Nihat Kentel
Başta Avrupa Birliği olmak üzere, OECD ülkelerinin borçlarında gözlenen hızlı artış onyıllardır süren bir geçmişe sahip ve yalnızca son ekonomik krizle ilişkilendirilemez. Kapitalist rekabetin şiddetlendiği son yıllarda, sürekli yükselen ve hayatta kalmak için yükselmek zorunda olan özel ve kamusal harcamalara destek amaçlı borçlanma yapılmadan, kapitalist pazarlar ihtiyacını karşılayacak yeterli talebi yaratamaz, büyümeye mecbur olan kapitalist ekonomiler, gitgide daha fazla borçlanmadan büyüyemez, hayatını sürdüremez hale geldi. Son ekonomik krizin rolü ise, borçlanmanın bu ataklarına yalnızca önemli bir katkıda bulunmak oldu. Ekonomik büyüme ile borçlanma gereği arasında birebir değil ikiye bir, hatta üçe bir oranında bir ilişki vardır. Ülke ekonomilerinin lineer bir büyüme göstermesi için, borçların geometrik bir artış göstermesi gerekiyor artık.
Borçlanma, işletmelerde, özsermayenin yetersiz kaldığı durumlarda, artı değer yaratma kapasitesini ayakta tutabilmek, kârların sürekli düşme eğilimine karşı durabilmek için yapılır. Daha yakından bakılırsa, işletmeler sermayenin çevrimini hızlandırmak için bu yönteme başvurur. Sermaye çevriminin hızlanması, verili bir dönemde, eldeki sermayenin bir kerede gerçekleştirdiği kârın gerçekleşme frekansını arttırarak, aynı dönem içinde oluşan toplam kârın düşmesinin önüne geçmek ya da mümkünse arttırmak içindir.
Kârlar neden düşüyor?
Bir işletmede gerçekleşen kârlar, pazardaki rekabet sonucu, ürün başına sürekli olarak düşme eğilimi gösterir. İşletme ise hayatını sürdürebilmek için en azından belli bir mutlak artı değeri yaratmak zorundadır. Bunu sağlamak için işletme üretkenliği artırıcı önlemlere başvurur. Üretkenlik temel olarak varlıkların yenilenmesi, modernize edilmesi (örneğin makina alımı) sayesinde gerçekleşir. Bu, ürün içindeki sermaye payını arttırır. İşçi ücretlerinin düşük düzeyde tutulması, kârları arttırmada kısa vadede başvurulan bir çözüm ise de, bu amaca yönelik, uzun vadede sermayenin ürün içindeki payını arttırmaktan başka yol kalmaz, çünkü işçi ücretleri sonsuza kadar düşürülemez, çünkü kapitalist pazarlarda işçi ücretleri hayatî bir öneme sahiptir. Sermayenin bileşiminde gerçekleşen bu değişim, bir yandan toplam kârın düşmesini önlemeyi hedeflerken, diğer yandan ürünün içindeki emek payını azalttığı için, ürün başına sağlanan artı değer üzerinde düşüş baskısı uygular.
İşletmelerde, düşen kârları en azından aynı düzeyde yeniden yaratabilecek kapasitelere ulaşabilmek için varlıklar büyütülmek zorundadır. Borçlanarak işletmenin varlıkları finanse edilir ya da teknoloji değişikliği ve yeniliği gerçekleştirmek için yeni varlıklar satın alınır. İşletmelerde her geçen gün şişen bu varlıklar, ülke düzeyinde ise kamunun artan varlıkları, borçlanmanın hem ana nedenidir hem de içine girerek dönüştüğü şeydir. Borçlanmanın birinci nedeni sermayenin çevrim hızını arttırmak ise, ikinci neden varlıkların toplam girdi içindeki payını arttırmaktır. Düşme eğilimindeki kârların ancak daha büyük sermaye yatırımlarıyla yeniden yaratılabilmesi için işletme ve kamu varlıklarının arttırılması, neoklasik teoriye göre, sonsuza kadar sürebilir.
