünür. “Bir türkü kadar uzak” olanlar kavaklar ve akçakavaklardır, atlardır, “Çamlıbelden Tokata doğru / Tozlu yolların aktığı ırmak”tır. Ama biliyoruz ki Çamlıbel’in önemi doğasının güzelliğinden değil, Külebi’nin ilkokul birinci ve ikinci sınıfları okuduğu yer olmasından gelir. Bir yazısında şöyle der Çamlıbel hakkında:
“Kasabanın ortasından Sivas-Tokat yolu geçerdi… Biz yolun üstünde, kasabanın çıkış yerinde boş bir handa otururduk. Hanın avlusu çok genişti. Ortasında bir kuyu vardı. Önünde de gürül gürül akan bir ark. İlkokulun birinci ve ikinci sınıflarını hanın yanındaki ilkokulda okudum. Hanın avlusunda çoğu zaman tek başıma oynardım. Köprüler, kubbeli fırınlar yapardım. Babam bir oyuncak değirmen yaptırmıştı. Kalıp kalıp söktüğüm çimlerle taşları besleyerek arığa set yapardım. Yerleştirdiğim oluk, değirmenin çarkını, taşlarını döndürürdü. Sahici bir değirmen gibi.”
Şiirde yer almamalarına rağmen, “Tokata Doğru” şiirine somutluğunu, sahiciliğini veren, Çamlıbel ve bu köprüler, kubbeli fırınlar ve oyuncak değirmendir. Şiirin her dörtlüğünün sonundaki “dön geri bak” nakaratının ve “Gözlerim yaşarıyor, dön geri bak” dizesinin birer hançer kadar etkili olması ilkokul günlerinin o oyuncak değirmeni sayesindedir.
“Yurt” şiirinde de yine ardıçlar, gürgenler, çiçekler, dağlar, dereler vardır; “Tokatla Niksar arasında / Bir küçük ev görünür uzaktan”. Ama doğa kişiseldir yine, Külebi’nin doğasıdır, çocukluğunu, gençliğini simgeleyen doğadır, herhangi bir doğa değil: “Allı güllü çiçekler / Elimle dikilmiş bahçesine. / Yürüsem hepsi koşar ardımdan / Çocuk gibi delicesine.”
Nitekim, şiirin en çarpıcı dizeleri, “Siz baksanız bir şey göremezsiniz / Benim yurdumdur orası”, bir yandan kentlilerin duyarsızlığından sitem eder, ama bir yandan da anlattığı doğanın “kendi” doğası olduğunu vurgular.
Sahici yurt ve ezbere yurt
Bu şiirdeki “yurt” ile “Atatürk Kurtuluş Savaşında” veya “Atatürk’e Ağıt” veya “Köy Öğretmenleri” veya “Yurdum” şiirlerindeki “yurt” arasındaki fark, Külebi’nin büyük ve sahici şiiriyle sahte ve banal şiirleri arasındaki farkı açıklar. Bu iki “yurt” Külebi’nin hem çok iyi bir şair hem de çok kötü şiirler yazmış bir şair olmasının sırrını içerir.
Yurtlardan birincisi, Külebi’nin doğup büyüdüğü köy ve kasabalardan, yüzdüğü derelerden, diktiği çiçeklerden, babasıyla oyunlar oynadığı han ve evlerden oluşan hakiki, deneyimlenmiş, yaşanmış, gerçek bir sevgiyle sevilen bir yurt.
Diğeri ise, ilkokul müsamerelerinde okunanlara benzeyen şu dizelerdeki yurt:
Önce adını öğrenir çocuklarımız!
Eli kalem tutup yazanda.
Binler yaşa, yurdumuza hizmeti büyük!
Kemal Paşa! Ölümsüz insan! Şanlı Atatürk!
(Atatürk Kurtuluş Savaşında)
Veya şu dizelerdeki:
Ağladığım senin içindir!
Güldüğüm senin için;
Öpüp başıma koyduğum
Ekmek gibisin!
(Yurdum)
Veya:
Kemal Paşa çıkageldi
Bir alevdir aldı gitti yurdumuzun gönlünde,
Çorap gibi söküp attı
Düşmanları ordumuzun önünde.
(Atatürk’e Ağıt)
Ve nihayet:
Çemişkezekte, Patnosta, Malazgirtte doğanlar
Bütün bunları düşünmelisiniz.
Yüce ırmaklar gibi sessiz, sürekli
Kağnılarla, arabalarla, kamyonlarla
Akıp köylere gitmelisiniz!
Yurdumuza ışık iletmelisiniz.
(Köy Öğretmenleri II)
Bu örneklerdeki “yurt” Külebi’nin yaşadığı, bildiği “kişisel” yurt değil, Atatürkçülüğün uzaktan ve yukarıdan baktığı “kavramsal” yurttur.
Dolayısıyla, şiirlerdeki duygular yapay, imgeler banal, sevgi zorakidir. Çemişkezek, Patnos ve Malazgirtlilere dışarıdan ve yukarıdan akıl verilmektedir. Sahicilik gitmiş, giderken şiiri de beraberinde götürmüş, yerini soğuk ve didaktik bir hamasete bırakmıştır. Bu şiirlerin ne doğası doğa, ne aşkı inandırıcı bir aşk, ne de insanı etiyle kemiğiyle somut bir insandır. Bu şiirlerdeki Çemişkezek, Patnos ve Malazgirtliler Külebi’nin tanıdığı gerçek köylüler değil, Kemalizm’in “Köylü milletin efendisidir” şiarındaki hayalî köylülerdir.
Bu şiirlerde Kemalizm’in “halka rağme halk için”, tepeden inme reformizminin kurgusal köylüsü, hayalî halkı vardır. Külebi’nin Niksar’da oyun oynadığı çocuklar veya Ankara’da sırtında küfeyle gezinen adam değil, şehirli Kemalist aydının uzaktan ve yukardan gördüğü, tanımadığı kalabalık vardır. Örneğin, “Kim tutup kurtaracak bunları” dizesi Kemalizm’in seçkinciliğinin, tepedenciliğinin çok özlü bir ifadesi kuşkusuz, ama insanın tüylerini diken diken ediyor.
Külebi, Kemalist gözlüklerini takıp Çemişkezek, Patnos ve Malazgirt’i yazdığında, şiirle ilişkisi kopar, “Türküm, doğruyum, çalışkanım” düzeyine düşer.
Külebi’nin yurdu Niksar’dır, Çamlıbel’dir, Tokat’a doğrudur. Onları yazdığında hakiki şiir yazar.