Nurullah Ardıç
Gilad Şalit isimli tutuklu askerin iadesi karşılığında 1027 Filistinli mahkûmun serbest bırakılmasını öngören Hamas–İsrail takas anlaşmasından sonra ilginç bir şekilde İsrail cumhurbaşkanı en ziyade Türkiye’ye teşekkür etti. Anlaşılan taraflar arasında bir ara tıkanmış olan müzakereler, İsrail’le ilişkilerin tarihin en gergin döneminde olmasına rağmen Türkiye dışişlerinin devreye girmesiyle tekrar başlamış ve anlaşma sağlanmış. AKP hükümeti bu tür arabuluculuk girişimlerini ‘medeniyet’ kavramına (da) atıfla açıklıyor: Türkiye, Ortadoğu’da ve dünya genelinde çatışma yerine barışın, işbirliğinin ve dayanışmanın hakim olması için çalışıyor, söylemiyle.
Türkiye son yıllarda Haiti’den Somali’ye, Pakistan’dan Libya’ya kadar farklı coğrafyalarda yardım faaliyetlerine katılma ve İran, Filistin-İsrail, Suriye gibi ülkelerdeki sorunlarda arabuluculuk misyonu yüklenme gibi bir dizi eylemle dış politikadaki etkinliğini artırmaya çalışıyor. Yine hükümetin Bosna’dan Güney Afrika’ya, Libya’dan Lübnan ve Somali’ye kadar birçok ülkede yardım faaliyetlerine öncülük etme ve genel olarak Ortadoğu’daki artan etkinliği de ‘medeniyet’ merkezli bir politika olarak yansıtılıyor. Başbakan dahil bizzat hükümet üyeleri de izledikleri dış politikanın ‘medeniyet perspektifine’ (de) dayandığını zaman zaman ifade ediyor.
Ya iç politika?
Ancak iç politikaya bakınca (en azından bazı alanlarda) çok farklı bir manzarayla karşılaşıyoruz. AKP hükümeti iç politikada da demokratikleşme yolunda bazı adımlar (Ergenekon ve Balyoz davaları, 2010 Referandumu ve Anayasa değişiklikleri, yeni Anayasa hazırlıkları ve hatta akim kalan ‘Demokratik açılım’ politikaları gibi) atmış ve bunlar belli ölçüde Türkiye’nin ‘medeni’ bir ülke olmasına katkıda bulunmuş olsa da, diğer alanlarda durum parlak değil. Örneğin çeşitli iş kollarında meydana gelen yüksek miktardaki işçi ölümlerine bigane kalınması, Kürtlere kültürel haklarının verilmesi konusunda ayak sürünmesi, gayr-ı müslimlere vakıf mallarının iadesinin (nihayet izin verilmiş olsa da) geciktirilmesi, bazı üniversitelerde hâlâ başörtüsü yasağının devam etmesi gibi sorunların yaşandığı insan hakları cephesinde görünen vaziyet hiç de iç açıcı değil.
Hükümetin medeniyet söylemi ve medeni ülke olma misyonuyla doğrudan tezat teşkil eden bir başka önemli sorun da -son ‘siluet’ tartışmasıyla tekrar gündeme gelen- inşaat ve betonlaşma meselesi. Elbette bu sorun yeni ortaya çıkmış değil; 1960’lardan beri Türkiye’de sanayileşme ve şehirleşme (ve göç) süreçleriyle beraber inşaat sektörü de hızlı bir ‘gelişme’ gösterdi. Öyle ki, Özal’lı yıllardan beri inşaat sektörü Türkiye ekonomisinin ‘lokomotifi’ oldu. Bugün de Türkiye ekonomide kaydettiği dramatik büyüme rakamlarını önemli ölçüde inşaat sektörüne borçlu. Bunun birkaç sebebi var. Bunlardan biri ekonominin dinamizmini sağlayan (ya da ekonomik büyümenin endekslendiği) dışarıdan sıcak para girişinin ve yabancı sermaye yatırımlarını cezbetmenin en kestirme yolu olarak inşaat sektörünün görülmesi. Büyük şehirlerde sürekli yenileri dikilen gökdelenler esasen bu amaca hizmet ediyor.
