İrvin Cemil Schick
Batı’nın Doğu algısının en merkezî, en vazgeçilmez unsurlarından biri harem imgesidir. Çünki örneğin kösnüllük ve zorbalık gibi bu algının birçok önemli ögesini şahsında toplar. Cumhuriyet Türkiye’sinde Osmanlı geçmişine Batı’nın gözlüğüyle bakmak âdet olduğundan, günümüzde de bu algı hakim konumdadır. Buna karşı çıkan bazı muhafazakâr yazarlar ise haremin her şeyden önce bir mektep olduğu gibi eşit derecede isabetsiz görüşler öne sürüyor. Oysa harem hem bunların hepsiydi, hem de hiçbiri. Haremde eğitim de vardı, kösnüllük de. Çünki haremin gerçekliği, popüler kültüre yansıyandan çok daha karmaşıktı.
Harem nedir?
“Harem” sözcüğü hem hane halkının kadın üyelerini, hem de hanenin onlara tahsis edilmiş olan bölümünü ifade eder.
“Harem”in türetildiği Arapça ha‑ra‑mim kökü, tabu mefhumunu beraberinde getirir, genellikle yasaklık, gayrı meşruluk, saygı, kudsiyet, dokunulmazlık gibi kavramlara işaret eder. Bu kökten türetilmiş bir sözcük hurma (yani Türkçe ‘hürmet’) olup, mübarek addedilip takdis edilen, kişinin şereflendirmeyi ve korumayı görev bildiği bir şey ve bu arada bir erkeğin zevceleri ve ailesi anlamına gelir. Aynı kökten türetilmiş bir başka sözcük harîm’dir ve bununla bir evin veya mülkün, meşru sahibi dışındakilerin kullanması yasak olan kısımları kastedilir, mesela bir kuyu gibi. Bazı Arapça sözlükler bu kelimeyi özgül olarak “evin, kişinin içine girdiği ve ardından kapıyı kapattığı bölümü” olarak tanımlar. İşte, kadınların yaşadıkları dairelerin harem olarak bilinegelmesi, evin özel bölümlerinin bu şekilde tarif edilmesine dayanmaktadır.
Bu kök, Arapça konuşanlara, şu veya bu şekilde her toplumda var olan iç-dış ikiliğini tanımlamaya yarayacak bir eksen sağlar. Mimarîde harem, yakın ailenin dışında kalan misafirlerin katıldığı toplumsal faaliyetlerin cereyan ettiği avlu yahut iç bahçenin karşıtı addedilmiştir. Bu karşıtlık Türkçe’de “harem” ve “selâmlık” diye adlandırılmıştır.
Öte yandan, bir iç-dış ikiliğinin var olmasıyla, bu ikiliğin üzerine bir toplumsal cinsiyet farklılığının bindirilmesi ayrı şeylerdir. Sorgulanmadan kabul gören yaygın bir savın aksine, Müslüman kadınların, ikiye bölünmüş olan uzamın iç yarısına havale edilmesi Kur’an buyruğu değildir. Cinsiyetlendirilmiş mekân ilkesi, Kur’an’daki özgül bir âyetin özgül bir yorumuna dayanır. Azâb sûresinin 53. âyetinde şöyle denmektedir: “Onlardan bir şey isteyeceğiniz zaman, perde arkasından isteyin. Bu, sizin kalpleriniz için de, onların kalpleri için de daha temizdir.” Burada karşılığını “perde” olarak verdiğim kelimenin Arapça aslı hicâb’dır ve ‘örtü’ olarak da çevrilebilir. “Onlar” zamiri ise genellikle Peygamber’in eşleri olarak yorumlanmış ve bu âyetin bütün Müslümanları kapsadığı varsayılmış, bu şekilde de namahrem Müslüman kadın ve erkeklerin ayrı mekânlara tahsis edilmeleri gerektiği sonucuna varılmıştır.
Dört bin cariye
Kaç-göç’ün ne dereceye kadar İslâm’ın temel bir şartı olduğu konusu tartışmaya açıktır. Mekânın cinsiyetlendirilmesine dayanan kaç-göç kurumunun, Peygamber’in vefatından sonra pekiştiği bilinmektedir; bunda ise gerek kadın konusundaki katı tutumuyla tanınan Hz. Ömer’in halifeliğinin, gerekse fetih yoluyla Arapların ilişkiye girdiği bazı başka halkların etkisi olmuştur.
