Karin Karakaşlı
İnsan tarihî eşiklerden geçtiği bilgiyle yaşamaz. Kendi biricik hayatını yaşarken, ait olduğu zamana mesafelenmek kolay iş değil. Ama işte fark etsek de etmesek de her gün bir ölüm kalım mücadelesi ile başlıyor. Biz bir yandan ömrümüze bahşedileni yaparken, o büyük toplumsal dönüşümün de öznesi, nesnesi ve bitmek bilmez şahidi oluyoruz.
Daha yeni girdik yeni bir yıla. Takvim değişiklikleri bahane aslında. İhtiyacımız olan bir parça hayat umudu. Yeni bir yılın arifesinde bombalanan, katledilen işte o umudun ta kendisi oldu.
Tarihi değiştirmek için hamle yapmadıkça takvim değişikliği bir anlam ifade etmez. Nasıl olsa her şey hep aynıdır. En çok da acı. Acı hep aynıdır. Hakkıyla anlaşılmayan, paylaşılmayan acının yarattığı yarık da hep aynı. Birlik, beraberlik, eşitlik adına söylenen ne varsa o yarıktan aşağı, dipsiz boşluğa yuvarlanır.
Şırnak’ın Uludere ilçesi’ne bağlı Ortasu Köyü’ne yakın sınır bölgesinde F-16’ların paramparça ettiği, çoğu lise öğrencisi 35 insan, milliyetçilik dersimizin en güncel ve en acılı konu başlıklarından biri oldu. Saatlerce tek bir ambülansın gelmediği, bir başsağlığının dilenemediği o yerde, karlar üzerinde donakalmış insanların kaçakçılık gerçeğini keşfetmekten, güvenlik önlemlerin gerekliliğine kadar bir yığın tartışma arasında olağanüstü hal dönemlerinin kabusunun nicedir hortlamış olduğu gerçeği güme gitti.
Oysa yaşayanlar şahit… Özel harekâtçı Ayhan Çarkın’ın itirafları Cumartesi Anneleri’ne ulaştı. Daha hâlâ Çarkın’ın gösterdiği yerlerde gerekli çap ve kapsamda kazı yapılamadı. 12 Eylül ödeşmesinin “zaman yeterince geç olduğu”nda başlayabilmesinin hicap duygusu var havada. Tarihte ilk kez bir Genelkurmay Başkanı tutuklanmışken, topyekûn yapılacak tertemiz bir darbe hesaplaşması olmaksızın demokrasiden bahsetmek daha da imkânsız.
Bir şeyin kendisi ve tersi
Paralel gerçeklik olarak adlandırdığım bir siyasî tablonun dehşeti içindeyim. Küçük hayatlarımıza müdahale eden, sürekli maruz kaldığımız ama değiştiremediğimiz çelişkiler dönemi. Bir şeyin kendisi ve ona tam ters olanı aynı anda yanyana yaşanabiliyor. Misal, bir yandan parlamentoda verilecek mücadeleden bahis var, beri yandan BDP’nin siyasî kadroları, belediye başkanları, işi söz ve siyaset olanlar tutuklu. Bir yanda “sivil anayasa” hazırlıkları sürdürülüyor, diğer yanda bizzat o anayasa hazırlık çalışmalarında görevli Prof. Büşra Ersanlı ile hayatını Kürt ve Türk toplumlarının yakınlaşmasına, kaybedilmiş Rum ve Ermeni geçmişimizin inşasına adamış yayıncı Ragıp Zarakolu hapiste. Biz günlük hayatımızı sürdürürken, bir yerlerde işkenceye uğrayanlar, gerekçesiz olarak terör örgütü mensubu yaftasını yiyip ömrü çürüyenler var. Üstelik darbe dönemlerinin baskısı altında değil, görece demokratik yıllarda yaşanıyor bütün bunlar. Silahlı mücadeleye, şahinliğe rol dağılımında başrol veriliyor da, iş sözle ikna edebilenlere geldiğinde had bildiriyor düzen.
Düşünün ki daha günler önce bizzat İçişleri Bakanı yasal siyasî bir partiden söz ederken “Masum bir dernek veya masum bir kooperatifle karşı karşıya değiliz” diyerek BDP’yi hedef göstermiş. Yetmemiş, “Terör örgütünü, yaptığı resmin tuvaline, yazdığı makalesine, fıkra ve şiirlerine, sanatına yansıtarak destek verenler de var” demiş. Hele bir de terörün arka bahçesi var ki, oranın kapsama alanı bütün cep telefonu şebekelerine beş basar. “Arka bahçe dernektir. Eğitim merkezidir. Güzelleştirme derneğidir, düşünce üretme merkezidir. Üniversitede bir kürsüdür. Bir sivil toplum kuruluşudur”.
