İlker Karayılan
Kabil, Kandahar ve Celalabat’a ilk bombalar düştüğünde takvim sayfaları 7 Ekim 2001 tarihini gösteriyordu. Teröre Karşı Savaş’ın fitilinin ateşlendiği o günden bu yana 10 yıldan fazla bir süre geçti. Bu süreçte ne ABD ordusu ne de batılı güçler “zafer” ilan edebildi.
11 Eylül saldırılarından hemen sonra dönemin ABD Başkanı George W. Bush, “ya bizimlesiniz ya onlarla” ifadesini kullanmış, kongreden geçirilen 40 milyar dolarlık bütçe ile ne kadar ciddi olduğunu dünyaya göstermişti. ABD’nin yeni düşmanı, Sovyet-Afgan savaşında desteklediği mücahitler ve Bush ailesinin ekonomik bağlarının olduğu Suudi Arabistanlı Bin Ladin ailesiydi.
FBI’ın en çok arananlar listesinin 1 numarasındaki 1957 doğumlu, Suudi Arabistan uyruklu bu isim Usame Bin Ladin’den başkası değildi. 1990’lı yılların ortalarından itibaren Afganistan’da yaşadığı bilinen Bin Ladin, Kenya ve Tanzanya’da Amerikan elçiliklerine yapılan bombalı saldırılardan ve donanmaya ait bir gemiye yapılan füzeli saldırıdan sorumluydu. Amerikan istihbarat raporlarına göre, El Kaide isimli ve o güne kadar pek de sık görülmeyen bir şekilde örgütlenen örgütün başındaki isim olan Bin Ladin, 11 Eylül saldırılarının emrini veren kişiydi.
11 Eylül’ün saldırılarından yaklaşık bir ay sonra ABD ordusu, Usame Bin Ladin’i yakalamak ve ona destek veren Taliban rejimini yıkmak için neredeyse tüm devletlerin desteğiyle uzun ömürlü bir savaşa girişti. Savaş Afganistan’da başladı, Irak’a sıçradı ve halen devam ediyor.
ABD hava kuvvetlerinin saldırılarıyla başlayan savaşa kısa süre içinde NATO’nun dahil olması Türkiye’nin de savaşa girmesi anlamına geliyordu. NATO’nun kurduğu ordunun bir parçasını oluşturan Türk Silahlı Kuvvetleri, halen Afganistan’da ve uzunca bir süre bu ülkedeki batılı güçlerin komutasını idare etti.
Savaş karşıtı hareket
Savaşın başlamasından kısa bir süre sonra tüm dünya ile birlikte Türkiye’de de savaş karşıtı hareket ortaya çıktı. Savaş karşıtları dünyanın dört bir yanında milyonların katıldığı gösteriler düzenledi. 15 Şubat 2003 günü yaklaşık 60 ülkede düzenlenen gösterilere bazı tahminlere göre 30 milyondan fazla kişi katıldı. Savaşa karşı hareketin yükseldiği bu dönemde ABD hükümeti savaşta yeni bir cephe açma niyetindeydi. Bir süre boyunca medyaya -daha sonra resmî olarak yalan olduğu itiraf edilecek- belgeler sunuldu. Bu belgelerde Saddam Hüseyin’in El Kaide ile ilişkilerinin olduğu ve Bağdat hükümetinin elinde kitle imha silahlarının bulunduğu Bush yönetiminin etkili isimlerinden Donald Rumsfeld ve Genelkurmay Başkanı Colin Powell tarafından birçok kez dile getirildi.
Savaş tamtamlarının sesinin yükseldiği bu dönemde, dönemin AKP hükümeti ABD askerlerinin Türkiye topraklarını kullanımını da içeren bir tezkereyi TBMM’ne sunmakta beis görmedi. Tüm ülkede savaş karşıtı hareketin ortaya çıkmasının ve Ankara ve İstanbul’da toplamda yüz binlerce kişinin katıldığı gösterilerin sonucunda 1 Mart 2003 tarihinde TBMM’de oylanan tezkere hükümetin tüm çabalarına rağmen geri çevrildi. Afgan Savaşı’nın yılmaz savunucularından olan Türkiye hükümeti, en azından bir süreliğine Irak Savaşı’nın dışında kalmış oluyordu.
