Sinan Özbek
Kurulu düzene karşı isyan edilip edilmeyeceği sorusu hiç de yeni bir soru değil. Toplum ve devleti konu edinen filozofların bu soruda ikiye ayrıldığını ve bir takım filozofun da orta yolcu diyebileceğimiz düşünceler ürettiğini görüyoruz.
Halkın devlete isyan etmesine karşı en keskin görüşleri kuşkusuz devleti bir “sözleşme” olarak gören gelenek ileri sürüyor. Bunun en net ifadesini Thomas Hobbes’da (1588-1679) görüyoruz. Ona göre devletin olmadığı tarihî dönemlerde “herkesin herkese karşı savaşı” hüküm sürmüştür. Devletin ortaya çıkmasıyla bu barbarlık durumundan “sivil durum”a geçilmiştir. İnsan “doğası gereği kötü” olduğundan bir düzenin sağlanabilmesi için devletin baskı kurması sadece meşru değil aynı zamanda zorunludur. Devletin olmadığı yerde kaos ve kötülükler hâkim olacağından, devletin iktidar otoritesinin yol açacağı kötülükler evladır. Zaten sükûnet ve düzeni sağlamayı başarmış her iktidar da meşrudur. Hobbes burada isyanın bir geçiş süreci olduğunu ve eninde sonunda karşı karşıya gelen güçlerden birinin duruma hâkim olacağı ihtimalini dahi tartışmıyor.
“Doğal durum” ve “sivil durum”
Kant (1724-1804) ise isyan etmeyi vatana ihanet olarak görüyor ve isyan edenlere ağır cezalar verilmesini öneriyor. Ama aynı Kant, isyan edenin başarıya ulaşması durumunda, bu sonucu da meşru görüyor. Bununla Hobbes’un hesaba katmadığı ihtimali de hesaba katmış ve bu duruma da cevap vermiş oluyor.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şu: Her iki filozof da iktidar otoritesinin olmadığı bir durumda topluluğun kaosa sürükleneceği gerekçesini ön kabul olarak alıyor. İnsanlar arasındaki ilişkileri sağlayan bir otoritenin olmadığı durumda, “herkesin kendi yargıcı” olacağını düşünüyor. Buna da “doğal durum” diyor. “Doğal durum”dan yasalara dayanan bir yönetime geçmeyi de “sivil durum” olarak anlatıyor. Böylece toplumsal düzeni zorla da olsa sağlayan otorite meşru görülüyor.
Bu düşüncenin kendini temellendirmede seçtiği argüman son derece yalın. Sanıldığı gibi öyle felsefi bir derinliğe sahip değil. Çünkü “herkesin herkese karşı savaş”ının hüküm sürdüğü insanlık durumunun varlığını ileri sürmenin kendisi sorgulamaya açık ve sağlam değil. Dahası, antropolojik veriler önemli oranda bu ön kabule karşı konuşuyor.
Şiddete karşı şiddet meşrudur
Ortaçağ filozofu Thomas Aquinas (1225-1274) ise tam karşı cepheden görüş üretiyor. Daha o yıllarda iktidarı zorla, darbeyle ele geçiren tirana karşı halkın isyan edip edemeyeceği sorusuna olumlu cevap veriyor. Thomas Aquinas, sadece zorba diktatöre karşı isyan hakkını savunmuyor, buna ek olarak yasal yollarla iktidara gelmiş hükümdarın da zorbalaşması, diktatör olması durumunda halkın isyan edebileceğini söylüyor. Ona göre diktatör toplumun ortak çıkarına göre hareket etmediğinden, halkın devrimci şiddeti meşrudur ve bu şiddetle iktidardan alaşağı edilebilir. Diktatörün iktidarı, yasal bir yönetim değil; kendisi bir şiddettir. Bu şiddete karşı geliştirilecek şiddet de meşrudur. Bu düşünceyi kararlı bir şekilde Rousseau da (1712-1778) tekrar ediyor. Şöyle diyor Rousseau: “Bir sultanı tahtan indirmek ya da boğmakla suçlanan ayaklanma, o sultanın bir önceki gün uyruklarının hayatları ve malları üzerinde uygulamaları kadar hukuksal bir eylemdir”.