Sonsuz uzay boşluğunu anımsatan bu muğlak terör tanımı karşısında söz kendine nereden çıkış yolu bulabilir? O sözü söylemeye yeltenenlere verilen gözdağı özellikle KCK operasyonları ve basın çalışanlarına yönelik son tutuklamalarla sabit. Savaşın en kirli yıllarında Kürt Sorunu’nu muhataplarıyla konuşup toplumla paylaşılır kılmak için hazırladığı bilimsel çalışma yüzünden Mısır Çarşısı komplosu ile kuşatılan sosyolog-yazar Pınar Selek, bu büyük gözdağının simgesi olmuştu. Bugün hâlâ tam üç kez beraat ettiği halde, gıyabındaki yargılama süreci ve tecelli etmeyen adalet Demokles’in kılıcına ve bizzat işkencenin ta kendisine dönüştürülen Pınar Selek, katedilmesi gereken yol için gerçek anlamda bir koordinat oluşturuyor.
Son Uludere felaketi üzerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “Kim ki Uludere’de 35 Kürt öldürüldü diyerek meseleyi etnik meseleye taşıyorsa, o her türlü millî manevî değeri, her türlü insanî ve vicdanî değeri ayaklarının altına almış ve çiğnemiş, İblis’in yolunda yürüyor demektir. Biz olaya böyle bakmıyoruz, biz Uludere’de 35 insan hayatını kaybetmiştir, biz olaya böyle bakıyoruz” demişti.
Peki bu insanlar tam da Kürt oldukları için öldürülmedi mi? Bütün olayı örtbas etme gayretleri ve polemikler tam da bu gerçek üzerinden gitmiyor mu? Arka bahçenin bütün otlarını yolmak gerekmiyor mu? Bir de tazminattan bahsediliyor hani, sanki yaşatılana biçilebilecek bir paha ve o ödenecek bedel üzerinde rahatlayacak vicdan, bulunacak huzur, kurulacak barış varmış gibi.
Beterin beteri: Ermeni Meselesi!
Kürt Sorunu’ndan da beter tabumuz ise Ermeni Sorunu… Zaten dilin kendi kullanımı bile bakış açısını ele vermez mi? Düşünün, bu toprakların, Anadolu’nun kadim iki halkını ‘sorun’ olarak tanımlıyor İttihatçı devlet geleneği. Ve elbette sorunlar nicedir Ermeni’nin ya da Kürt’ün meselesi değil. Ülkemizin önünü topyekûn tıkayan, geleceği geçmişten farklı inşa etmemize engel oldukları için aşılmaları hayatî iki koca sınav onlar. Maalesef kaçıncı kuşaktır geçemiyoruz o sınavlar. Kan ve can pahasına aynı ölümcül ikmallere düşüyoruz.
Eskiden ‘Ermeni Soykırımı Yasa Tasarıları’ vardı. Bunlar çeşitli parlamentolarda görüşülür oldu mu, memlekette her tür nefret söylemi ayyuka çıkardı. Elinde Kuran tutan iskeletler, istatistikler, toplu mezarlar, “Asıl Ermeniler bizi kesti” başlıklı vahşet tasvirleri… Çeşitli ülkelerin ticarî malları ve bayrakları yakılırdı bir de.
Bu kez Fransız Parlamentosu, “Fransız yasaları tarafından tanınan soykırımların inkârını” cezalandıran tasarıyı kabul etti. Hezeyanlar açısından bildik üslup tekrarlandı. Zaten on beş yıldır çeşitli vesilelerle tarihin en büyük acılarından birinin müsabaka kıvamında ele alınışına tanık oluyoruz esefle. Kim kime gol attı, kim son anda topu/tasarıyı taca attı ya da kaleden çıkardı… Tezahüratlarla coşup bir sonraki 24 Nisan’da ABD Başkanı acaba olayları hangi sözcükle nitelendirecek polemiklerine kadar her şeyi unutmayı tercih ediyoruz.
Bir an için adlandırma alerjisini bir yana bırakalım. Sonuçta 1915’te Anadolu’da çoluk çocuk, kadın ve yaşlılardan oluşan kafileler vardırmayan yollarda aç-susuz çölün ortasına sürülürken, BM Soykırım Sözleşmesi gibi soykırım tanımlamasını net bir biçimde yapan uluslararası bir metin henüz yoktu. Zaten insan hayatı an be an sönüp giderken, bir zamanlar kanlı canlı insan olan senden geriye sahipsiz, mezarsız iki parça kemik kalırken, sözler ve tariflerin, kavramlar ve tanımların hükmü kalmaz.