Afganistan işgalini desteklerken Irak Savaşı’na karşı ses çıkarmak sadece Türkiye kamuoyuna has bir tutum olmadı. Bir anda uydurulan “İslamofaşizm” terimi ile birlikte İslam düşmanlığı çok yaygın bir kullanım alanına kavuştu. İslamofobi o denli tehlikeli boyutlara ulaştı ki, Amerika’da ve Batı Avrupa ülkelerinde bizzat bu ülkelerin vatandaşı olan Müslümanlar hedef haline geldi.
Savaş 20 Mart 2003 tarihinde Irak topraklarına yayılırken Afganistan’da ABD işgali tam gaz devam ediyordu. Savaşın ilk iki ayında ABD kuvvetleri geçici olarak Taliban yönetimini devirirken, Afganistan’ın başına Hamid Karzai’yi getirdi. Taliban güçleri iktidarı kaybetmesine rağmen ortadan kaldırılamadı ve dağlara çekildi. 2001 yılında 45 bin civarında olan Taliban kuvvetleri kısa süre içerisinde kayıplarla 10 binlere düştü, ancak 2010’da gelen raporlara göre aktif Taliban üyesi sayısı yeniden 40 bine yaklaşmış durumdaydı. Batılı gazetecilerin 2009 yılının son aylarında gönderdiği raporlara göre Taliban güçleri Afganistan’ın %80’inin kontrol altına almış bulunuyordu.
İşgalin ilk dönemlerinde ABD basınının dünyaya geçtiği görüntülerde erkekler yıllardır uzattıkları sakallarını keserken, kız çocukları okula başlıyordu. Ülke “özgür” seçimlere giderken müzik dinlemek gibi yasaklar da kaldırılıyordu. Ancak savaşta Irak cephesinin açılmasıyla birlikte birçok şey tersine döndü. 34 ülkenin katılımıyla kurulan International Security Asistance Force (ISAF) on binlerce askerî gücüyle Afganistan’ı “özgürleştirirken”, savaşın maddî boyutuna yönelik tartışmalar yaşanmaya başladı.
Oysa savaşın ilk günlerinde durum çok farklıydı. FOX başta olmak üzere (ki bu kanal Birinci Körfez Savaşı’nı canlı yayınlamıştı), birçok kanal Afganistan’a atılan bombaların özelliklerini uzun uzadıya anlatıyor, Amerikan kuvvetlerinin silah envanterini de ortaya döküyordu. Bu kanallar diğer yandan da bombalar binlerce masum insanın canını alırken Amerikan halkına ordularıyla gurur duymaları gerektiğini anlatıyordu. Amerikan kamuoyu öyle bir hal almıştı ki, “demokrat” bilinen birçok yorumcu ve talk show sunucusu bile savaşın haklılığını anlatmaya başlamıştı.
Amerika’nın hegemonyası
Günümüzde açıklanan bir dizi rapor sayesinde savaşın ekonomik boyutunu daha net görebiliyoruz. Brookings Institution’dan analist Michael O’Hanlon savaş için harcanan miktarı basit bir formülle açıklıyor. O’Hanlon’a göre Afganistan’daki bir askerin Amerikan vergi mükelleflerine bir senede getirdiği yük 1 milyon dolar civarında. Afganistan’da on binlerce Amerikan askerinin 10 yıldır bulunduğunu hesaplarsak ortaya inanılmaz bir miktar çıkıyor. İşgalin bu korkunç maliyetine rağmen Amerikan hükümetinin neden bu savaşı sürdürdüğü de tartışmaya açıldı. Daha sonra büyük bir kriz ile karşılaşacak olan Amerikan ekonomisi o yıllardan itibaren gerileme sinyallerini veriyordu. Ancak ABD hükümeti, ekonomik bir darboğaza girdiğini tüm dünyadan, özellikle de Çin’den saklamak durumundaydı. 1990’ların başından itibaren kapılarını batıya açan Çin, inanılmaz ucuz işgücü ve insanlık sınırlarını zorlayan uzun mesai saatleriyle Batı ekonomilerini ve özellikle de Amerika’nın lider konumunu tehdit ediyordu. Hegemonyasını sürdürmek zorunda olması Amerika’yı kaçınılmaz olarak savaşa sürükledi. Afganistan işgali bir yandan Talibana’ı iktidardan uzaklaştırırken diğer yandan da tüm dünyaya bir mesaj vermek niyetindeydi: “Yıkılmadık, ayaktayız. Amerika’nın öncülüğü sorgulanamaz”.
