Bu toprakların kadîm sorunlarından birisi olan Kürt sorunu, tarafların üzerinde anlaştığı gerçek bir çözüm bulunana kadar ‘sorun’ olarak kalmaya devam edecek. Sorunun adı aynı olunca içeriğinin de aynı kaldığını sanıyoruz belki, ama yanılıyoruz. Bu sorun, çözülmediği her gün kronikleşiyor, derinleşiyor, en önemlisi daha fazla cana mal oluyor. Dolayısıyla sorunu çözmekten kaçtığımızda olduğumuz yerde durmuş olmuyoruz… Peki yıllardan beri etrafından dönüp durduğumuz ve bir türlü içinden çıkılamayan Kürt sorununun çözümünde hangi noktadayız? Çözümün önündeki engeller neler? Kürt sorununu çözmek ne demek? Tüm bu soruları, Son Kürt İsyanı, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu ve Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa kitaplarının yazarı, İstanbul Şehir Üniversitesi öğretim üyesi Mesut Yeğen ile konuştuk.
Arife Köse: 2011’de yayımlanan Son Kürt İsyanı adlı kitabınızın önsözünde “Fırtına dinmiş görünüyor. Kürt meselesinde geçmişe nazaran iyi zamanlardayız. Geçmiş derken öyle uzak geçmişi… o feci doksanları bile kastetmiyorum. Çok daha yakın bir geçmişe, sadece birkaç sene öncesine nazaran iyi zamanlardayız” diyorsunuz. Bugün hâlâ aynı ümide ve tespite sahip misiniz?
Mesut Yeğen: Aynı ümidi taşıyorum, ama oradaki analiz doğrulandı mı derseniz, kısmen evet, kısmen hayır. Şunu söylemeye çalışmıştım: Devlet, Cumhuriyet dönemi boyunca Kürt meselesiyle Kürtlerin haklarını tanımamak ve Kürtleri tepelemek, yani tenkil etmek vasıtasıyla meşgul oldu. Cumhuriyet’in Kürt meselesi siyaseti 1990’lara kadar bu iki sütun üzerine yükseldi. 2007’de ise, doksanlarla birlikte başlayan bir sürecin tekamül ettiğini söylemiştim. Bu yeni sürecin esasını da şu oluşturuyordu: artık tanımamak olacak iş değil, Kürtlerin haklarının bir şekilde tanınması ve tenkilden vazgeçmek gerekiyor. Bugün şunu söyleyebilirim, 2007’de tenkilden vazgeçmeye ve tanımamayı sorgulamaya binaen oluşturulan yeni siyaset, yeni paradigma bugün de devam ediyor. Ama bu yeni siyaset içerisinde taktik değişiklikler, taktik savrulmalar var.
– Ne gibi mesela?
– 2011 Haziran seçimlerinden önceki halimizi ve şimdiki halimizi düşünün. 2011 seçimleri öncesinde devlet ve PKK arasında görüşmeler gerçekleşiyordu ve Kürt meselesinin silahlı mücadele kısmının çözümü çok yakın gibi görünüyordu, bugün ise bu noktadan epey uzaklaşmış gibi görünüyoruz. Ama şimdi geriye dönük olarak vakıf olduğumuz bilgiler şunu gösteriyor: Cumhuriyet hükümeti, MGK, yani aslında devlet, Kürt meselesini başka bir biçimde ele almanın imkânlarını araştırmış, burada kendince bir etüt de yapmış. Her ne kadar çok başarılı olmasa da ortada yeni bir etüt var, bu belli.
– Hangi açılardan başarısız buluyorsunuz?
