Arus Yumul
Geçtiğimiz yıllarda hayata veda eden Ermeni yazar, komünist, marangoz Sarkis Çerkezyan 2005 yılında Radikal’e verdiği röportajda Türk Solu dergisine itirazını şu sözlerle dillendirmişti: “Zihni Anadol, Türk Solu diye bir dergi çıkarıyordu. Bir miting sonrası Zihni ‘Bizim dergiye bir yazı yazsana’ dedi. ‘Ben o dergiye gıcığım’ dedim. ‘Niye’ diye sorunca da anlattım: ‘Bu memlekete Migros geldi, ‘Türk Migros’ dediniz. Bilmem ne geldi, ‘Türk’ oldu… Şimdi siz Türk Solu diyorsunuz. Eğer solunuz sadece size aitse, bizim ne işimiz var içinde? Biz enternasyonal insanlarız. O zaman ben gideceğim, bir Ermeni solu bulacağım, orada çalışacağım.’ Herhalde aklı yattı Zihni’nin ki, bir süre sonra derginin adını değiştirdiler.” [i]
Belleğin Türkleştirilmesi
Heterojen Osmanlı toplumdan homojen bir ulus inşa etme projesine, ülkenin toprağından nüfusuna, yer adlarından ekonomisine, kültüründen kamusal sembollerine, ideolojilerinden geçmişine her alanını millîleştirme, Türkleştirme politikaları eşlik etti. Bu süreçten kaçınılmaz olarak toplumsal bellek de payını aldı. Zira bellek siyaseti bir kimliğin kurgulanmasındaki temel öğelerden biridir ve ulus devlet oluşturma aşamasında merkezî bir yer tutar. Toplumsal hafızanın denetçileri o belleğin nasıl şekilleneceğini, içinin neyle doldurulacağını tekellerinde tutmak ister. Tekil ve homojen bir toplumsal bellek ancak çoğulcu bir tarihi dizginleyen resmî tarih tezinin oluşturulup yaygınlaştırılmasıyla mümkün olur.
Tarihin Türkleştirilmesinin en aşırı tezahürü olan Türk Tarih Tezi’ne göre, Anadolu’nun ilk yerli halkları Türklerdir. Mustafa Kemal’in ifadesiyle “Bu memleket tarihte Türk’tü, halde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır”. Müslümanları Türk kimliği altında eritmeyi hedefleyen resmî ideoloji, gayrimüslimleri, türdeş olarak imgelenen “muhayyel cemaatin” dışına itti. Rejimin meşrulaştırıcı sembolleri, geçmiş, bugün, gelecek tahayyülleri içinde yer almayan gayrimüslimler resmî tarihte ya hiç yoktur ya da Türk milletini arkadan vuran, hançerleyen iç düşmanlar olarak resmedilir.
Osman Köker’in sözleriyle: “Türkiye’de tarih genellikle Türkler üzerinden anlatılır. Bu, özellikle şehir tarihlerinde dikkat çekicidir. İlkokul 3. sınıftan itibaren ‘şehrimizin tarihi’ bahsine müfredatta yer ayrılmıştır. Burada genellikle o şehrin Türkler tarafından kurulduğu ya da şehrin adının Türkçe bir kavramdan geldiği öğretilir; şehrin Türklüğüne dair efsaneler aktarılır… Şehirlerin tarihinde yer alan Müslüman olmayan unsurlardan bahsetmek gerektiğinde ise, bunlar ancak olumsuz bir imaj içinde resmedilir. Onların o şehri var eden unsurlardan olduklarına ve şehrin sosyal, ekonomik hayatı içindeki rollerine hiç değinilmez: 20. yüzyıl başında birden ortaya çıkarlar, düşmanla işbirliği yaparlar, Türkleri arkadan hançerlerler. Sanki hiç yaşamamış, sadece ihanet etmişlerdir!” [ii]
Türk kimliği üzerinden kurgulanan resmî tarih ve bellek bir grubun ihtiyaçlarına cevap verirken başka grupları millî anlatının dışına itmekle kalmadı, farklı “bellek cemaatleri” arasında iletişimin önünü kesip çeşitli konularda suskunluklar üretti.
Otoriter Söylem – İçten Gelen Söylem
Tarih de, toplumsal bellek de, toplumu dıştan çevreleyen iktidar ve düzenin diliyle ya da Mikhail Bakhtin’in [iii] sözleriyle söyleyecek olursak, egemen gücün söylemine tekabül eden “otoriter söylem” ile şekillendi.
Bakhtin otoriter söylem ile içten gelen ikna edici söylem arasındaki ayrıma dikkat çeker. Otoriter söylem; peşin onayı, kayıtsız şartsız sadakati gerektiren babanın sözüdür. Durgun, cansız, statik, neredeyse kireçlenmiş bir söylemdir. Kuşaktan kuşağa aktarılır. Tek sesli olduğu kadar tek yönlü bir söylemdir. Karşılıklı iletişime, etkileşime kapalıdır. Onun doğruluğunu sorgusuz sualsiz kabul etmemizi, ama aynı zamanda onu içselleştirmemizi, kendi söylemimiz haline getirmemizi bizden talep eder. Bize düşen onu ezberleyip şablonlarını tekrarlamak, alıntılar ve tırnak işaretleriyle konuşmaktır.