Bir başka sebep ise Türkiye’de sınıflar arası gerginlikleri azaltmanın başlıca yönteminin eskiden beri arazi rantı paylaşımı stratejisi üzerine kurulmuş olmasıdır. Yani Cumhuriyet’in başlarında küçük bir seçkin azınlık tarafından ülkenin rantına el konularak uzun süre refahtan mahrum bırakılan kitlelere bir ölçüde refahı getirme ve bu sayede onları sisteme entegre etmenin (ve onların oyunu almanın) en kolay yolu arazi rantı paylaşımı olarak görüldü. Bu stratejinin diğer yüzü de (duruma göre eski veya yeni) müteahhitlerin, yani sermayenin, daha da zengin edilmesidir. Esasen bu mekanizma Türkiye’de devlet güdümlü burjuvazi üretme ve bu yolla (eşitsiz bir biçimde de olsa) ekonomik büyüme sağlama şeklindeki genel stratejinin bir parçasıdır. Bu mekanizmanın bir unsuru olarak TOKİ de bir yandan -daha önceki dönemlerde gecekondu yapmalarına izin verilen ama aynı zamanda bu gecekondulara mahkûm edilmiş olan- alt sınıfların durumunun iyileştirilmesi, diğer taraftan da kentsel dönüşüm projeleriyle üst ve üst-orta sınıfların şehirlerin ‘iyi’ yerlerine yerleşmelerine imkân verilmesi gibi ikili bir işlev görüyor.
İnsanî maliyet
Fakat bütün bu ekonomik dönüşüm ve büyüme süreçlerinin insanî maliyetleri hesaplanmıyor. Örneğin ülke çapında 500 küsur bin daire inşa etmiş olan TOKİ’nin (ki hükümet buna bir 500 bin daha ekleneceğini söylüyor) tabii çevreye etkisi bir yana, toplumsal dokuyu nasıl dönüştüreceği üzerinde imal-i fikir edilmiş gibi görünmüyor. Buradaki temel soru(n) şu: 500 bin (ve ileride 1 milyon) ailenin yaşadıkları mekânları, mahalleleri ve sosyal ilişkileri kısa bir sürede terk ederek yeni ilişki ağlarına dahil olmaları sosyal dokuyu nasıl etkileyecektir? Bu durumun, suç oranlarının artmasından sınıfsal konum ve ilişkilerin dönüşümüne, etnik ve meslekî kompozisyonlardan komşuluk ilişkileri ve toplumsal dayanışma kanallarına, şehir hayatının algılanması, bireyselleşme ve kimlik dönüşümlerine ve hatta siyasî tercihlere kadar birçok alanda etkili olacağı açıktır. Kısacası, TOKİ projelerinde estetik ve toplumsal boyutların pek dikkate alınmıyor ve neredeyse pür bir mühendislik olayı olduğunun varsayılıyor olması, yakın gelecekte çok önemli toplumsal sorunların doğmasına zemin hazırlıyor.
Son dönemde gündeme gelen ve İstanbul’da sur içine batırılmış üç hançer gibi duran gökdelenler meselesi de aynı şekilde ‘medeniyet’ söylemi ve idealiyle doğrudan tezat teşkil ediyor. Aslında İstanbul’un özellikle Mecidiyeköy, Levent ve Maslak taraflarındaki gökdelenler bloğunun hem toplumsal hem de doğal dokuyu nasıl tahrip ettiği (örneğin İstanbul’un havasının temiz kalması için hayatî önemdeki kuzey rüzgârlarını kestiği, Marmara tarafından ve Boğaz’dan bakıldığında devasa bir duvar şeklinde manzaranın ortasına yerleştiği vs.) bilinen olgular. Ancak ‘sur içinin’ dışındaki bu gökdelenler geleneksel büyük burjuvazinin arsızlığı olarak görülür ve eleştirilirdi; bu yapıların İstanbul’un binlerce yıllık kalbi olan sur içine giremeyeceği düşünülürdü. Şimdi ise bu da olacak gibi görünüyor: Önce Haliç üzerine yapılacak ve sur içi siluetinin bir bölümünü kapatacak olan metro köprüsü ile gündeme gelen, sonra da tarihî surların hemen dışına inşa edilen ve eski İstanbul’un görüntüsünü mahveden üç ‘ucube’ ile alevlenen ‘siluet’ tartışması doğrudan medeniyet meselesiyle ilgili. Eğer bu ‘projeler’ gerçekleşirse, binlerce yıllık tarihiyle medeniyetlerin beşiği olmuş İstanbul’a büyük bir darbe vurulmuş olacak. Ve elbette estetik ve insanî kaygılardan uzak olan bu manzara, hükümetin söylemlerine ve ‘medeniyet merkezli’ politikalara da aykırıdır.
Gökdelen ‘saplamak’
Gelinen bu nokta ironik bir biçimde, Kemalist modernleşme projesinin ‘medenîleştirme’ misyonunun geldiği aşamayı da gösteriyor. Estetikten yoksun, renkli camlı gökdelenler, maliyeti ne olursa olsun Batı’yı taklit etmeye kararlı Kemalist elitlerin zihniyetiyle birebir örtüşür. Ama İslam-Osmanlı geleneğini toptan reddeden bu zihniyete karşı kendi ‘medeniyet dinamiklerinden’ beslendiğini öne süren ve içlerinden Turgut Cansever gibi mimarlar çıkarmış insanların geldiği nokta (Kemalistlerin bile yapamadığı) İstanbul’un kalbine gökdelen ‘saplamak’ olmamalıydı. El-insaf!