– Benim anladığım 2011 civarında devlet, esas olarak kısmî, zayıf bir tanıma siyaseti ve PKK’yi çok fazla onurlandırmayacak ya da çok fazla bir prestijle buluşturmayacak türden bir af siyaseti karşılığında silahsızlandırma işini halledebileceğini düşündü. Anladığım kadarıyla planlarını bunun üzerine inşa etti. Ancak bu yeni siyaset pek de başarılı olmadı. Dolayısıyla günümüzün sorusu, PKK’ye çok prestij kazandırmayacak türden bir af ve zayıf tanıma siyasetinin ötesinde bir yere geçebilecek miyiz, geçemeyecek miyiz sorusudur. 2011 Haziran’ından bugüne kadarki süreçte hükümet ve devlet bunun ötesine geçmeyeceğini beyan etti. Ancak geride kalan süreç bu geçmeme halinin devlet ve hükümet açısından hayırlı neticeler üretmeyeceğini gösterdi. En son Newroz’da yaşadıklarımız da gösterdi ki örneğin artık Diyarbakır’ı yasakla, baskıyla yönetmenin imkânı kalmamıştır.
– Bu zayıf tanıma politikasının sınırları nelerdir?
– Beyan edilen çok belli. Kürt siyasetinin tanıma meselesine dair iki büyük talebi var: Birincisi, “Kürdistan’ı, o olmadı Kürt şehirlerini, seçilmiş Kürtler yönetecek”, yani özyönetim. İkincisi, Kürtçe’nin eğitim dili olması ve bölgesel bir resmî dil olarak kabul edilmesi. Kürtlerin tanıma kısmında talepleri bunlar, devletin önerisi ise Kürtçenin seçmeli ders olması, özyönetimin ise Kürtlerin istediği biçimde olmayıp sadece yerel yönetimlere bir takım yetkilerin devredilmesiyle sınırlı kalması. Dolayısıyla tanıma siyasetinde talep edilen ile önerilen arasında büyük bir makas var. Ve hükümet şu ana kadar bu makası kapatmamak konusunda kararlı. Ama ben bunun sadece hükümetin fikri olduğunu sanmıyorum. Bence bu MGK’da 2007’de kararlaştırılmış bir siyaset. 2007’den beri devlet bu zayıf tanıma siyaseti karşılığında PKK’yi bir şekilde silahsızlandırmaya çalışıyor.
– Dünyada bu tür süreçlerin çözümüne dair örnekler, silah bırakma ve müzakere etme pratikleri var. AK Parti’nin bunları bilmemesi mümkün değil. Dolayısıyla AKP’nin sözünü ettiğiniz kararlılığı ancak bir tercih olabilir. Bu tercihin altında yatan etkenler nelerdir?
– İki şeye referansla sorunuza cevap vermeye çalışayım. Birincisi Kürt meselesinin niteliğiyle, ikincisi ise AK Parti’nin Kürt meselesini etüt etme biçimi ile ilgili. İkincisiyle başlayacak olursak, AK Parti Kürt meselesini önceki hükümetlerden farklı olarak şöyle etüt etti: “Cumhuriyet Kürtlere gereğinden fazla haşin davrandı ve kimliklerini tümden yadsıyarak gururlarını kırdı. Dolayısıyla, en azından Kürtlerin kırılmış gururunu onaracak düzeyde bir tanıma siyaseti ve buna eşlik edecek bir şefkat siyaseti ile Kürtler mevcut temsilcilerinden, yani BDP ve PKK’den koparılabilir.” Bence AK Parti böyle bir hesap yaptı ve MGK’yı da bu siyasetin geçerliliğine ikna etti. Bu siyasette, bu etütte yanıldı AK Parti. AK Parti’nin önerdiği bu çözüm 80’lerin ortasında, 90’larda gelseydi belki bir karşılığı olabilirdi. Kürtler belki BDP-PKK çizgisinden kopup daha rejim içi bir aktörün etrafında toplanabilirdi. Ama geçmiş olsun, köprünün altından çok sular aktı. Dolayısıyla, birincisi AK Parti etütte yanıldı. Kürtler ne bu zayıf tanıma siyasetine onay verdi, ne de Kürtler açısından mesele basitçe bir şefkat meselesi. Bir şefkat meselesi olduğu taraf var, ama Kürtler için bu mesele daha ziyade bir haysiyet meselesi. Yani Kürtler Kürtlüklerinin olduğunca hacimli bir şekilde tanınmasını istiyor. Dünyada ulusal kimliklerin bu hacimde tanınmasının çok temel biçimleri var. Eğitim gibi, yayın gibi alanlarda o dilin kendisini ifade etmesinin önünü açmak bunlardan bir tanesi. Şimdi Türkiye’de henüz bu kısma gelinmiş değil. Kürt meselesinin niteliği ile ilgili kısma gelecek olursam, AK Parti ve MGK bence Kürt meselesinin niteliğini ya doğru anlamış değiller ya da fazlasıyla doğru anlamışlar.