Savunma politikaları ve bütçe konusunda uzman olan Amy Belasco ise 29 Mart 2011 tarihinde yayınladığı “11 Eylül sonrası Afganistan, Irak ve teröre karşı savaşın maliyeti” başlıklı raporda daha net bir bütçe ortaya koyuyor. Raporda Amerikan güçlerinin Afganistan’daki mevcudu da net bir şekilde görülüyor. 2001 yılında yaklaşık 10 bin asker ile başlayan işgal gücü her geçen gün artıyor. Aynı raporda sadece Afganistan değil Irak’ta bulunan Amerikan güçlerinin de resmî sayıları verilmiş. 2001-2004 arasında yaklaşık 10 bin civarında olan ABD askerlerinin sayısı Bush yönetiminin kongreden aldığı yetki sonrasına 45 bin civarına çıkarılmış.
Fakat ilginç olan “Umut” ve “Değişim” sloganları ile seçimi kazanan, halkına savaşı bitirme sözü veren Barack Obama’nın da Bush yönetiminden farklı bir çizgi izlememesi. Beyaz Saray’da bulunduğu günler boyunca iki kere Afganistan’daki işgalci asker sayısını çarpıcı oranlarda yükselten Obama, sürekli kongreden ek bütçeler alarak savaşı sürdürmekte bir çekince görmedi. Savaşın 10. yılına girilirken Taliban’la giriştiği mücadelede henüz bir kazanım elde edemeyen ABD yönetiminin Afgan topraklarındaki askerî gücü neredeyse 100 bine dayanmış bulunuyor. Raporda savaşın malî boyutları da gözler önüne seriliyor. Belasco’ya göre Afganistan Savaşına (2012 tahminleri eklenince) harcanan toplam para 550 milyar doların üzerinde. Teröre karşı savaşın diğer cepheleri de eklenince toplam bütçenin 1 trilyon 414 milyar doları aşacağı görülüyor.
“Yan hasar”
Dünyada genel olarak ABD’nin Afganistan Savaşı ekonomik yönden eleştiri görüyor. Afgan halkının özellikle kadın ve çocukların durumu ana akım medyada göz ardı ediliyor. Körfez Savaşı’ndan başlayarak televizyonlardan bombardıman izleyen, bilgisayarlarda dünyayı fetheden nesil için savaşı yaşayanların durumu istatistiklerden öteye geçmiyor.
Gece görüş kameraları eşliğinde atılan bombalar kocaman alevler çıkarırken, helikopterlerden açılan yaylım ateşleri havada bir gökkuşağı gibi süzülürken, o bombaların ve kurşunların adresi hep masum siviller oldu. Çoğu zaman savaşı destekleyen medya bu katliamları “yan hasar” olarak göstermekte ısrar etti.
Afganistan’daki sivillerin durumunu inceleyen raporlardan belki de en çarpıcı olanı İngiltere’deki Stop the War Coalition (Savaşı Durdurun Koalisyonu) tarafından yayınlandı. “The Children of Afghanistan” (Afganistan’ın Çocukları) başlıklı raporda Rights International’dan Lisa Davis’in imzası var. Raporun sonuç bölümünü ise David Swanson yazmış.
Rapor çok çarpıcı istatistikler içeriyor. Otuz yıldır savaş yaşamakta olan Afganistan, dünyanın en az gelişmiş ülkelerinden biri. Ülkede çocuk ölüm oranı %6 seviyesinde. Çocukların dörtte biri beş yaşını göremeden hayat veda ediyor. BM raporlarına göre sadece 2009 yılında 346 çocuk Afganistan Silahlı Kuvvetleri ve ISAF’ın saldırıları sonucunda hayatını kaybetti.
Afgan çocukları sadece ölmüyor, aynı zamanda öldürmeye de zorlanıyor. Yaklaşık 2 milyon çocuğun öksüz veya yetim kaldığı ülkede binlerce çocuk silahlandırılıp savaştırılıyor.
Ülkedeki çocukların üçte ikisi yetersiz beslenirken, Dünya Sağlık Örgütü’ne göre her sene 82.100 çocuk ishal nedeniyle hayatını kaybediyor.
Bu rakamlar 2001’den beri her sene daha kötüye gidiyor. BM raporlarına göre, 2010 yılının ilk altı ayında bir önceki seneye göre çocuk ölüm oranı %55 artmış durumda.
Bağımsız kuruluşların raporları savaşın sonuçlarını tüm çıplaklığıyla ve rahatsız edici bir şekilde önümüze koyuyor. Durum o derece çıkılmaz bir hal almış ki, artık bazı yorumcular çekinmeden şu soruyu soruyor: Afganistan daha yaşanabilir bir yer oldu mu?