Nagihan Haliloğlu
Geçtiğimiz yazın en ilginç politik haberlerinden birisi Uluslararası Para Fonu başkanı Dominique Strauss Kahn’ın New York’ta bir otel çalışanı tarafından tacizle suçlanması oldu. DSK’nın hem finansal hem de politik gücü elinde bulunduran beyaz bir ‘saygıdeğer adam’ olarak Afrikalı bir ‘işçi’yle olan bu talihsiz karşılaşması birkaç hafta gazete köşelerinde analiz edildi.
Fransız medyası da meseleyle Fransa’da üst düzey yöneticilerde neredeyse bir salgına dönüşmüş olan ‘kadın düşmanlığı’ ve ‘maçoluk’ açısından ilgilendi. Dünyanın şanssız üçte birinde tam da bu adamlar tarafından kurtarılmayı bekleyen yahut Avrupa ve Amerika metropollerinde kimsenin yapmak istemediği işleri yapan, çoktan ‘kurtulmuş’ diasporadaki kahverengi derili kadınlar için ne büyük şanssızlık!
Kahverengi derili kadınların paralı Avrupalı erkekler tarafından devlet politikaları, yardım kuruluşları, köşe yazıları eliyle kurtarılacağını zaten hepimiz biliyoruz; bu ‘kurtarma’ operasyonun önemli bir ayağı ise babaları, ağabeyleri ve kocaları tarafından ezilmiş ‘doğulu’ kadınların bu çilelerini dillendirdikleri ‘Suçluyorum!’ başlığı altında toplanabilecek otobiyografik anlatılar.
“Müslüman kadının özgürleşmesi”
Örnekleri özellikle Avrupa ve Amerika’daki kitapçı raflarını süsleyen bu yazın çeşidi tamamen bir endüstriye dönüşmüş durumda. Bu anlatıların hikâyenin tamamını yansıtmadığını, hatta aslında ‘başkalarının’ yazdığı bir hikâyenin parçası olduğunu düşünen ve bu hikâyelere eleştirel yaklaşan ‘doğulu’ kadınlar da var. Bu eleştiriyi bir manifesto şeklinde, özellikle kendi ülkeleri İran bağlamında değerlendiren Akhavan, Bashi, Kia and Shakhsari, bu yazın türüne şöyle dikkat çekiyor:
“Bizim teşhisimiz, bu ‘anı’ türünün, küresel kapitalist ilişkilerin cinsiyet ve ırk üzerinden tanımlanmasını destekleyen ve körükleyen bilgi-üretimi endüstrilerinin bir parçası olduğu. Bu ilişkiler bir tarafta ‘Batı’daki ‘özgürlük’ ve ‘ilerleme’ tahayyülleri, diğer tarafta ise İran’da ve Müslüman dünyanın diğer yerlerindeki ‘geri kalmışlık’ ve ‘barbarlık’ şeklinde kurgulanan, çiftli bir sistemde ele alınıyor. ‘Susturulmuş’ İranlı kadının sonunda sesini bulduğu, hakiki ve meşru bir ortam olarak görülen bu ‘anı’ kitapları, ‘üçüncü dünya kadını’nın aynı toprakların erkeklerine karşı konuşlandırıldığı, ve böylelikle kadının kurtuluşu olarak kurgulanan şeye zemin hazırlayan, indirgemeci ama bilindik bu hikâyeleri tekrar tekrar üretip önümüze sürmekte.”[1]
Marjane Satrapi’nin çizgi romanı ilk bakışta ‘Müslüman kadının özgürleşmesi hikâyesi’ türünün bir örneği olarak göze çarpsa da, kitapta anlatılanlar da, kitabın formatı da bu türün kurallarına tam olarak uymuyor.
Kitap Avrupa ve Amerika halklarının -devletlerin güttükleri politikalar sonucu- çok yakından bilmediği bir kültürü tanıtıyor olması açısından elbette yukarıda dikkat çekilen ‘bilgi-üretme endüstrisi’nin ürünü, ama hem içerik hem de şekil olarak raflarda çok rastgelmediğimiz türden.
Satrapi ‘diaspora’da -belki Manhattan’daki temizlik işçilerinden biraz daha rahat şartlarda- yaşayan İranlı bir kadın. Ve durduğu yerin çok iyi farkında. Bu farkındalığın sonucu olarak da kendi gerçekliğini yukarıda bahsedilen ‘Suçluyorum!’ türünde bir kitap yazarak değil, çocukluğunun İran’ını siyah beyaz karelerle resmederek yansıtmayı tercih etmiş. Kullandığı çocuk bakış açısı ve diğer karakterlere verdiği özenle hikâyenin kişiselliğini artırarak anlattığı hikâyenin ‘İranlı kadın’ kategorisinin genel hikâyesindense kendi özel hikâyesi olduğunun altını çiziyor. Ve bunu yaparken alışkın olduğumuzdan farklı bir İran resmi çiziyor bize: Sınıf ayrımının çok ciddi bir şekilde yaşandığı, fakat kadın ve erkeklerin beraber baskıcı rejimlere -ister Şah despotizmi, ister devrimi çalan mollaların tedhiş yöntemleri olsun- karşı çıktığı bir İran.
Hem kadın hem erkek şikâyetçi
Kitabı açtığınızda ilk karşılaştığınız kareler okulda başörtü takma zorunluluğunun başladığı günleri dehşetten ziyade absürdlük çerçevesinden anlatıyor. Bundan hemen sonra okuyucuya devrime giden yolu anlatan bir İran tarihi dersi veriliyor.
