Sinan Özbek
Antropologlar homo sapiens sapiens’in yaklaşık 200 bin yaşında olduğunu söylüyor ve ekliyor: Anatomik olarak bugünkü görünümüne sahip insan, bir başka ifadeyle modern insan 50 bin yaşında. Biz bu 200 bin yıllık sürenin çok kısa bir dönemi hakkında nispeten güvenilir bilgilere sahibiz. Çok cömert bir hesaplamayla 10-12 bin yıl öncesi hakkında elimizdeki arkeolojik bulgularla konuşma şansına sahibiz. Bu konuşmaların önemli bir kısmı da yorum olmaktan öteye geçmiyor.
İnsanın yerleşik hayata geçmesi tarım yapmaya başlamasıyla oluyor. Bu gelişme de bir buğday türünün ekilip biçilmesiyle Anadolu’nun güneyinin bir kısmın da içine alan “Verimli Hilal Havzası”nda oluyor. Son yılların en önemli arkeoloji keşfi Urfa yakınlarındaki Göbeklitepe’den geliyor. Burası belki de insanın ilk yerleşim birimi. Göbeklitepe MÖ. 11 bin yılına tarihleniyor. Tarıma başlama ve sürülere sahip olma giderek toplumda bir dönüşüme yol açıyor.
Antropologlar bu aşamadan sonra ortaya çıkan toplumları “bölünmüş toplum” kavramıyla tanımlıyor. Bu ifade, toplumun sınıflara bölünmüş olmasını anlatıyor. Geride kalan 190 bin yıllık dönem ise insan, toplayıcı ve avcı olarak yaşıyor. Topluluk ilişkisinde insanların üzerinde duran bir iktidardan söz edilemiyor. Bu toplayıcı avcı toplumlar “iktidarsız toplumlar” olarak değerlendiriliyor. Bu iktidarsız toplumlarda topluluğun her bir bireyi, diğer bireyler kadar değerli, önemli ve eşit. Bu, insanlık tarihinin çok önemli bir süresinin insanın insan üzerinde bir iktidarı olmadan yaşandığını tespit etmektir. Ancak bölünmüş toplumun ortaya çıkmasıyla birlikte giderek kendini devlet şeklinde örgütleyecek bir aparat da ortaya çıkıyor.
Devlet
Kuşkusuz devlet tartışması felsefenin önemli başlıklarından biri olageliyor. Daha antikçağda son derece detaylanmış bir devlet tartışmasına tanık oluyoruz. Ama bu tartışmanın ana doğrultusu daha yetkin, kusursuz devletin ne olduğunu bulmaktır. Başka bir ifadeyle, “ideal devlet”in nasıl olacağını anlatan bir tartışmadır bu. Devletin aynı zamanda bir ezici iktidar aygıtı olduğunun tartışılmaya başlaması daha yakın zamanların işidir.
Ancak devletin bu baskıcı yanının düşünülmeye başlaması, bu baskıdan kurtulmak nasıl mümkündür tartışmasına dönüşmüyor. En iyi ihtimalle baskının nasıl sınırlanacağı düşünülüyor. Dolayısıyla burada da asıl doğrultu devletin daha da yetkinleştirilmesidir. Devletsiz toplumlar insanlığın “barbarlık” dönemi olarak adlandırılıyor. Buna karşı devletin ortaya çıktığı toplumlar da “sivil” olarak adlandırılıyor. “Sivil toplum”, insanlar arasında bir sorun çıktığında başvuracakları bir kurumun olduğu toplumlar olarak tanımlanıyor. İşte insanların kendi aralarındaki sorunları çözmek için başvuracakları bu kurumların en yetkini, en üste duranı da devlet oluyor. Görüldüğü üzere devletli toplumların bir onaylanması bu tanımlama içinde saklı. Bu toplumlar, uygar toplumlar olarak değerlendiriliyor.