Makro düzeyde bu, devletin ya da kamunun varlıklarının ve ekonomideki payının artması anlamına gelir. Devlet, ülke içi pazarda oluşan toplam artı değerin en azından aynı seviyede kalması için, varlıklarını arttırmak ve varolanları yenilemek zorundadır. Bunun içine farklı kamusal yatırımlar ve harcamalar girer. Devletin en temel işlevlerinden biri olarak, örneğin, pazardaki üretkenliğin artması amacıyla, uzmanlaşmış, yani daha kısa sürede daha çok değer yaratma yeteneğine sahip insan gücü yetiştirilir, ya da ürünlerin bir yerden bir yere nakillerini hızlandırmak için yollar yapılır, ekonomik sözleşmelerin en kısa sürede gerçekleşmesi için iletişim kanalları açılır, genişletilir, yeniden yapılandırılır, yenilenir.
İnsanların belli tüketim seviyelerine gelebilmeleri için ise onlara kredi kullandırılır, çünkü ülke ekonomisi, işletmelerin artı değer ihtiyaçlarını tatmin edecek miktarda gerekli olan tüketimi karşılayacak kaynağı sağlamak zorundadır. Bu şekilde tüketim körüklenir. Tüketim arttıkça, kapitalist ekonomilerde içrek olan “hafıza etkisi” devreye girer ve bir önceki dönemdeki tüketim seviyesi, bir sonraki dönemde, artı değer ihtiyacını karşılayamaz hale gelir. Bu yüzden, her geçen gün, daha fazla tüketim yaratılmak zorunda kalınır. Yeterince artı değer yaratıp büyüyemeyen bir kapitalist ekonomi krize girer, işsizlik ve yoksulluk artar. Kapitalist pazarı doğrultmak için uygulanan bütün çözümler, bu döngü içinde, paradoksal biçimde, aynı zamanda sorunun oluşumuna, yani bir süre sonra daha büyük boyutlarda yeniden ortaya çıkmasına yol açar.
Borçlanma zorunluluğu
Makro ya da mikro düzeyde borçlanma, pazarda (işletmede) yaratılan artı değeri ayakta tutabilmek amacıyla, mali kaynakların pazarlara (işletmeye) enjekte edilmesidir. Mali kaynaklar insanların ve işletmelerin son borçlanma kapasiteleri kullanılarak yaratılır ya da suni olarak ekonomideki servetler arttırılır. Şişen servet karşılığında insanların ve işletmelerin borçlanma olanakları artar. ABD’de 2008’e kadar oluşan emlak şişkinliği buna iyi bir örnektir. Bu ülkede, pazarların suni olarak pompaladığı emlak mülkleri değerlendikçe, insanların borç alma kapasiteleri artmış, bu da piyasalardaki satın alma gücünü arttırmıştır. Piyasaya giren taze talep ile tüketim genişletilmiş, yani fiktif bir şişkinlik, pompalanan bir servet, pazarlardaki dengelerin daha da üst seviyede oluşmasını sağlamıştır. Piyasalarda oluşan bu servet genişlemesi nominal bir büyüklük ve bu yüzden göreceli ise de, sonuçta pazardaki talebe dönüşerek reel ekonomiye de kaynak sağlamış oldu. Onun ne kadar yüksek değerleneceği, dolayısıyla da talebe dönüşerek mutlaklaşması pazardaki dengelere bağlıdır. Eğer pazardaki aktörler hep birlikte bu servet şişmesinden fayda sağlayacaklarsa bu oyun, oyundaki aktörlerden birinin oyundan çıkma denemesine kadar sürer. Bir aktör oyunu daha fazla sürdüremediğinde, bu servet genişlemesine en ciddi darbe inmiş olur ve balon bir anda söner, ama şişkinlik hiç bir zaman tümüyle başa dönmez. Bu durumda kamu maliyesi devreye girerek çökmekte olan pazarlara destek çıkar. Kurtarma operasyonları yapılır. Toplumun genel sağlığı adına pazarların tümüyle çökmesine izin verilmez.
