Ümit İzmen
2012’ye tam bir karamsarlık içinde girdik. Bu karamsarlığın başlıca nedeni siyasetteki gelişmeler. Kürt sorununun yakıcılığı artarken bir de üzerine Uludere katliamı geldi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin tarihi, AKP’nin bir sonraki başkanının kim olacağı gibi güncel politik tartışmalar, yeni Anayasa tartışmasını gölgede bıraktı. AKP’nin demokratikleşme konusunda bir işlev taşıdığını düşünenler bile umudu kesti. AKP’nin şimdiye kadar demokrasiyi, barışı ve özgürlüğü savunanlarla kurduğu yakınlaşma, yerini giderek devletçi, milliyetçi, statükocu kesimlerle ittifak arayışına bırakıyor.
Siyasetteki bu manzaranın arka yüzünde, ekonomide ne olup bittiğine bir bakmak lazım. AKP’nin siyasî başarısının çok önemli bir nedeni ekonomideki performanstı. Siyasî zemin dönerken ekonomide de zemin sallanıyor. Ekonomik durumun 2012’de 2011’e kıyasla çok daha kötü olacağı üzerinde bir konsensüs var.
Siyaseten köşeye sıkışan AKP’nin bir de ekonomi yüzünden başı belaya girerse bunun sonuçları ne olacak? Genel ekonomik durum bir tarafa, tabii bir de ekonomi politikalarının yönünün ne olacağı konusu var. Bir başka ifadeyle, ekonomide izlenecek olan politikalar acaba siyasetteki bu değişimle ne ölçüde örtüşecek? Bu yazı, 2012’de Türkiye ekonomisindeki muhtemel gidişat ve bunun siyasî yansımaları üzerine düşünceleri içeriyor.
Dünyada düşen büyüme performansı
Ekonomideki gelişmelerin yönünü anlamak için önce dünya ekonomisindeki gelişmelere bakmak gerek. Dış ticaret Türkiye ekonomisinde önemli bir yer tutuyor. Dış ticaret hacminin GSYH’ya oranı %50 civarında. Yaklaşık 80 milyar dolarlık bir cari işlemler açığı var ve bu açığın finanse edilmesi gerekiyor. Bu birkaç veri bile dünya ekonomisindeki gelişmelerin Türkiye’nin performansı açısından ne ölçüde önemli olduğunu gösteriyor. Zaten 2008 krizini hatırlamak bile yeterli. Kendi ekonomisi sağlam olmasına rağmen küresel kriz nedeniyle Türkiye o dönemde %8 daralmıştı.
Küresel kriz ertesinde geçen sene görülen toparlanma giderek zayıflıyor. Hemen hemen tüm ülke gruplarında 2012’de geçen seneye göre daha kötü bir performans bekleniyor. Bu tespit iki açıdan önemli. Bir, Türkiye ekonomisinde 2012 için öngörülen yavaşlama ve aşağıda değineceğim sermaye girişlerinde, faiz oranlarında, kurlarda beklenen sorunlar, sadece Türkiye’ye özel değil. Benzeri ülkelerde de aynı sorunlar var. İki, tüm dünyanın yavaşlayacağı bir ortamda Türkiye eskisi gibi büyüyemez.
Dünya ekonomisindeki gelişmelere biraz daha yakından bakalım:
ABD’den bazı ufak tefek olumlu işaretler gelmeye başladı. Özellikle istihdam piyasalarında, işsizlik oranında ve yaratılan istihdamda açıklanan veriler birkaç ay öncesi kadar ürkütücü değil. Yine de resesyondan çıkış çok yavaş ve zayıf olacak.
Esas sorun AB’de. AB’nin geleceği hâlâ belirsizliğini koruyor. AB ekonomilerinin içinde bulunduğu borç krizi, hergün yeni boyutlara taşınıyor. Önce Yunanistan, İrlanda gibi nispeten küçük ülkelerde başlayan sorunlar, giderek İspanya, İtalya gibi büyük ülkeler için de bir tehdit oluşturmaya başladı. AB’deki sorunların ağırlaşması, çözümü daha da zorlaştırıyor ve meseleyi bir çıkmaza kilitliyor. Şimdi borçları ödemekte sıkıntı çeken hükümetler yeni borç bulmakta zorlanıyor, bu nedenle faizler yükseliyor ve diğer kalemler için ayrılan kamu harcamaları mecburen azalıyor. Bu da büyümeyi yavaşlatıyor. Ama büyüme yavaşlayınca hükümetler vergi toplamakta zorlanıyor. Vergi gelirleri düşünce bir sonraki dönem hükümetler borçları geri ödemekte daha da zorlanıyor. Bu, içinden kendi kendine çıkılamayacak bir kısır döngü.