‘Mekânın cinsiyetlendirilmesi’ dedim; aslında bu terim tam doğru değildir, zira söz konusu ayırım sadece cinsiyete dayanmamaktadır. Kur’an’da belirtildiği üzere, akrabalık nedeniyle birbirleriyle evlenmekten men edilmiş, yani mahrem olan yetişkin erkek ve kadınların aynı mekânı paylaşmasına herhangi bir engel yoktur. Akrabalıkları olmayan yetişkin erkek ve kadınların birlikte olması ise yasak, yani haram’dır. Kısacası evlenmeleri yasak olanlar aynı mekânı paylaşmakta serbesttir, evlenmekte serbest olanların ise aynı mekânı paylaşması yasaktır.
“Kadın ve erkek sakinlere has, sınırları katı bir şekilde çizilmiş ve birinden diğerine geçilmesi mümkün olmayan bölgeler” varsayan evrenselleyici paradigma son yıllarda ikna edici bir biçimde sorgulamışsa de, şu kadarı da inkâr edilemez: Çoğu kadın ve erkek birbirinin yakın akrabası, yani mahremi olmadığına göre, sözü geçen âyetin tefsiri, birbirine tamamen kapalı olmasa da göreli olarak birbirinden ayrı iki alt mekânın yaratılması sonucunu getirmiştir. Bunlardan birinde daha ziyade erkekler, diğerinde daha ziyade kadınlar yer almıştır.
“Harem” kelimesi, özellikle Batı zihniyetinde, genellikle çokeşlilikle ilişkilendirilmiştir. Bunun anlaşılır sebepleri vardır. Kadınlar ve erkekler için ayrı ayrı mekânların bulunduğu evler tarih boyunca ancak en varlıklı zümrelere, özellikle de hükümdarlara ait olmuştur. Bu nedenle de harem denildiğinde akla gelen imgeleri hep hükümdarların sarayları belirlemiştir. Bilindiği kadarıyla ilk hükümdar haremleri Emevî döneminde ortaya çıkmıştır. Abbâsî dönemine gelindiğinde bu kurum artık yerleşmiş, hattâ efsaneleşmişti. Abbâsî halifesi el-Mütevekkil’in hareminde 4.000 cariye olduğunu ve halifenin yatağını bunların her biriyle paylaştığını ölümünden yüz yıl kadar sonra tarihçi el-Mes’ûdî kaydetmiştir. Ondan az sonra yaşamış olan el-Hârezmî ise bu sayıyı 10.000’e yükseltivermiştir. Bin Bir Gece Masalları sayesinde Batı’da adı harem hikâyeleriyle eşanlamlı hale gelmiş olan Abbâsî halifesi Hârûn Reşid’in de hareminde çok cariye olduğu anlatılır.
Kadını eve kapatma
Öte yandan, sıradan halka ait eldeki veriler bu görüşü desteklememektedir. Alan Duben ile Cem Behar’ın bir demografik araştırması, son dönem Osmanlı İstanbul’unda tüm evli Müslüman erkeklerin sadece %2,29’unun çokeşli olduğunu; dahası, bunların arasında ortalama zevce sayısının yalnızca 2,08 olduğunu ortaya koymuştur. Benzer araştırmalar da Kuzey Afrika ve Güney Asya’da çokeşli hane oranının %5’i aşmadığını gösterir. Dolayısıyla herhangi bir haremin, sayısız kadını barındırmaya tahsis edilmiş bir mekândan ziyade, tekeşli, ama yine de kalabalık bir ailenin yaşadığı bir evin özel kısmı olması çok daha muhtemeldi.