Kaynak sağlamaya ve yaratmaya dönük tüm adımlar toplam katma değerin en azından belli bir seviyede tutulması için atılır ya da atılmak zorunda kalınır. Toplam katma değerin artışı sonucu, ki buna büyüme denir, devletin vergi gelirleri artsa da, kartopu gibi büyüyen bir ekonominin ihtiyaçlarını karşılayacak hızda gerçekleşmez, çünkü artan kamusal harcamaların katma değer etkisi, düşen kârlar yüzünden, arzu edilenden daha düşük tutarlarda oluşur, bu yüzden bu iki büyüklük (kamusal harcamalar ve ulusal katma değer) aynı oranda büyümez. Kamu kaynakları bu etkiyi tek başına yaratamayacağı için devletin mutlaka borçlanma zorunluluğu ortaya çıkar. Büyümenin sağlayacağı müstakbel kamu gelirlerinden borçların ödenebileceği umut edilir.
Sarmal etkisi
OECD ülkeleri toplamında 2000 yılında bütçe açığı sıfırken, hatta az da olsa bütçe fazlası varken, bu ülkelerin bütçe açıkları 2010 yılında %8,3, borçların millî gelire olan oranı ise 2000 yılında %37 iken 2010 yılında %57 oranında gerçekleşmiştir. Bunun 2011 yılında ise %63’e çıkmış olması bekleniyor. (1) OECD istatistiklerine göre, üye ülkelerin borçları 2000 yılında 13 trilyon dolardan 2010 yılında 22 trilyon dolara çıkmıştır. (2)
Avrupa’nın şu sıralarda batma tehlikesi yaşayan ülkesi Yunanistan, 2010 yılında %145 düzeyinde gerçekleşen borçların GSMH’ya oranıyla bizzat kendisi tarafından imzalanmış olan Maastricht kriterlerini aşmış durumda. Bunu oluşturan nedenler ise çok katmanlı.
İlk bakışta gözlemlediğimiz, Millî Gelir’in (GSMH) oluşumunda tüketimin aslan payını oluşturması, yani üretimine göre çok fazla tüketen bir toplum konumunda olması geliyor. Hemen hemen her yıl net yurtiçi hasıla kadar tüketen ve geçen yıl ise ürettiğinin %110’unu tüketmiş bir toplum. “Tüketmek yerine üretmek gerekir” gibi bir önerme ya da tersi de bu yazıda iddia edilmeyeceği gibi, burada belirtilen de ahlakî bir seçim değil. Sistem böyle kurulursa, bir takım insanlara başka bazı insanların ürettiklerini tüketmek düşüyor, yalnızca.
AB’ye girişin ardından yürütülen genişlemeci, tüketime dayalı popülist büyüme politikalarının da etkisi ve üretkenliğin çok üstünde gerçekleşen ücret artışlarının fiyatlara yansıması, ticaret hadlerinin aleyhte bir seyir izlemesine yol açtı. Yunanistan’da ücret girdi maliyeti 2001 yılından bu yana %36 oranında arttı. Oysa aynı dönemde Almanya’nınki yalnızca %4 oranında arttı. Yunan ekonomisinin rekabet gücü bu yüzden yaklaşık %25-30 oranında azaldı. Öte yandan da Euro’ya geçişle birlikte düşen faizler Yunanlıları o yıllardan bu yana normalde Drahmi ile yaşayamayacakları borç destekli bir yaşama sürükledi. (3) Aynı gelişmeler değişik boyutlarda İtalya, İspanya ve Portekiz için de geçerli.
Euro’ya geçişten sonra devalüasyon gibi bir araç da kamunun elinden alındığı için, artan girdi fiyatları karşısında düşen rekabet gücünü yerine koyamıyan Güney Avrupa ülkeleri sonuçta gittikçe büyüyen bir borç yükü ile başbaşa kaldı. Uluslararası sermaye hareketlerinin ve Avrupa içi dengelerin Yunanistan’ı getirdiği nokta burası. Herkes üretecek diye bir kural olamayacağına göre, bileşik kaplar kanununda olduğu gibi, kaplar arası akışkanlığı kesmediğiniz sürece, kaplardan daha aşağıda duran, suyu diğerinin düzeyine gelene dek çekecektir. Yunanistan, İtalya, İspanya ve Portekiz’de olan budur. Bu yüzden Güney Avrupa ülkelerinin borçlanması yurt dışından gelen görece ucuz ürünlerin talebini karşılamış, dış ticaret açıklarını şişirmiş ve borçlarını arttırmıştır.