Thomas Aquinas’ın düşüncesinde dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta var: O, isyan hakkını sadece ve sadece baskıya, zulme maruz kalan halka tanıyor. Bu, halkın dışında bir gücün halk adına devreye girmesine de karşı çıkmak anlamına geliyor. Aquinolu Thomas, bir dış müdahaleyi de kesinlikle onaylamıyor. Dış müdahalenin uzun zaman sürecek bir kaosa yol açacağını söylüyor. Aquinas son derece verimli bir düşünce geliştiriyor. Hobbes’un ve Kant’ın isyana karşı ileri sürdükleri tek argüman olan “kaos oluşur” tezi, Thomas Aquinas tarafından “dışardan bir güç müdahale ederse kaos oluşur” teziyle zaten karşılanmış durumda. Şimdi Thomas Aquinas’ın düşüncesinde meşru müdafaa ve kaos argümanının birleştiğini tespit ediyorum. Bu iki argümanın bir araya gelerek kullanılması, çok muhkem bir tez oluşturuyor. Ancak bununla Thomas Aquinas tartışmanın mekânını değiştirmiş oluyor. Yani işgale uğramış bir halkın zaten kaos içinde yaşamaya başladığını ve dolayısıyla işgalin savunulamaz olduğunu ilan ediyor. Yine aynı işgale uğramış halkın meşru müdafaa olarak direnebileceği tespiti de açık seçik ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bu yaklaşım bir varsayıma dayanmıyor. Felsefi açıdan etik temellendirme gücüne sahip.
Haklı savaşlar
Şiddet uygulayana karşı, karşı şiddet uygulamayı meşru görmek yeni bir tespite neden oluyor: Clausewitz, savaşı “politikanın başka araçlarla devam etmesi” olarak tanımlıyor. Buradaki “başka araçlar” hiç kuşkusuz silahlar. Yani bir politik talebi artık politikanın diliyle uygulamaya koymanın, uygulatmanın imkânının kalmadığı yerde, bu politik talebin silahların zoruyla uygulamaya koyulması. Bir başka şekilde ifade edilirse, bir siyasî güç, politik talepleri için ya da oluşturduğu politik düzenin devamı için şiddete başvurabilir. Bu şiddetin kendisi, politikanın bir devamıdır. Tanımı gereği modern devlet şiddeti tekelinde topladığından, gerektiğinde şiddet uygulaması meşru görülür. Burada asıl çetrefilli olan nokta, bu şiddete maruz kalanın başvuracağı şiddettir. Karşı şiddetin meşruluğu, savaş ölçeğine kadar yükseltilerek düşünülürse, yeni bir kavrama varılır: “Savunma savaşı”. Saldırıya uğrayan, işgal edilen bir ülke veya insan topluluğu savaşma kararı verebilir ve bunu uygulayabilir. Saldırıya uğramış, işgal edilmiş bir ülke ya da etnik topluluk teslim olmayı da seçebilir ama bu seçimin kendisi, direnme hakkının olmadığı anlamına gelmez. Bu aşamada yukarıda ifade etmeye çalıştığım felsefî arka planla dayanarak “savunma savaşları” tanımına varılır. Bu savaşlar da kategorik olarak “haklı savaşlar” olarak değerlendirilir.
İç savaş
Şimdi Thomas Aquinas’ın halkın isyanını, devrimci şiddetini meşru bir hak olarak görmesi bir başka açıdan da önem kazınıyor: Ülkelerin savaşa gireceği bir aşamanın geldiği noktada, savaş kararı veren güçlerin meşruluğu, halkın bir kısmı tarafından kabul edilmeyebilir. “Savaş politikanın silahlarla devam ettirilmesi” olduğundan bu politik seçeneğe ikna olmayan sınıflar, gruplar ortaya çıkabilir. Daha yalın bir ifadeyle bir sınıf, savaşın kendi çıkarının savunulması olmadığını düşünebilir. Bu durumda da egemen sınıfın girdiği savaşın sadece egemen sınıfın çıkarlarının alt sınıfları silahlandırarak savunulması olduğu ileri sürülebilir. Bu durumda Thomas Aquinas’ın şiddete maruz kalan halka isyan etme hakkı tanıyan düşüncesi, Lenin’in “savaşın iç savaşa dönüştürülmesi” fikriyle birleşir.