Devletin bir baskı gücü olarak savunulmasına çoğu zaman bir “insan doğası” tartışması eşlik ediyor. Buna göre insan doğuştan kötüdür ve bu kötülüğün vereceği zararları önlemek için baskı, sınırlama gerekir. Bu düşüncenin belki de en iyi örneği Hobbes’dur. Leviathan adlı eserinde şöyle diyor: “Kılıcın zoru olmadan ahitler sözlerden ibarettir ve insanı güvence altına almaya yetmez”. İşte buradaki kılıcın gücünü kullanacak, insanları korku içinde tutacak olan güç devlettir. Şimdi denilebilir ki, bu denli büyük bir gücün varlığı insanlar için olumsuz sonuçlar doğurur. Buna Hobbes’un cevabı, devletin yokluğunda “herkesin herkesle bir savaş durumunda” olacağı ve bunun daha vahim olduğudur. Şimdi devletin birey üzerindeki bu baskıcı gücünün görülmesi, iktidara karşı bireyin korunması fikrinin de gelişmesine yol açıyor. Bu anlamda Locke’un ve diğerlerinin kuvvetler ayrımı düşüncesini, iktidarın bölünmüş güçlerle denetlenmesi diye okumak mümkündür. Rousseau ile de devam eden bu gelenek iktidarı, devletin kendini radikal bir şekilde sorgulamayı düşünmüyor. Öyle ki Hobbes, “Her kim ki egemen gücün aşırı büyük olduğunu düşünerek onu azaltmayı isterse, kendini, onu sınırlayabilecek başka bir güce; yani daha büyük bir güce tâbi kılmak zorundadır” diyor. Son derece net ve bir o kadar da çarpıcı bir ifade. Bu düşüncede devletin kendisini sorun olarak görmenin kırıntısı bile yok.
Marx’ın itirazı
İşte bu nokta Marx’ın itiraz ederek devreye girdiği yerdir. Marx, Fransa’da İç Savaşın Birinci Yazma Denemesi adlı çalışmasında şöyle diyor: “Bütün devrimlerin sonucu sadece bu öldürücü kâbusu (devleti) kaldırıp atacağı yerde, devlet aygıtını daha da yetkinleştirmek oldu”.
Marx devleti uygar toplum üzerine yapışmış bir parazit olarak görüyor. Marx için asıl şaşırtıcı olan bu parazitin uygar toplumun göstergesi olarak sunulması. Hatırlanacağı üzere Marx’ın bu parazitin ortadan kaldırılması için çözüm önerisi komün örgütlenmesidir. Yine bilindiği gibi, Marx bunu Paris Komünü’ne bakarak geliştiriyor. Paris Komünü’nde tanık olduğumuz devlet aygıtının parçalanıp atılmasıdır. Devlet aygıtının yıkılmasıyla birlikte eğitimin parasız hale getirilmesi, düzenli ordunun kaldırılması, seçilmişlerin geri çağrılması gibi uygulamalar yaşam alanı buluyor.
Toplumun düzenlemesini ele alan işçi sınıfı, devleti kendi adına kullanmaya kalkışmamalıdır. Marx anılan kitabında şöyle diyor: “İşçi sınıfı hazır olan devlet makinesini olduğu gibi ele geçirmek ve onu kendi hesabına işletmekle yetinemez”.
Peki, neden böyledir? Çünkü devlet, tanımı gereği, bir baskı aygıtıdır. Bu aparatı ele geçiren işçi sınıfının kendi adına kullanması baskının ortadan kalkmasını sağlamaz. Bu kez baskı işçi sınıfı eliyle sürer. Oysa bu aparatın parçalanıp atılması gerekir ve yerine “devlet olmayan devlet” olan proletarya iktidarının getirilmesi gerekir. Daha sonra Engels işçi sınıfının iktidarının geçici bir iktidar olduğunun altını kalınca çiziyor. Bu “devlet olmayan devlet”i “Komünite” kavramıyla tanımlıyor.