Daha büyük bir krizin altyapısı hazırlanıyor
Borçları azaltmak ve bütçe açıklarını yok etmek için bu devletlerin elindeki olanaklar kısıtlıdır. Paralarının değeri sabitlendiği için, vergileri arttırmak ya da harcamaları kısmak gibi maliye politikaları dışında yapabilecekleri pek bir şey yoktur. Özellikle kaynakların yurtdışına kaçışını önleyecek, Uzak Doğu Asya ülkelerinin uygulayabildiği para politikalarının panzehiri olabilecek yurtiçi para politikası araçlarından yoksundurlar. Uygulanabilecek maliye politikaları ise konjonktüre zarar vereceğinden, devlet gelirlerinin daha da azalmasına yol açabilir. Bu yüzden kapitalist ekonomilerin borç batağından kurtulmalarının en etkin yolu daha da hızlı büyümek olarak kendisini dayatır. Yunanistan örneğinde olduğu gibi geçen süreçte büyüme, dış borçlanma temelinde tüketim pompalanarak gerçekleştirildi. Bu ise borçların geri ödenmesi bir yana, daha büyük miktarda borç birikimine yol açtı.
Bu noktadan sonra devletin atacağı adımlar bellidir. Politikacılar, devlet bürokratları, kamu maliyesini düştüğü bu durumdan çıkarmak için türlü türlü malî araçlar icat eder. Kamunun daha nerede satılacak malı vardır, araştırılır. Halkın malı olan sokaklar, yollar, binalar, kaldırımlar, yeraltı-yerüstü zenginlikleri, akarsular, şelaleler, tarım alanları satılır, kiralanır. İşçi ücretleri düşük tutulmaya çalışılır. Sosyal harcamalardan kısılır. Sağlık harcamaları düşürülür. Kaynak tahsisine bulunan bu “çözümler” neoliberal politikaların sırtlanmak zorunda kaldığı, pazarın sıkışmışlığını aşmak amacıyla uygulanan artı değer yaratma politikalarının finansmanı içindir tümüyle.
Büyüme hangi yolla olursa olsun, bu adımlar potansiyel daha büyük bir malî krizin alt yapısını hazırlar. Örneğin borçla üretim finanse edilirse, satışların da artması gerekir, bu da yaratılan artı değerin düşme baskısı altına girmesini getirir. Üretilenleri satın alacak talep yaratmak için borçlanma yoluyla pazarlara malî kaynaklar pompalanır. Yunanistan’da ve diğer Güney Avrupa ülkelerinde yapılan, ülke içi ürünleri desteklemekten çok, Çin’in ve Almanya’nın ürettiklerine yönelik talebi destekleyici bir borçlanma olmuştur. Yani ülkenin kaynakları yurtdışına transfer edilmiştir. Yunanistan, diğer Güney Avrupa ülkeleri gibi, bu yüzden aslında Almanya’nın işletmelerinin satışlarını arttırıcı bir rol üstlenmiştir. Almanya’nın uyguladığı görece düşük ücret girdisi politikası Güney Avrupa’nın aşırı borç yükü altına girmesinin zeminini hazırlamış, bir anlamda içini boşaltmıştır.