Çözüm bir yerlerden taze para bulmaktan geçiyor. Bu taze paranın gelebileceği tek adres ise Avrupa Merkez Bankası ve Avrupa’nın ekonomisi daha güçlü, büyük ekonomileri. Ama bu da AB içinde bir transferden başka bir anlama gelmiyor. Tasarruf oranı yüksek, bankacılık sektörü sağlam, kamu maliyesi istikrarlı, rekabet gücü yüksek ülkelerden, tüketimin yüksek olduğu, popülizm uğruna yapılmış harcamaların kamu borçlarını ödenemez seviyelere taşımış olduğu, bankaların temkinli davranıp davranmadığının yeterince denetlenmediği ülkelere bir transfer. Doğal olarak bu durum, ekonomisi sağlam Almanya gibi ülkelerde tepkiyle karşılanıyor. İşlerin iyice kontrolden çıkması durumunda Yunanistan gibi ülkelerin Euro’dan çıkması dahi gündeme gelebilecek.
AB’deki sorunların daha da kötüye gitme ihtimali bir yana, mevcut durum zaten yeteri kadar olumsuz. İtalya ve İspanya 2012’de daralırken, Fransa, Almanya ve İngiltere’de çok cılız bir artış görülecek. AB genelinde sene sonunda pozitif büyüme görülmesi bile olumlu sayılacak. Fransa’nın bile kredi notunun düşürülmüş olduğu bir ortamda Avrupa’da bankacılık sistemine güven o kadar azalmış durumda ki bankalar birbirlerine kredi açmaktansa paralarını güvence altına almayı tercih ediyor. Geçenlerde Euro tarihinde bir ilk gerçekleşti ve Almanya negatif faizle borçlandı. Yani bankalar paralarını yatırmak için üstüne para verdi. Avrupa merkez bankasında bankaların gecelik mevduatı 482 milyar Euro’ya ulaştı.
Diğer gelişmiş ülkelerde de durum çok farklı değil. Japonya geçen senenin felaketlerinin ardından bu sene biraz toparlanacak. Ama gelişmiş ülkelerin genelinde büyüme hızı düşük.
Denilebilir ki, başta Çin olmak üzere gelişmekte olan ülkelerde büyüme devam ediyor. Gelişmiş ülkeler 2007-2012’de sadece %3 büyürken Çin ekonomisi toplamda %60 büyümüş olacak. Ama Çin’in bile büyüme hızı 2012’de 2011’e göre gerileyecek. Benzeri durum diğer gelişmekte olan ülkeler için de geçerli.
Ekonomiler gerilerken sınıf mücadelesi şiddetleniyor
Ekonomik performansın düşmesi sosyal ve siyasî dengeler üzerinde de etkisini gösterecek. Son yıllarda artan protestolar, isyanlar sürpriz değil. Kapitalizmin ortaya çıkışından bu yana her devresel krizde görülen sancılar şimdi tekrar yaşıyor. Ekonomik performans bozulunca 2000’li yılların başından beri hızlı ekonomik büyümenin perdelemiş olduğu bölüşüm sorunları ayyuka çıkıyor.
Küçük bir azınlık sürekli servetine servet katarken, çalışanların durumunun aynı oranda iyileşmemesi, hatta üretimin modern örgütlenme yöntemleri altında çalışanlar üzerindeki baskının ve sömürünün yoğunlaşması artık gözlerden kaçırılamaz bir noktaya geldi. “Biz %99’uz” söyleminde ifadesini bulan bu isyan dalgasının ivmesinin düşmeden devam etmesi şaşırtıcı olmayacak. ABD, Fransa, Rusya, Tayvan, Meksika, Mısır ve Güney Kore’de seçimler var. Çin’de de Kongre yeni devlet başkanını seçecek. Yoksulların ve emekçi sınıfların yükselen seslerinin bu seçimler üzerinde etkili olacağı kesin.
Sonuç olarak, finans kapitalden kaynaklanan sorunlar tüm dünyada da büyümeyi yavaşlatırken kapitalizmin küresel coğrafî örgütlenmesinde denge eski batılı merkezlerden gelişmekte olan ülkelere doğru kayıyor ve yeni bir devrimci dalgaya yol veriyor. Bu ortamda eski egemenlerin egemenlikleri kaçınılmaz olarak yara alıyor.
Küresel düzlemdeki bu gelişmelerin, Türkiye’de ekonomisinde ve siyasetinde izdüşümleri olacak.