Bu anlatılanlar Marksist iktidar düşüncesinin, geçicilik mührüyle damgalanmış bir komünite olduğunu hatırlatıyor. Buradan iki sonuç çıkar: Bir, sosyalistler (hele bir aydın grubu) sosyalizmi kendi iktidarı olarak tanımlayamaz. İki, Marx’ın devlet anlayışını eleştirenler komünite kavramı üzerinden, işyeri temeli örgütlenme ve komün önerisiyle tartışmak zorundadır. Komün ve Sovyet tecrübesi bölünmüş toplumların aşılması için son derece somut bir öneridir. Bununla hesaplaşmayan eleştirileri kale almak mümkün değildir. Lockecu düşüncelerden hareketle geliştirilmiş önerilerin sorunu çözmesi mümkün değildir. Bu doğrultuda yapılan her yeni hamle, Gramsci’nin ifadesiyle, silahlı polis gücünün arttırılması, yeteneksiz bürokrasinin sayısının artması ve sayısız asalak kurumun yaratılması sonucunu doğurur.
Lenin ve Devlet
Yukarıda anlatılanlar devlet hakkındaki teorik tartışmanın ana hatlarıdır. Ama tartışmanın ana hatlarının bilinmesi sosyalistlerin her koşul altında “ben komünite isterim!”, “Tek yol devrim!” diye tutturmasını mı gerektirir?
Kategorik olarak doğru olan bir düşüncenin sürekli tekrarlanması, siyaset dışına düşmeye neden olmaz mı?
Bu sorulara cevap vermek için Lenin’i izlemek gerekiyor: Lenin daha sorunu tartışmaya başlarken Devlet ve Devrim adlı eserinde devletin toplumun bağrından doğduğunu, ama toplumun üzerine çöreklendiğini anlatıyor. Burjuva devletinin ayırt edici niteliğinin, bürokrasi ve düzenli ordu olduğunu söylüyor. Parçalanacak burjuva iktidarının yerine konacak en son keşfedilmiş siyasî biçim olarak komünü yazıyor.
Lenin’in bu anlattıkları asıl olarak Marx ve Engels’ten öğrendiklerinin bir tekrarı gibidir. Ama tartışmayı bununla sınırlamıyor: Marx ve Engels’in çarpıtılarak anlatılıyor olmasına itiraz ediyor. Bununla birlikte Lenin, işçi sınıfının, sosyalistlerin bir burjuva iktidarı altında yaşadıkları bilinciyle düşünüyor. Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi adlı kitabında burjuva devletinin en yetkin, en ileri gitmiş şeklinin “parlamenter demokratik cumhuriyet” olduğunu söylüyor. Bu tespitini Devlet ve Devrim adlı çalışmasında bir başka şekilde ifade ediyor: “Demokratik cumhuriyet, kapitalizmin mümkün en iyi siyasî kabuğudur”.
Lenin, devrimin son derece güncel olduğu, Rusya’da ve Avrupa’da devrim beklentisinin çok yüksek olduğu bir dönemde dahi “demokratik cumhuriyet”i diğer yönetim biçimlerine yeğlediğini ilan ediyor. Adı anılan kitabında şöyle diyor: “Biz kapitalist düzende proletarya için en iyi devlet biçimi olarak demokratik cumhuriyetten yanayız.” Lenin’in bu tespitini demokratik haklar için mücadelenin ne denli önemli olduğunun bir ifadesi olarak okumak yerinde olur.
Ama Lenin bununla yetinmez ve ekler: “Ama en demokratik burjuva cumhuriyetinde bile halkın payına düşenin ücretli kölelikten başka bir şey olmadığını unutmaya asla hakkımız yoktur.” Çünkü Marksist düşünce devleti ezilen sınıfın bastırılması için özel bir güç olarak görür. Bu yüzden hiçbir devlet ne “özgür” olabilir ne de “halkın devleti”.
Lenin bu düşüncesini daha da vurgulu bir şekilde ifade ediyor: “Devlet var olduğu sürece, özgürlük diye bir şey olamaz. Özgürlük var olduğu zaman ise devlet diye bir şey olmayacaktır.”