Erkin Erdoğan
Zizek, geçtiğimiz aylarda kaleme aldığı bir yazıda, Hegel’den aktararak şöyle diyordu: “Tekrar, tarihte çok önemli bir rol oynar. Bir olay sadece bir kez gerçekleştiğinde, bunun bir kaza sonucu olduğu, durum başka türlü idare edilse önlenebileceği düşünülebilir. Fakat aynı olay kendini tekrar ettiğinde, bu durum daha derin bir tarihsel sürecin yavaş yavaş su yüzüne çıkmakta olduğuna bir işarettir.” Bu sözün, ekonomik krizler için çok yerinde olduğu aşikâr. Dört yıl önce dünya ekonomisini durgunluğa sürükleyen kriz, bir başka şekilde bu kez Avrupa’yı vuruyor.
Kapitalizmin modası geçmiş ideologları, sistemin kendi içsel dinamikleriyle krize giremeyeceğini düşündükleri ve piyasa mekanizmaları içinde her türlü soruna kendiliğinden çözüm bulunabileceğine inandıkları için, genellikle krizin en görünür olan sonuçlarını, krizin sebebi olarak sunma eğilimindeler. Örneğin birçok ekonomiste göre, ABD kaynaklı 2007-2009 krizinin sebebi kontrolden çıkan emlak balonu ve konut kredileriydi. Peki konut kredilerinin kaçınılmaz olarak kontrolden çıkmasına neden olan gelişme neydi? Bunun yanıtı genellikle yok!
Benzer bir biçimde, 2010’da Avrupa’da ortaya çıkan borç krizinin nedeni Yunanistan’ı iyi idare edemeyen yöneticiler olarak gösteriliyor. Krizi ‘çalışmadan para alan’ Yunan işçilerine, ‘yüksek maaşlara’, ‘yüksek primlere’ veya ‘erken emekliliğe’ bağlayan bir dizi muhafazakâr-ırkçı iddia, belirli aralıklarla ana akım medyada işleniyor.
Oysa sürekli kendini tekrar eden kriz süreçlerinin arka planında bir başka tarihsel eğilim var ve bunun sonucunda, kapitalist ekonomiler kaçınılmaz olarak bunalıma sürükleniyor. Bu eğilimin adı, Marx’ın yüz elli yıl önce ortaya koyduğu “kâr oranlarının düşme eğilimi”.
Kâr oranları niye düşüyor?
Kapitalizm altında şirketlerin kâr oranları, belirli sürelerle tekrarlanan çevrimlerde, sürekli olarak düşme eğilimindedir. Çünkü kapitalistler daha yeni teknolojiler kullanarak üretim yöntemlerini geliştirmek, birbirleriyle bunun üzerinden rekabet etmek mecburiyetindedir. Yeni teknolojilerin gelişmesi, daha rekabetçi olabilmek adına, daha az işgücü kullanmayı sağlayabilecek yenilikler demektir. Dolayısıyla işgücünün yerini giderek makineler alır ve işsizlik artar. Ancak değeri yaratan tek şey emek olduğu için, daha az işçi çalıştırmak, daha az artı değer sağlamak demektir. Ortalama kâr oranlarının düşüşü, işçiler daha az üretken olduğu için değil, aksine daha çok üretken olduğu için yaşanır. Rekabet ve teknolojik gelişme, kaçınılmaz olarak kâr oranlarındaki düşüşe ve krizlere neden olur.
Ürün başına sağlanan artı değer düştükçe, kârlılığı korumak güdüsüyle daha fazla mal piyasaya sürülür. Firmalar bu durumda kâr oranlarını sadece iki yolla arttırabilir. Ya ürettikleri ürün diğer sektörlerden de talep almaktadır, ki bu durumda diğer sektördeki benzer işlevdeki ürünü yapan zayıf şirketler zarara uğrar, ya da sektördeki rakipler çok daha yavaş gelişmektedir, ki bu durumda aynı sektördeki zayıf şirketlerin batışı hızlanır. Kapitalizm altında bu süreçler birbiriyle çelişen eğilimlerin etkisi altında ilerler. Hiçbir şey düz bir çizgi halinde yürümez, ancak bir aşamadan sonra karşıt eğilimler etkisini yitirir ve kriz ortamı baş gösterir. Şirket iflasları bir domino taşı etkisiyle yaşanmaya başlar.