O tarihin yeni kuşak tanıkları, sürgün yolları sonunda varıp yerleştikleri, sil-baştan hayat kurdukları Suriye, İran, Lübnan, Fransa, ABD ve benzeri nice dünya bucağında olduğu kadar bizzat Türkiye’nin içinde de yaşayageliyor. Bir zamanlar sayısı milyonla ifade edilen köklü bir Anadolu halkıyken, bugün sayısı 50 ila 70 bin arası tahmin edilen bir topluluk olarak İstanbul’da yaşıyor. Anadolu’daki kiliselerin, Ermeni okullarının, bağların bahçelerin, konakların evlerin yerinde ise yeller esiyor. Ermenice arkaik bir dil olmuş. Azınlık vakıflarının mallarına el konmuş, hâlâ mümkün olan ne kadar azını geri veririm diye tasa maddeleri arasında cambazlık yapılıyor. Kimliği, varlığı yaşatmak, okulları ayakta tutmak hep özel çaba istiyor. Ders kitaplarında “hain iç mihrak” Ermeni’den kötüsü yok. Onlar hâlâ Ruslarla işbirliği etmesinler diye sürüldükleri “daha güvenli iç bölgelere” giden yollarda bol miktarda ölüyor. Ve bugün hâlâ bütün komşular içinde dış siyaset bahane edilip de sınırı kapalı tutulan, kültürde, coğrafyada ve paylaşılan tarihte Anadolu’nun devamı Ermenistan dışında bir örnek daha yok.
Bu öyle bir tabu ki, hayaleti her köşeden belirir. Dersim katliamı ile ilgili belgeler ilk kez Başbakan tarafından Meclis’te açıklanırken ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu “Ne acıdır ki Erdoğan’ın zihin haritası Ermeni diasporasının zihin haritasıyla aynıdır. Ama gözü öyle dönmüş ki bu Başbakan yakında Ermeni soykırımı iddialarını bu millete dayatırsa hiç şaşırmam…” deyivermişti. Yanıt da aynı hız ve ibretlik vuruculukta çıkageldi: “Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ı Ermeni diasporasıyla aynı yere oturtacak olanın alnını karışlarım. Haddini bil diyorum!”
İnsanî bir beklenti
Ermeni diasporası denilen, 1915’ten sağ kurtulabilen Anadolulu Ermenilerin dünyaya dağılmış halleri. Ermeni diasporası dediğin toprağına, memleketine özlem, bolca acı, kırgınlık. Ermeni diasporası dediğin, inadına sürdürülen inkâr politikalarına duyulan öfke ve aslında özünde insanî bir beklenti. Ermeni sözcüğünü hakaret saymayacak ve geçmişin acılarını sırtlayabilecek yürekte bir devlet adamı beklentisi.
Üstelik tarihî sorumluluk dediğin, ille geriye dönük olarak da yerine getirilmez. 19 Ocak 2007’den bu yana, benim için ülkemde Ermeni tarihine bakmak adına da yeni bir koordinat var. Sonuçta Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in Ermeni olabileceğine ilişkin bir habere gazetesinde yer verdi diye basında sistematik saldırılara maruz kaldı. O Hrant Dink ki Türkiye Ermenisi kimliğiyle 1915’in bu ülkede tertemiz bir dille konuşulmasını ve acının paylaşılmasını mümkün kılan yegâne insandı. Bu haberin hıncıyla cımbızlanan bir cümleyle Türk düşmanı ilân edilip mahkemeden mahkemeye sürüklendi ve her tür nefretin açık hedefi haline getirildi. Öldürülüşü sonrasında ise daha geçen hafta, İstanbul Valiliği’nde kendisini “uyaran” iki MİT mensubu zamanaşımından sorgulanmaya gerek bulunmadı, o dönemin yeni yetme tetikçisi Ogün Samast da terör örgütü üyeliğinden tahliye edildi.
Kendi biricik vatandaşının öldürülüşünde doğrudan dahli olan ve bu cinayetin ortaya çıkarılışına itina ile direnen bir devlet, tarihte Ermeni’ye dönük zihniyetini de ikrar ve ifşa ediyor demektir. Hani şu sahipsiz kemikler vardı ya, onlar hâlâ sızlıyor. Ve Hrant Dink’e reva görülen adaletsizlik de din, millet ayrımı gözetmeden çoğumuzun burun direğini sızlatıyor. İnkârın tarifi budur zaten, için için bir sızı. Ve maalesef inkâr esas bugünümüzde.
Her bir inkâr, yeni bir milliyetçi dalgaya imkân tanıyor. Oysa o kadar çok öldük ki geriye tek seçenek var elimizde. O da birbirimizi yaşatmak. İnat diye, umut diye hem de… Birbirimizi yaşatmaya niyetimiz var mı? Farklı bir gelecek ihtimali, işte bu sorunun cevabında saklı.