– Nasıl?
– Fazlasıyla doğru anlamış olabilirler. Şöyle ki, Kürt meselesinde demin dediğim çizgide radikal bir tanıma adım atacak olursanız şöyle bir gerçekle karşı karşıya kalırsınız: burası iki uluslu bir devlete döner. Ya işin buraya gideceği bilindiği için MGK ve AK Parti bu yolu açmak istemiyor ya da Kürtlerin bu ülkede ikinci bir ulus olabileceklerine dair bir inançları yok, dolayısıyla Kürtçe eğitim gibi, özyönetim gibi haklarının tanınmasını ‘gereksiz’, ‘aşırı’ buluyorlar. Ben daha ziyade birincisinin geçerli olduğunu düşünüyorum. Yani bu ülkede devlet, hükümet şunu apaçık biliyor; bu tanıma siyaseti hacimli bir şekilde takip edilirse, yani Kürtçe eğitim ve özyönetim talepleri kabul edilirse, mevcut ulus anlayışımızı da değiştirmezsek, yirmi sene sonra ulaşacağımız şey iki uluslu bir ülkedir. Kelimenin gerçek anlamıyla vatandaşlık esaslı bir ulus fikrini benimsemediğimiz takdirde, sözünü ettiğim türden bir tanıma siyaseti, Türkiye’yi Kürtlerden ve Türklerden mürekkep iki uluslu ve iki bölgeli bir federal devlete götürür.
– Ama 1924’e kadar anayasal ve pratik düzeyde böyle iki uluslu bir durum vardı.
– Evet, aslında 1918-24 arasında devlet aklı tam da bu durumu tanıdı. Yani dünya savaşı sonrasındaki birkaç sene boyunca gittiğimiz yer tam da özerk ya da federal bir Kürdistan’dı. Ancak devlet bir noktada bunu engelleyebilecek gücü olduğunu hissetti. Gücünü kullanarak ilerlemenin o yönde olmasına engel oldu ve 80 sene bir anlamda başarılı bir engelleme siyaseti izledi. Kürtler ve Türkler 1920’ler civarında neredeyse eşit kültürel ve siyasî haklara sahip olacakken, ‘Kürtler yoktur’ fikriyle 80 yıl geçirdik. Bu da şu demek: Cumhuriyet’in Kürtler ve Türklerden oluşan bir Türkiye fikrinin reddine dayanan siyaseti kısmen başarılı oldu, çünkü 1920’lerde ‘Kürtler ve Türkler iktidarı paylaşacak’ önermesinden sonra 80 yılı Kürtlerin Kürtlüklerinin inkâr edilmesiyle geçirdik. Bu anlamda, inkâr siyaseti, iki uluslu bir siyasî yapıyı reddetme siyaseti başarılı oldu, ama ancak 1990’lara kadar.
– Nasıl gelişti bu süreç?