Bizi teksesliliğe mahkûm eden otoriter söylemin aksine, içten gelen söylem bir metni kendi öznelliklerimizi katarak yeni baştan okumaya, kendi kelimelerimizle yeni baştan anlatmaya benzer. Yani biraz bizim, biraz başkalarının sözüdür. Bu yönüyle diyaloga, yeni ilişkilere açıktır. Sözü başka sözlerle, farklı seslerle diyaloga sokar. Yeni, farklı bağımsız kelimeleri mümkün kılar, üretken ve yaratıcıdır. Semantik yapısı sınırlı ve sonlandırılmış değildir. Değişime, tadilata, farklı anlamlara açıktır. Asla ölü bir söylem değildir; sonuçlanmamıştır, geçmişe değil geleceğe yönelik bir adım, bir itici güçtür. Varış yerinden ziyade bir kalkış, yola çıkış noktasıdır.
“Masal Babam”
Hrant Dink, “Ermeni Sorunu” konusunda tam da bu söylemi kullanarak kurumsallaşmış egemen hafızaya ve onun tek dilli anlatılarına meydan okudu. Tarihi abluka altına almayı, geçmişi bugünden kazımayı amaçlayan “hafıza bekçilerinin” susturma, reddetme, yadsıma üzerine kurduğu otoriter söylemin mutlak iktidarını sarstı. Sözel bilince tek parça halinde kazınmış, tek bir sesi yankılayan söz dizgelerini parçalara ayırarak, cevapları önceden bilinen sorular, sabitlenmiş hakikatler hakkında merak uyandırdı.
Hrant Dink’ten önce de, sonra da, bu konuda resmî söylemi sorgulayan, ona açıkça meydan okuyanlar oldu. Ancak hiçbirinin sesi Hrant’ın hakim söyleme isyanı kadar etkili olmadı. Hrant’ın şüphesiz ender rastlanan, özgün bir tonlaması ve ritmi vardı. Ancak o her şeyden önce bir hikâye anlatıcısıydı.
Hrant’ın ardından Şafak Pavey acısını “Hrantçığım, babacığın, benim masal babam. Çocukluktan beri düşlenen Saroyan hikayelerinden bize misafir gelmiş babacık” [iv] sözleriyle dile getirmişti. “Hiçbir felsefe, hiçbir analiz, hiçbir aforizma, ne kadar güçlü ve derinlikli olursa olsun, yoğunluk ve anlam zenginliği açısından hakkıyla anlatılmış bir hikâyeyle kıyaslanamaz” der Hannah Arendt. [v] Hrant Dink yerleşik belleğe alternatif oluşturacak karşı bellek oluşturma çabasında en eski anlatı biçimi olan hikâyeye başvurdu. Hikâyeler yoluyla tarih kitaplarında kayıt altına alınmayan, egemen belleğe aykırı düşen öznellikleri bugüne taşıyarak, örtbas edilmiş tarihi açığa çıkararak, toplumsal mutabakata dayalı hafıza sisteminde çatlaklar açtı.
Hrant’ın elinde hikâyeler özgürleştirirci anlatılara dönüşüyordu. Dinleyicileri egemen güçlerin insan hayatını, acılarını, duygularını hiçe sayıp değersizleştirdiği büyük tarihî anlatıların zamanından alıp sıradan insanların deneyim ve öznelliklerinin zamanına taşıyordu. Ölülerin, mağlupların, kaybolmuşların anıları, onların yıkılmış, bozguna uğramış hayalleri, gerçekleşmemiş rüyaları, genelleştirici, soyutlayıcı kuramsal analizlerden çok daha güçlü bir etki yaratıyordu. Kitleler üzerinde sağaltıcı ve aydınlatıcı bir rol oynuyordu. Hikâye anlatımı farklı dünya görüşlerine dayanan farklı yorumları olanaklı kılar; farklı, ucu açık, belki sonuçsuz kalacak bir tartışmayı başlatır. Hrant da anlattığı hikâyelerle ele aldığı konuyu çözmek veya sonlandırmak yerine yeni sorular sorarak eleştirel düşünme ve tartışmaya yol açıyordu. Amacı bilgi aktarmak veya nakil yoluyla öğretmek değildi. Onun içten içe ikna edici söylemi, bütünlük, süreklilik ve mutlak haklılık üzerinde yükselen toplumsal belleği dönüştürme niyeti taşıyordu. Ötekinin katkısına açık olan söylemi ile diyalogun yolunu açıyordu.
Seslendirilmemiş hikâyelerin dillendirilmesi ile özel anılar kamusal anılara dönüştü, toplumun yaşayan belleğine sızdı. Hrant Dink’in sihri belki de burada yatıyordu. O, Ermeni kimliğinin içinden konuşuyordu. Ancak bu kimliğin öznelliklerini ön plana çıkaran hikâyeleri özel ile kamusal alan arasında bir bağ kuruyor, bu topraklardaki Ermenilerin tarihinin aslında Türklerin/Müslümanların da tarihi olduğunu gösteriyordu.
[ii] http://bianet.org/biamag/bianet/78652-sireli-yegpayris–sevgili-kardesim.
[iii] Mikhail Mikhailovich Bakhtin, The Dialogical Imagination, (der.) M. Holquist, Austin, TX: University of Texas Press, 1981.
[iv] Agos, 26 Ocak 2007.
[v] Hannah Arendt, Men in Dark Times, New York: Harcourt Brace & Comp, s. 22.