Satrapi çizgi romanlara olan ilgisini, daha çocukken Marksizmi nasıl resimli bir bröşürden öğrendiğini resmederek anlatıyor okurlara. Yazar bu tür kitapların el altında olduğu, liberal, mutlu ve sevgi dolu üst sınıf bir aile ortamında büyümüştür. Şah’ın baskılarından ailenin hem kadın hem erkek bireyleri şikâyetçidir. Bu, İran’dan duymaya alıştığımız hikâyelere pek benzemiyor. Ve yazar hikâyenin hiçbir yerinde İranlı ‘kadın’ı, İranlı ‘erkek’in karşısına yerleştirmiyor. Kitaptaki en önemli hikâyelerden biri Satrapi’nin hapisteki amcasıyla olan ilişkisi.
Okuyucuya sunulan kesitler siyasî bir ders verme amacıyla değil, yazarı kişisel olarak en fazla etkileyen olaylardan seçilmiş: Anne babasının Şah ya da mollalar yönetimi hakkındaki tartışmaları, tutuklanmalar, içki yasağı, İran-Irak savaşı ve Avusturya’da yaşadığı yabancılaşma süreci.
Kitabı yazmaya nasıl karar verdiği sorulunca Satrapi şöyle diyor:
“1994’te Fransa’ya geldiğimden beri hep arkadaşlarıma İran’daki hayatı anlatmaya çalıştım. Televizyonda İran’daki hayattan parçalar görüyorduk, ama bunlar benim İran’daki hayatımla örtüşmüyordu. Onlara sürekli ‘İran’da hayat böyle değil’ demek zorunda kalıyordum. Tam yirmi senedir İranlı olmanın neden kötü bir şey olmadığını anlatmaya çalışıyorum. Özellikle bunun benim seçimim olan bir şey olmadığını düşünürsek durum gerçekten çok komik.”[2]
Kurtulmayı bekleyen insanlar
Satrapi samimi bir şekilde televizyonlarda gösterilenin kendi yaşadıklarıyla uyuşmadığını söyleyerek, genel bir ‘İranlı kadın’ tanımından kaçınıyor. Hikâyelerin nasıl bağlamlarından çıkartılıp kullanılabileceğini çok iyi bilen yazar, aynı söyleşide çizgi romanın diğer formlara göre avantajlarından bahsediyor: “Çizgi romanda tek ihtiyacınız olan kendiniz ve editörünüz.” Böylelikle başkaları karışmadan, bir aracı olmadan paylaşabiliyor anılarını bizimle Satrapi. Ancak hikâyesinin tamamını kendi sözleri ve gözlemleriyle anlatabilirse hikâyesini gerçek manada anlatabilmiş olacağını söylüyor bir başka deyişle.
Haberlerde görmeye alıştığımız kızgın ve mutsuz, kurtulmayı bekleyen insanlardan ziyade yemek ve içmekten hoşlanan, aşık olup sanat yapan insanların hayatlarından sahneler sunuyor okuyucuya. Bu sahneler belli ki sürekli gördüğü olumsuz resimler sonucu Satrapi için daha da kutsal bir mana kazanmış. Öyle ki, beyaz ekrana aktarılan ikinci kitabı Erikli Piliç tamamen bu atmosferi yansıtma ihtiyacıyla başka bir amcasının -hesapta kahverengi kadınları ezmekle meşgul olması gereken kahverengi bir erkeğin- kırılan tarının sesini başka müzik aletlerinde arama hikâyesini anlatıyor. Yazar bir bakıma bu hikâyeleri ‘kurtararak’ çocukluğunun İran’ının resmini çiziyor.
‘Kapalı kutu’ ülke
Satrapi’yi en rahatsız eden boşluk da Avrupa ve Amerika’da rağbet gören Kızım Olmadan Asla ve Tahran’da Lolita Okumak gibi ‘kurtuluş’ metinlerinde İran’daki erkek ve kadınların özgürlük mücadelelerine, baş kahramanı daha yalnız, daha ‘kahramanca’ gösterme adına pek yer verilmemesi. Satrapi’nin çizimleri ve kendisi de dahil karakterleri ele alış tarzı zaten böyle bir ‘kahramanlık’ hikâyesine izin vermiyor.
Ailesini çok sevdiği aşikâr olan Satrapi, onlara da üst sınıf kendini beğenmişliklerinden dolayı eleştiriler getiriyor. Kitap ‘İranlı kadının kurtuluşuna zemin hazırlamak’tan çok, İranlıların kendi içlerinde yaşadıkları tezatları ve birliktelikleri öne çıkarıyor. Böylelikle, Avrupa ve Amerika orduları tarafından henüz ‘açılamamış’ olmasından dolayı, çok hareketli bir sanat dünyasına sahip olmasına rağmen ‘kapalı kutu’ ülke olarak pazarlanan İran’dan gelen bu otobiyografi bir Avrupa dilinde yazılmış olmasının getirdiği aşinalığı, içinden beyaz erkekler tarafından kurtulmayı bekleyen kadınlar çıkmamasıyla altüst ediyor. İran’dan ve diğer Müslüman ülkelerden, bu ülkelerin sosyal yapısına dikkat çekerken dışarıdan yardım talep etmeyen hikâyeler de çıkabileceğini gösterip yeni bir yol çiziyor.
[1] Manifestonun tam metni için: http://www.zmag.org/content/showarticle.cfm?itemid=12010
[2] Yayıncısının internetsitesinde bulunan bir röportajdan alıntılanmıştır http://www.randomhouse.com/pantheon/graphicnovels/satrapi2.html