– Şunu görmek lazım: 1940’lar ve 60’lar arasında sadece hükümetleri yönetenler, rejimin kurucuları ve onları takip eden birinci kuşak değil, uluslararası kamuoyu da Kürt meselesinin bittiğine, Kürtlerin adım adım Türkleşmeye başladığına ve Kürtlerin buna gönüllü biçimde rıza gösterdiğine ikna olmuştu. Manzara 1960’dan sonra değişmeye başladı. 1958’de Baasçı darbe Irak’ta Kürtlerin önünü açtı. Akabinde 1960 darbesi ve ardından solun gelişimi Türkiye’de Kürtlerin önünü açtı. Kentleşme ve sanayileşme insanları yeni deneyimlerle buluşturdu. Bütün bu siyasî ve sosyolojik gelişmelerin ardından Kürtlük denen şey aslında tarihe geri döndü. Önce Kürt solu, sonra PKK çıktı ortaya. Bu irade ve sözünü ettiğim sosyolojik koşullar birleşince, Cumhuriyet’in 80 sene önce hallettim dediği şey Kürt sorunu olarak bütün cesametiyle önüne dikildi.
– 1924 sonrasında da Ermeniler Ermeni kimlikleri, Rumlar Rum kimlikleriyle tanınırken, Kürtlerin bu statüde bile tanınmayıp doğrudan yok sayıldıklarını görüyoruz. Bunun nedeni neydi?
– Bu tamamen Müslimlik gayrimüslimlik ayırımıyla ilgili. Cumhuriyet, gayrimüslimleri Türkleştiremeyeceğini düşündüğü ya da Türkleştirmek istemediği için onları etno-dinsel kimlikleriyle tanıdı. Ama bu tanımanın da bedelini ödetti onlara. Lozan ile birlikte gayrimüslimlerin kültürel hakları tanındı, ama bu hakların tanınmış olmasının bedeli onlar için ayrımcılık oldu. Ülkenin her yerinde ve her düzeyde ayrımcılığa maruz kaldı gayrimüslimler. Kürtler ise Türkleştikleri oranda ayrımcılıktan nasiplerini almadılar, ama Kürtlüklerinden mahrum kalarak. Cumhuriyet’in böyle bir etnik siyaseti vardı. Bir dönem Osmanlı’ya tabi olarak yaşamış Müslümanlar Cumhuriyet’in muteber ve makbul vatandaşları olma hakkına sahip oldu; şüphesiz dillerini unutarak. Gayrimüslimler ise Lozan’da elde ettikleri farklı kalma hakkının bedelini her düzeyde ayrımcılığa maruz kalarak ödedi.
– Tanıma siyasetindeki tartışmalara dönersek, bu konuda yaygınca ifade edilen bir görüş Kürtlerin sürekli verilenden fazlasını istedikleri, duracakları noktayı bilmedikleri yönünde. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
– Şu ana kadar Kürtlere tanınan haklar ortada. Tanınan en radikal hak TRT 6. Hükümet, eğitim meselesinde seçmeli dersin ötesine geçmemeye kararlı görünüyor. Kürtçe’nin medeniyet dili olup olmadığını sorgulayan bir anlayış var karşımızda. Şimdi bu koşullarda Kürtlere öyle çok fazla hak falan verildiğini, Kürtlerin de bunlarla yetinmediğini söylemek ampirik olarak mümkün görünmüyor. İkincisi, demokrasi dediğimiz şey bence tam da vatandaşın aldığından daha fazla hakkı istemesiyle ilgili bir durumdur. Demokrasi, geleceğin belirsiz olduğu, toplumun nereye gideceğinin, nereye evrileceğinin belirsiz olduğu bir rejimdir. Demokraside yurttaş her şeyi isteyebilir. Yani yurttaşların bir kısmı kalkıp ‘biz ayrılacağız’ da diyebilir, böyle bir hakka da sahiptirler. Yurttaşın hep daha fazlasını istediğini, arsızlaştığını söylemek demokrasiye inanmamaktır. Ama bence burada başka bir mesele var.