Aşırı birikim ve kârlılığın uzun erimli krizi: 1982-2007
Marx’ın kriz teorisi çerçevesinde analiz ettiği evreler, kapitalizmin son 60 yılına ışık tutar. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki süreç, kapitalizm için muazzam bir büyüme dönemiydi. 1973 Petrol Krizi’yle birlikte kapitalizmin altın çağı sona erdi, ancak sistem hemen bir durgunluk sürecine girmedi. 1950-1973 arasındaki genişleme dönemini, Callinicos’un “aşırı birikim ve kârlılığın uzun erimli krizi” olarak tarif ettiği yeni bir süreç izledi. Yani kâr oranları yavaş yavaş düşmeye devam etti ve bu süreç neoliberalizmin, başka bir ifadeyle, emeğe karşı, yeniden yapılandırma adı altında giderek büyüyen saldırıların ortaya çıkması sonucunu verdi.
Petrol üreticisi olan OPEC ülkelerin 1970’lerdeki meydan okuması, ABD’yi finans alanında yeni bir hegemonya kurmaya itti. Bunun için tüm dünyada sermaye piyasalarının rekabete açılması ihtiyacı oluştu ve dolayısıyla IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşların iktidar alanlarını genişletmesi sağlandı. Üretim giderek, teknolojinin gelişmesi ve üretimin uluslararası çapta örgütlenebilmesi sayesinde, ucuz işgücünün olduğu Uzakdoğu’ya kayarken, ABD ekonomisinin üretime dayalı yapısı, ürün geliştirme ve tasarlama gibi, katma değeri daha yüksek olan farklı bir modele doğru evrildi. Dışarıda ranta, içeride ise hizmet sektörüne ve ürün geliştirmeye dayalı bir ekonomik yapı şekilleniyordu.
“El koyarak birikim”
Neoliberal hegemonya, David Harvey’nin “el koyarak birikim” adını verdiği süreçle karakterize oldu. IMF üyesi ülkelerin üçte ikisi 1980’den sonra malî kriz yaşadılar ve küresel şirketler, IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşların yardımıyla bu bölgelerdeki hâkimiyet alanını geliştirdi. Avrupa, ABD ve Japonya şirketleri, kendi bölgelerindeki düşük kârlara, dış ülkelerden elde ettikleri yüksek kârları ekledi.
ABD hegemonyasında ortaya çıkan malî güç ile emek örgütleri baskı altına alındı ve kârlılığı arttırmak için girdi maliyetlerini düşürecek, gerekli her türlü adım atıldı. Üretimin coğrafî hareketliliği artmış ve daha düşük ücretlere razı olan bir işgücü ortaya çıkmıştı. Bu nedenle, ortaya çıkan direnç noktalarında, emek mücadelesinden ziyade, anti-kapitalist hareketler öne çıkıyordu.
İşgücü girdi maliyetlerinin ucuzlamasına rağmen, ABD’deki üretim sektörü, kısa vadede sermaye birikiminin yöneleceği kârlı bir alan olamadı. ABD’deki çelik, gemi yapımı ve tekstil gibi önemli sektörler zaman içinde daha fazla devlet desteğine ihtiyaç duyar hale geldi ve ABD ekonomisinde dış ticaretin payı giderek arttı. Eşitsiz dış ticaretin yönetilmesi, devletin önemli görevlerinden biri haline geldi.
Milyonlarca insanın işsiz kalması ve yoksullaşması sonucunu veren 1997 Doğu Asya Malî Krizi’nde veya Latin Amerika’daki bazı ülkelerin yaşadığı malî buhranlarda, ABD’nin desteğiyle operasyonlarını sürdüren IMF, Dünya Bankası ve küresel şirketler baş aktör konumundaydı. Dolayısıyla yoksullaşmanın ve krizlerin sorumlusu olarak uluslararası kuruluşları gören muhalefet güçlendi. Antiemperyalizm ve antikapitalizm, 1990’ların ikinci yarısından itibaren, birçok ülkede etkili bir söylem haline geldi.