Lenin, sosyalistlerin kendi ülkeleri bir savaşa tutuştuğunda nasıl davranması gerektiğini düşünürken “emperyalist savaşın iç savaşa dönüştürülmesi” tezini geliştiriyor. Bu düşünceyi şovenist ilan ettiği kimi sosyalistlerin “ne yenilgi ne savaş” sloganına karşı kullanıyor. İç savaşı da diğer savaşlar gibi bir savaş, yani “politikanın silahla devamı” olarak değerlendiriyor.
Zaten Marksist devlet kuramı sözleşmeci gelenekten tam bir kopuş ifade ediyor. Devletin bir baskı aygıtı ya da Gramsci’nin dediği gibi “zorlayıcı güce bürünmüş hegemonya” olarak ele alınması, içinde zımnen devlete karşı direnme, isyan etme hakkını taşıyor. Kuşkusuz bu düşüncenin çağdaş demokrasi çağında anlamını yitirdiğini söyleyenler önemli orandadır. Ancak isyan hakkına karşı çağdaş düşünürlerin geliştirdiği tezler de Hobbes’un argümanını maalesef aşamıyor.
Bunların güzel bir örneğini Robert Spaemann veriyor. Spaemann fikir özgürlüğü, seyahat hakkı, seçme ve seçilme hakkı konusundaki engelleri uzun uzun konuştuktan ve bunların sınırlanma koşullarını tartıştıktan sonra şu noktaya varıyor: “İnkâr edilemez ki devlete karşı bir ayaklanmaya hak vermek, tekrardan herkesin kendi davasının yargıcı olmasına hükmetmektir”. Bu da hakikatte bir başyargıcın olmaması anlamına gelir. Bunu söylemek zaten “doğal durum” tespitine dönmektir. Buraya kadar bırakınız Kant’ı, Hobbes’un düşüncesinin dahi aşıldığını söylemek mümkün değil.
Yine de Spaemann’ın şu sözlerini anmadan geçemiyorum: “Nerede bir şiddet devlet şiddetinden daha güçlü ya da ona eşit olduğunu gösterirse, orada artık devlet yoktur”. Bu tespiti yapmak da devletin, devrimi daha nüve halindeyken bastırmasına onay vermektir. Devlet bunu yapmazsa, yapamazsa iç savaş çıkar. Bu aşamada da her bir vatandaş, kendi durumunu yeniden değerlendirip hangi safta yer alacağına karar verir. Spaemann’ın bütün bu dil dökmeleri dönüp dolaşıp devletin şiddete başvurma hakkını temellendirmeyle sonuçlanıyor.
Ne özgür ne de halk için
Spaemann örneğiyle aktardığım düşünceye yine aynı geleneğe uzak olmayan bir filozofun, Bertrand Russell’ın cevap vermesi daha yerinde olur: “Demokrasi, geçmiş hakların geçerliği ve yasadışı cezalardan korunma olanağı olmadan, ekonomik ve politik iktidarın birleşmesi, yani bir tiranlık aygıtından başka bir şey değildir”.
İş buraya geldiğinde Lenin’in konuşmaya katılmasını engellemek artık mümkün olmaz: “Biz, proletarya için, kapitalist rejimde en iyi devlet biçimi olarak demokratik cumhuriyetten yanayız; ama unutmaya da hakkımız yoktur ki, hatta en demokratik burjuva cumhuriyetinde bile, halkın nasibi, ücretli kölelikten başka bir şey değildir. Sonra, her devlet ezilen sınıfa karşı yönelmiş ‘özel bir baskı gücü’dür. O halde hiçbir devlet ne özgürdür ne de halk içindir”.
Buradaki “devlet ne özgürdür ne de halk içindir” ifadesi sadece burjuva devletiyle sınırlanmış bir tespit değildir. Lenin, ilerleyen sayfalarda Engels’e gönderme yaparak şöyle diyor: “Proletarya devrimden sonra da devlete gereksinim duyacaksa, bunu özgürlük adına değil, düşmanlarını baskı altında tutmak için duyacaktır”.
Kaynakça
Bertrand Russell, İktidar, Deniz Yayınevi, İstanbul 1983.
Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara 1976.
Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Sol Yayınları, Ankara 1975.
Robert Spaemann, Philosophische Essays, Reclam Verlag, Stutgart 1994.
J.J. Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine, Say Yayınları, İstanbul 1982.
Thomas Hobbes, Leviatan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2005.