– Nedir o?
– Türkiye 28 Şubat sonrasında çok temel bir dönüşüm yaşadı. 28 Şubat’ta devlet Türkiye’nin muhafazakârlarına bir sınır gösterdi. Dindarlar, muhafazakârlar ve onların temsilcileri o sınırı aşıp gitmek, devirmek yerine, o sınırın etrafından dolaşmayı uygun buldu. Böyle yapmalarının da bir sebebi var. Tarihsel olarak muhafazakârlar, dindarlar herkesten daha fazla kendilerini bu ülkenin sahibi olarak hissediyor. Bizim demokrasi kültürümüzde de bunun bir karşılığı olduğunu kabul etmek lazım. Eninde sonunda burası bir çoğunlukçu demokrasi kültürüne sahip. Dindarlar, muhafazakârlar ülkeye baktıklarında hep şunu görüyorlar: “Biz burada büyük bir çoğunluğuz ama devlet bu çoğunluğa uygun davranmıyor, devlet bu çoğunluğun elinde değil”. Dolayısıyla 28 Şubat sonrasında geliştirdikleri tavır, refleks bence esas olarak bununla ilgiliydi. Devleti kendi devletleri olarak gördükleri için, bu engeli yıkıp geçmektense, aşıp geçmek, bu sınırları zorlamak gibi bir yol benimsediler. Bu serüveni yaşamış dindar ve muhafazakârlar ve onların temsilcileri Kürt meselesine ve Kürt siyasetine fazlasıyla kendi özgül serüvenlerinden bakıyorlar. Ve şöyle düşünüyorlar muhtemelen: “Biz bu ülkenin en kalabalık kesimi, bu ülkeyi yönetmeyi en fazla hak eden insanlar bakın şöyle bir mutedil tavır sergiledik, devlet topuyla tankıyla karşımıza çıktı, onun üzerine çıkmak yerine etrafından dolaştık ve bakın iktidara geldik. Siz Kürtler boyunuza posunuza bakmadan direngen olmakta neden bu kadar ısrar ediyorsunuz?” Bence tipik bir iktidara yakın muhafazakâr entelektüel ve siyasetçinin kafası böyle çalışıyor. Sıradan muhafazakârları kastederek söylemiyorum. Bence o kesimde, başka birçok insan gibi, benim de güvendiğim, önemsediğim başka tür ayrışmalar, farklılaşmalar yaşanıyor. Ancak Kürt meselesi muhafazakârların beklediği jestin gösterilmesi için çok uygun bir mesele değil.
– Neden?
– Kürtlerin etrafından dolaşacağı bir engel yok ortada. Kürtler sayıca çok azlar. En başarılı oldukları parlamento seçimlerinde 36 milletvekili aldılar. Kürtlerin hepsinin oyunu alsalar 70-80 milletvekili belki çıkaracaklar. Muhafazakârların gösterdiği o ‘etrafından dolaşma’ stratejisini Kürtler denemek istese bile bir sonuç vermez. Üstelik Kürtler aslında bu siyaseti daha önce takip etti. Devlet ise bu siyasetin önünü açmak bir yana, bu siyasete tahammül bile etmedi. Legal Kürt siyasetine ya da ılımlı Kürt siyasetçilerine bile bu devlet tahammül etmedi ve bu tahammülsüzlüğün neticesinde bugün PKK gibi bir silahlı örgütle karşı karşıyayız. Ben Kürtlere dönük ‘ne versen daha fazlasını istiyorlar’ yaklaşımının kökeninde bu tür bir zihniyetin yattığını düşünüyorum.
– Ucundaki ışığın bazen yanıp bazen söndüğü o tünele nasıl yeniden girebiliriz peki? Çözümü konuşmaya nasıl başlayabiliriz?