Diğer yandan, Afrika’nın Sahra Çölü’nün hemen güneyinde kalan yörelerinde çokeşli hane oranı çok daha yüksek olmasına, bazen %40’ı geçmesine rağmen, o bölgelerde haremlere pek rastlanmaz. Durumun toplumsal ve iktisadî belirleyenlerine bakarsak, müşterek toprak mülkiyeti ile kadınların tarımsal uğraşlar üzerindeki hâkimiyeti, çokeşliliği orada yaygın kılmaktadır, ancak bu düzen kadınların eve kapatılmasına elverişsizdir; buna karşın, Avrasya ve Kuzey Afrika’da bireysel toprak mülkiyeti ile erkek-egemen tarla sürme faaliyetinin hâkimiyeti, kadınların eve kapatılmasını mümkün kılarken, aynı zamanda çokeşliliği cazip olmaktan çıkartmaktadır. Bu da, “harem” teriminin çokeşliliğin bir başka şekilde ifade edilmesinden ibaret olmadığı, her şeyden önce bir mekânsal örgütlenme ilkesi ve kadını eve kapatma sistemi olduğu gerçeğinin altını çizmektedir.
Erkeklerin dolaşımda bulunduğu mekânlar ev, cami, tekke, dükkân, pazar, hamam ve benzeri yerlerle belirlenmiş olmakla birlikte, mekânsal dinamikler açısından kadınlara kıyasla çok daha az kısıtlanmış oldukları açıktır. Ve tabii, erkekler ne gözetim altında tutulur, ne de bir yerden başka bir yere giderken örtünmeleri gerekir. Kısacası, kadınlara ve erkeklere ait alt mekânlar sadece birbirinden ayrı değil, aynı zamanda eşitsizdir de.
Bununla birlikte, Osmanlı toplumunda kadınların kamusal hayatın tümüyle dışında kaldığını, hareme kapatılıp hayatlarını yan gelip yatmakla geçirdiklerini sanmak çok hatalı olur. Aksine, Osmanlı kadınları arasında siyasî, iktisadî, toplumsal, kültürel her türlü meşgalesi olanlar vardı.
Örneğin dış ticaret konusunu ele alalım: Kadınlar üretici, sermayedar, mülk sahibi yahut tüccar olarak bu ticaretin içinde genişçe yer almışlardır. Mesela 14. yüzyıldan itibaren Osmanlıların ihraç ettiği ipeklilerin üretiminde kadınlar çok önemli rol oynamıştır. İpek çoğunlukla evlerde üretiliyordu. 1678 yılında gerçekleştirilen bir sayım, Bursa’daki 299 çıkrıktan 150’sinin kadınların mülkiyetinde olduğunu yahut kadınlar tarafından işletildiğini göstermektedir.
Biraz da ticaretin kendisinden bahsedeyim. Hiç olmazsa şehirlerde geçerli olan kaç-göç sistemi, kadınların doğrudan ticarete atılmasını bir dereceye kadar önlüyordu. Gerçi bazı kadınlar, ve özellikle gayrı Müslim kadınlar, haremlere mal taşıyarak bu sistemi kendi lehlerine çevirmeyi bilmiştir ama iş bununla da kalmamıştır. İslâm ülkelerinde sık görülen ve adına mudârebe denilen ortaklık biçiminde sermayeyi kadınlar tedarik ediyor, emeği ise erkekler üstleniyordu. Örneğin bir İran ipeklisi tüccarı 1636’da Bursa’da ölünce, kendisinden alacaklı oldukları için mahkemeye baş vuran sekiz kişiden beşi kadındı.
Osmanlı kadınlarının dış ticarete katkısı üretimle, sermaye sağlamakla da kalmamıştır. Üretim araçlarının ve mekânlarının da sahibesi olmuştur kadınlar. Osmanlı toplumunda belirli sektörlerdeki zanaatkârların sayısı gedik dediğimiz ruhsatlarla sınırlandırılıyordu. On sekizinci yüzyılda artık özel mülkiyete dönüşmüş olan ve mirasla nesilden nesile aktarılabilen gediklerin kimisi kadınların elindeydi. Bazı loncalar kadınlara kapalı olmakla birlikte, kadınlar, bu gedikleri erkeklere kiralayarak gelir elde ediyordu. Ayrıca üretim araçları da bazen kadınlara ait olabiliyordu.
Kadınların tâcir olarak çok faal olduğu bir alan, köle ticaretiydi: 1641 yılında İstanbul’daki esirciler loncasının 41 üyesinin 8’i kadındı. 1847’de köle ticareti resmen sona erdikten sonra, el altından yapılan köle ticaretinde kadınlar daha da faal olmuştur. İngiliz belgelerine göre 1881–84 yıllarında İstanbul’daki 42 köle tacirinin 14’ü kadındı. Çırağan Sarayı’nda yetişmiş olan şair ve besteci Leylâ Saz’ın anılarından, üst sınıf kadınlarının genç Çerkes kızlarını eve alarak yetiştirdiğini, onları eğittikten sonra başka üst sınıf evlerine yüksek fiyatla sattığını, bunun gayet olağan addedildiğini öğreniyoruz.