ABD’de ve diğer OECD ülkelerinde borçlanma yolu ile pazarlara kaynak transferi oyunu hâlâ sürdürülmekte ya da sürdürülmeye çalışılmakta. Hem insanlar, hem malî kurumlar, hem devlet çok ciddi bir borç yükü altında ve bu gerçeğe rağmen konjonktürü pompalamak için kamu yönetimi durmadan kredi kullanmaya ve kullandırmaya devam ediyor. Bir tür Amerikan rüyası, ya da gece gördüğü rüyadan uyanmak istemeyen bir çocuk gibi, uyur ile uyanıklık arasında, biraz daha rüyasını görmek istiyor. Yapılan tahminlere göre ABD’de ve diğer gelişmiş ülkelerdeki borç yükü, yaratılan toplam millî gelirin %300’ü civarında. Toplumun borç yükünün 1930 krizinden bu yana vardığı en yüksek düzey bu. Tüketim şu ana kadar görülmemiş düzeylere çıktı ve bu tüketimi karşılayabilmek için sağlanan kaynaklar ithalat ve dış ticaret açığının geometrik olarak artmasına yol açıyor. Çin ise düşük kur politikası ile borç yükü altındaki gelişmiş ülkelerin tüketicilerini memnun ve dış ticaret açıklarını finanse etmeye devam ediyor. ABD ise yıllardır bütçe açıklarını genişleterek, talebiyle Çin ekonomisini destekliyor. (4)
Üç vakitte
Bu modelde gelişen borç krizine Avrupa’da şu anda para piyasalarının hizmetine sunulan yeni malî kaynaklar “çözüm” olarak ortaya konuyor. Krizden kurtulmak için pazarlara sağlanan inanılmaz büyüklükteki malî kaynaklar gene borçlanarak sağlanıyor. Güney Avrupa’nın yapısal sorunları çözülmeden yaratılan bu yeni kaynakların yerine ulaşması olanaksız. Artı değer yaratma kapasitesini önemli ölçüde yitirmiş olan ülkelerde bu kaynaklar talebi pompalayacağı için, rüya biraz daha görülmeye devam edilecek. Bu kaynaklar işçi ücretlerini ve döviz kurunu düşük tutan ülkelere akacak ve bulunan bu çözüm yalnızca geçici bir rahatlık sağlayabilecek. Birkaç yıl sonra oluşacak daha büyük bir krizin alt yapısını hazırlayacak. Belki bu arada krize giren Akdeniz ülkelerinin kamu malları haraç mezat satılacak, borçlar biraz ödenecek, bir süre rahatlanacak ve bir sonraki krize doğru koşar adım yaklaşılacak. Bugün Yunanistan’ın başına gelenler, üç vakitte diğer AB ülkelerinin de başına gelecek.
Son yıllarda inanılmaz hızlarda arttırılan sermaye stoklarının ve varlıkların yenilenmesi, her geçen gün daha fazla toplumsal katma değer ve vergi geliri, bunlar yetmeyeceği için de borçlanma gerektiriyor. Oysa bu büyümenin doğal sonucu olan şişme ve şişmenin doğal sonucu olan büyümenin varacağı bir sonraki tıkanmada yeniden “Nereden kaynak sağlayabiliriz?” sorusu göndeme gelecek.
Uluslararası kapitalizm bu borçların geri ödeme günü geldiğinde ne tür bir yaratıcılık gösterecek, henüz bilmiyoruz. Yeni sömürgecilik, çözüm portföyüne şu ana kadar hiç tanık olmadığımız yöntemleri devreye sokabilir, çünkü şu anki kapitalizm bu borçları ödeyebilecek artı değeri yaratamıyor. O zaman dünyanın başka yerlerinden devşirme olanaklarını arayacak. Heyecanla bekliyoruz.
En iyi olasılıkla ve iyimser tahminle bu borçların yükü tabana yayılmaya çalışılacak ve kısmen ihraç edilecek. Bu, kendi ülkelerinde hayat cenderesini, sahip olduğu görece yüksek hayat standardıyla birlikte sürdürmeye çalışan Batılı insanın biraz daha ezilmesi anlamına geliyorken, ülke içi kaynaklar yetersiz kalacağı için üçüncü dünyadan yapılan kaynak aktarımları dünyanın başka yerlerinde yaşayan bazı insanların hayatta kalma olanaklarını yok edecek.
Notlar:
- Kaynak: https://docs.google.com/OECD country debt and deficits
- Kaynak: http://stats.oecd.org
- Kaynak: http://www.cep.eu/fileadmin/ user_upload/CEP-Default-Index/ Laenderbericht_Griechenland_Herbst_2011_Kurzfassung.pdf
- Kaynak: http://www.gfmag.com/tools/global-database/economic-data/10403-total-debt-to-gdp.html#axzz1hBiOdjFu