– Son birkaç senedir içinde bulunduğumuz o tünelin dışına çıkmadığımızı, o tünelin içinde hareket ettiğimizi düşünüyorum. Ümitsiz değilim, ancak öngöremediğimiz, kestiremediğimiz ihtimaller her zaman karşımıza çıkabilir. Özellikle Suriye’deki, Irak’taki gelişmelere bağlı olarak Türkiye’de Kürt meselesinde bambaşka bir kanala sıçrayabiliriz. Ama gördüğüm kadarıyla Kürtler ve Türkler birbirleriyle çatışmaya niyetli değil. Çatışmayı savunanlar var, ama egemen olanlar onlar değil. Türkler bu işin çözümünü büyük oranda devlete, AK Parti’ye, Kürtler de PKK’ye, BDP’ye bırakmış durumda. İnsanlar kendi siyasî temsilcilerine güveniyor. Kürtler arasında ‘ayrılalım’ diyen eğilim de, Türkler arasında ‘Kürtleri şu haritadan silelim’ diyen eğilim de çok güçlü değil. Ancak bu hal bu şekilde devam ettirilemez. Türkiye’nin bu şekilde geçirilecek bir 10 senesi daha olduğunu düşünmüyorum. Hiç rahat olmamak, bu işi bir iki yıl içinde çözmek gerekiyor.
– Nasıl bir çözüm olabilir bu?
– Benim aklıma, bütün aktörlerin yeni anayasa tartışmaları etrafında kendileri açısından riskli gördükleri adımları atmalarından başka bir şey gelmiyor. Hükümetin de BDP-PKK’nin de kendileri açısından riskli gördükleri bazı adımları atmaları gerek.
– Ne tür adımlar?
– Devlet bu ülkenin eninde sonunda iki uluslu bir ülke olabileceği ihtimalini göze almalı. Bu ülke içinde başka bir ulusun varlığını kabul etmeyi tahayyül edebiliriz. Ama henüz bu tahayyülün çok uzağında duruyoruz. Bu uzağında durmak hasebiyle de hükümetin ya da devletin atabileceği radikal adımlar bizi gerçekten iki uluslu bir Türkiye’ye taşıyabilir. Devletin muhakkak bu riski alması, biraz Kürtlerin sağduyusuna, biraz da dünyanın gidişatına güvenmesi gerek. BDP-PKK de bence benzer bir risk almalı. Orada alınması gereken risk şu: “Silah bırakıldığında, silahların zorlayıcı özelliği, tehdit kapasitesi ortadan kalktığında, Kürtler adına bir şey elde edemeyiz” fikrinden uzaklaşılmalı. Yani “silahlar olmadan da, Kürtlerin sivil gücüyle de Kürtlerin temel hakları savunulabilir, elde edilebilir” fikrine biraz güvenilmeli. “Silah ortadan kalktığında bu devletten hiçbir şey alamayız” şeklindeki kestirmeci analizden vazgeçilmeli. Orada da yine hem Türkiye’nin sağduyusuna hem de dünyanın gidişatına biraz güvenilmeli. Kürtçe eğitimin olduğu ya da Kürt şehirlerinin Kürtlerin seçtiği insanlar tarafından yönetildiği ve bu arada silahların konuşmadığı bir ortamda 10 yıl geçirebilirsek, tüm bunlar insanlara çok daha doğal meseleler olarak görünecektir.
– Ama PKK defalarca ateşkes ilan etti. Üstelik dünyadaki örneklerine baktığımızda örneğin silah bırakmak IRA’nın bir takım güvenceler aldıktan sonra yaptığı bir şeydi. Devlet hiçbir adım atmazken PKK’ye ‘silah bırak’ çağrısı ne kadar rasyonel olabilir?