Kadınlar harem duvarlarının ardından yalnız iktisadî hayata katılmıyordu. Siyasî açıdan da önemli faaliyetleri vardı. Tarihçi Leslie Peirce, 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı saray kadınlarının siyasete katılmasını eleştiren, “kadınlar saltanatı” diye nitelendirerek bunu iktidarı gasp etmekten ibaret olarak yorumlayan alışılmış görüşe karşı çıkmış, bu yaptıklarının aslında harem-i hümayun’un kabul edilmiş birtakım siyasî işlevleri olduğunu göstermiştir. Tülay Artan ise 18. yüzyılda tarihî yarımadadan çıkarak Boğaz kıyılarında köşkler inşa ettiren ve orada gösterişçi tüketimde bulunan saray kadınlarının da, padişahların yeni fetihler peşinde savaş meydanlarında at koşturmayı artık bırakmış oldukları bir dönemde hanedanın meşruiyetini desteklemek işlevini gördüğünü belirtmiştir.
Söylemek istediğim, harem sisteminin uzamı kadınlar ve erkekler olmak üzere ikiye ayırdığı ve bu farklılaşmış uzamda kadınlarla erkeklerin asla eşit olmadığı doğru olmakla birlikte, haremlerin kadınları kamusal hayatın dışında kalmağa mahkûm ettiği görüşünün tarihî gerçeklerle örtüşmediğidir.
Toplumsal cinsiyetin inşası
Peki, o zaman harem ile toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkiye dair ne söyleyebiliriz? Uzamın farklılaşmış olması ne ifade eder? Bu ikiye bölünmüş ve özünde asimetrik olan mekân düzenlemesi, içinde yaşayan kadın ve erkeklerin yaşamlarını nasıl etkilemiştir? Daha özgül olarak, kadın ve erkeklerin alt mekânlarının benzeşmezliği, aralarındaki ilişkiye nasıl tesir etmiştir? Toplumsal farklılaşmalarında, yani toplumsal cinsiyetin inşası ve yeniden üretilmesinde nasıl bir rol oynamıştır?
Haremi bir şehvet odağı yahut bir mektep olarak tasavvur etmektense, her şeyden önce bir toplumsal cinsiyet inşa mahalli olarak görmek yerindedir. “Harem” adı verilen mekânsal düzen, kız çocuklarına nasıl Müslüman kadın, erkek çocuklarına da nasıl Müslüman erkek olunacağını öğretir. Bu anlamda bir mekteptir gerçekten de. Ama cariyelerin müzik, edebiyat, raks öğrendiği bir mektep değil, cinsiyetlerin toplumsal rollerini öğrendikleri bir mektep.
Bu da haremin Osmanlı toplumundaki asıl yerinin ne olduğunu gösteriyor bize. Nasıl toplum homojen değilse, nasıl toplumsal olan, sınıf, cinsiyet, ırk, cinsellik, nesil, etnisite, din ve daha pek çok etmen ekseninde bölümlere ayrılıp tabakalaşmışsa, mekân için de aynı durum söz konusudur.
Osmanlı haremi, cariyelerin havuz kenarlarında yastıklar üstünde çırılçıplak uzandığı, paşaların yahut padişahların biteviye âlem yaptığı bir fuhuş yuvasından ibaret değildi. Haremi, cariyelerin yahut aile efradının sabahtan akşama kadar eğitim gördüğü bir akademik kurumdan da ibaret eğildi. Asıl harem, Osmanlı toplumunda toplumsal cinsiyetin üretildiği ve yeniden üretildiği bir mekândı. Televizyon dizilerinde, romanlarda haremin bu vechesinin işlenmesini beklemek elbette gerçekçi değildir. Ama Kanunî’nin, Hürrem’in cinsel hayatı hakkında abesle iştigal edeceğimize, yüzyıllar boyunca Osmanlı toplumunda derin izler bırakmış olan harem kurumunun gerçekliğine yoğunlaşmamız daha hayırlı olacaktır.