Türkiye’de de büyüme yavaşlayacak
Dünyada üretimdeki yavaşlama ticarette de yavaşlamayı getirecek. Finans sektöründeki sorunlar ve güven erozyonu nedeniyle sermaye, Türkiye gibi çevrede yer alan, ne olacağı nispeten belirsiz ülkeler yerine, getiri oranı yüksek olmasa bile en azından kârların güven altında olduğu kapitalizmin yüzyıllık kalelerine sığınacak. Bu da Türkiye için ihracat gelirlerinin azalması ve cari açığını finanse etmek için para bulmakta zorlanması anlamına geliyor. Yani ekonomik performansta bir zayıflama kaçınılmaz.
Zaten son aylarda bu süreç başlamış durumda. Bu yüzden TL değer kaybediyor ve faizler yükseliyor. Bu yüzden ne içerden ne dışarıdan üçüncü köprüye para yatıracak sermayedar çıkmıyor. Ekonomik performansın düşmesi, AKP’nin oy potansiyelinin azalması demek. Bu kesin. Hükümet de bunun farkında. Bu yüzden yine son zamanlarda ortalığı komplo teorileri ve faiz lobisi argümanları doldurdu. Başbakan faiz lobisi yüzünden vatandaşın tüketimini azalttığını, Merkez Bankası başkanı ise TL’nin spekülatörler yüzünden değer kaybettiğini ileri sürüyor.
Hükümeti her durumda desteklemeyi görev edinenlere göre ekonomi çok şahane. Fakat bu yorum geçmiş dönemin verilerine dayanıyor. Burada üç veri öne çıkıyor: Büyüme, ihracat ve işsizlik. Gerçekten de küresel krizin arkasından gelmesi kaçınılmaz olan toparlanmanın etkisinin yaşandığı 2011 yılının performansına bakınca Türkiye dünyada en hızlı büyüyen ilk üç ülke arasına girmiş. En büyük ihracat pazarı olan AB ekonomisinin içler acısı durumuna rağmen ihracat rekor kırmış. İşsizlik oranı kriz öncesi seviyelere gerilemiş ve hatta istihdam oranı kriz öncesinin bile üzerine çıkmış.
Fakat yukarıdaki çerçevenin ortaya koyduğu bir nokta var: 2012 yılında dünya ve Türkiye ekonomisi geçen yıla oranla daha az üretecek, daha az tüketecek. Küresel ekonomide risk iştahının gerilemiş olması nedeniyle cari açığın finansmanı zorlaşacak. TL’deki değer kaybı durdurulamıyor. Yüzde 20 civarında değer kaybı ile TL en fazla değer kaybeden para birimlerinden biri. Yeniden %10’ların üzerine çıkmış olan enflasyon ve faiz oranları benzeri ülkelere kıyasla yüksek. Son açıklanan kredi, ithalat, kapasite kullanımı, sanayi üretimi gibi veriler de ekonominin yavaşlamaya başladığını gösteriyor. Üstelik para ve kur politikalarıyla konjonktüre müdahale etmek bir tarafa, ekonominin yapısal sorunlarını gidermek bugünden yarına olmaz. Halbuki esas sorun üretim yapısından kaynaklanıyor. Bunca değişime rağmen Türkiye’de hâlâ 2001 krizinin ardından çizilen ekonomi politikası çerçevesi geçerli. Bu çerçeve ise liberalizmin şahlanışta olduğu, tüm dünyanın ABD merkezli finans kapitalin hegemonyasında olduğu, içeride ise hükümetlerle ve devletle organik ilişkiler içinde olan küçük bir sermaye grubunun tüm ekonomiyi şekillendirdiği bir dünyayı esas alıyor. Oysa bugünün dünyası bir hayli farklı.
Siyasette ve ekonomide yeni ittifaklar şekillenecek
Dünya ekonomisindeki eski egemenlerin gücünün zayıflaması, bu egemenlerin yurtiçindeki ortaklarını da etkileyecek. Türkiye içindeki sermaye sınıfının kendi mevzilerini korumak için AKP muhalefetini gevşetmesi ihtimalini yabana atmamak lazım. İstanbul burjuvazisinin hükümetle arayı toparlama isteği hükümetten de olumlu yankı bulur. AKP’nin son dönemde yüzünü devletçi, milliyetçi, statükocu kesimlere çevirmiş olması bu ihtimali destekliyor. İktidar açısından, ekonomik durumun bozulmasıyla çalışanların ve yoksulların desteğinin gerilemesi karşısında, durumu telafi etmenin en iyi yolu ekonomide burjuvazinin desteği, siyasette ise milliyetçilerin desteği olarak gözüküyor.