– Tabii, müzakerenin başlamasının önkoşulu olarak PKK’den silah bırakmasını talep etmek bence de makul değil. Ama devlet bunun ötesine geçti zaten ve silah bırakmadan PKK ile müzakereye başladı. Silah bırakma, müzakereler koptuktan sonra retorik olarak çok seslendirilen bir şey olmaya başladı. Ondan önce hem Öcalan’la hem Avrupa’da Sabri Ok’la görüşüldü ve bu sırada bırakın PKK’nin silah bırakmasını, bütün kadroları dağda duruyordu. Dolayısıyla devlet o aşamayı geride bırakabildi. Ancak PKK’nin de “bütün anayasal haklar tanındıktan sonra silah bırakacağım” gibi bir ısrarının olmaması gerekir. Bu süreç onu da çok fazla kaldırmaz. Ama müzakerelerin akışına baktığımda, müzakereler silah bırakma meselesinde değil, hangi hakların tanınacağında ve bu hakların kayda geçirileceği belgenin statüsünün ne olacağında düğümlendi. Çünkü orada karşılıklı bir takım adımlar atıldığı taktirde PKK’nin çatışma olabilecek alanların dışına çekilmesi, akabinde ülkenin dışına çekilmesi ve ardından da silahlarını muhtemelen KDP’ye geçici olarak teslim etmesi ve tümden silahsızlanıp Türkiye’ye dönmesi söz konusuydu. Bu tür adımlar zaten konuşuluyor ve biliniyordu. Ve bu adımlar büyük ihtimalle bir takvime bağlanmıştı. Bu noktada ben bir uzlaşma olduğunu düşünüyorum, ama dediğim gibi zaten film burada kopmadı. Gerçi sürece tümüyle vakıf da değiliz. Ama görünen o ki, müzakereler neticesinde PKK’nin taleplerini karşılayan bir metin oluşmuş durumda. Anladığımız kadarıyla asıl sorun müzakere metinlerinin, mutabakat metninin statüsü olmuş. Yani kim tarafından imzalanacak, imzalanacak mı imzalanmayacak mı gibi sorunlar var. Müzakerenin ses kayıtlarına baktığımızda PKK’nin taleplerini bildirdiğini, MİT’in de talepleri kağıda geçirdiğini görüyoruz. O ses kaydından MİT’in ya da devletin bu taleplere karşı ne dediğini anlamıyoruz. Ama bu metnin Kandil’e gittiğini, Kandil’in bir küçük düzeltme yaptığını, sonra tekrar geldiğini ve akabinde imzalanma sürecinin konuşulduğunu ve filmin orada koptuğunu biliyoruz. Burada da söylenen şu: “Başbakan ya bu metni imzalasın ya da bu işin arkasında olduğunu ifade eden bir beyanda bulunsun”. Büyük olasılıkla Başbakan bunu yapmayı kabul etmemiş gibi görünüyor. Ama devlet açısından mesele sadece imza meselesi mi, yoksa talepler meselesi mi, bunu bilemiyoruz.
– Yukarıda Türkiye’nin bir 10 yıl daha böyle devam edemeyeceğini söylemiştiniz. Eğer devlet bu şekilde devam etmeyi tercih ederse bunun sonuçları ne olabilir?
– Halen süregitmekte olan ayrışma süreci derinleşir tabii. Bir müddettir Türkler ve Kürtler kader birliği etme halinden uzaklaşıyor. Bir on sene daha silahların tehdidi altında yaşamaya devam edersek, bir on sene daha “Kürtler kendi dillerinde eğitim görmesin” fikrinde ısrar edersek, oluşacak ilk netice mevcut ayrışmanın derinleşmesi olur tabii. Ama bundan da önemlisi, bölgedeki muhtemel gelişmeler bu ayrışma ikliminde yaşamayı çok riskli kılıyor. Bölgede yaşanabilecek bir büyük altüst oluş durumunda bu ayrışma iklimi hızla halklar arası bir kopuş ve çatışma durumuna evrilebilir. Bu Türkiye için, hem Türkler hem Kürtler için, büyük bir felaket olur. Bunun muhakkak önünü almak gerekiyor.