Sonuç olarak kapitalizm, 1970’lerde girdiği kârlılık ve aşırı birikim krizinden, tüm müdahalelere rağmen çıkamadı. Kâr oranları düşmeye devam ettikçe ve çeşitli ekonomik krizler baş gösterdikçe, emeğe dönük saldırılar yoğunlaştırıldı, krizi öteleyen çözüm paketleri uygulamaya kondu.
2007: Büyük Durgunluk
2007’de, ABD’de yoksullara verilen ev kredilerine dayanan emlak balonunun sonuna gelinmesiyle birlikte dünya ekonomisi büyük bir durgunluk sürecine girdi. 2007-2009 krizi, aynı zamanda, otuz yıldır uygulanan neoliberal modelin de çöküşü anlamına geliyordu. “Piyasa iyidir – devlet kötüdür” şeklindeki anlayış hâkimiyetini kaybetti ve neoliberalizmin iki temel unsuru olan ücretlerin baskı altına alınması ve finansallaşma olgularının felakete yol açmak dışında bir işe yaramadığı yığınlar tarafından görüldü.
1930’lardakine benzer bir ekonomik çöküş yaşamamak için, 2008 yılından itibaren büyük bir devlet müdahalesi yapılmasına rağmen, yaşadığımız krizin boyutlarını karşılaştırabilecek tek benzer yıkım 1929 Büyük Buhranı. Ancak önemli bir fark var, bu kez kapitalizmin genel krizine, büyük bir finansal çöküş de eşlik ediyor.
Kriz, büyük bir ekonomik yıkım, işsizlik ve yoksulluk demektir, fakat bu ortam aynı zamanda toparlanmanın da koşullarını sağlar. Karşıt eğilimler altında gelişen sürecin sonunda, koşullar yeniden uygun hale gelir ve ekonomiler yeni bir büyüme sürecine girer. Ancak 2007-2009 durgunluğunun ardından, bir dizi nedenle yeni bir büyüme dönemine geçilemeyecek. Kriz döneminde kârlılığı olmayan bankalar, General Motors ve Chrysler gibi ‘batmak için fazla büyük’ olan otomotiv şirketleri iflastan, devlet yardımıyla kurtarıldı. Emekçilerin ödediği vergilerle şirketlerin zararları kapatıldı. Ancak batma noktasına gelen şirketlerin kurtarılması ile kriz sadece ötelenmiş oldu. Bu şirketleri batma noktasına getiren kârlılık, yüksek kapasite gibi sorunlar halen olduğu yerde duruyor. Krizde kurtarılan şey, aslında krizi yaratan habis yapının kendisiydi.
“Uzun erimli aşırı birikim ve kârlılık krizi” önümüzdeki dönemde sürmeye devam edecek. Kaldı ki dünya, 2007-2009 Büyük Durgunluğu’nun ardından, 2010’da Avrupa’da başlayan borç sorunu nedeniyle halen kriz sarmalında ilerliyor.
Krizin yarattığı tahribat
Durgunluğun ve krizlerin emekçiler için anlamı gelir adaletsizliğinin artması, yoksullaşma, işsizlik ve güvencesizlik. Çünkü kapitalistlerin, krizlerle beraber ortaya çıkan büyük ekonomik yıkımın maliyetini çalışan kesimlere ödetmek dışında bir programı yok. Ancak kriz dönemleri zengin ile yoksul arasındaki farkın daha da açıldığı süreçler. OECD verilerine göre, 1980 ile 2000’li yılların sonu arasındaki dönemde gelir adaletsizliği tüm üye ülkelerde kötüleşti. Büyük Durgunluğun en yoğun hissedildiği yıl olan 2009’da Wall Street’teki 23 en büyük yatırım bankası, fon ve borsa yöneticilerine 140 milyar dolar ikramiye dağıttı. Bu rakam, krizin henüz büyük tahribatlar yaratmadığı 2007 yılında dağıtılan ikramiyeden bile daha fazlaydı.
Geçtiğimiz haftalarda Financial Times gazetesinde yayınlanan bir tahmine göre, Büyük Durgunluğun, ABD ekonomisine 2016 yılına kadarki maliyeti 5,9 trilyon dolar (yaklaşık sekiz Türkiye ekonomisi) olacak. Şu ana kadar ABD ekonomisinin yaşadığı kayıp 3,7 trilyon dolar. Bu rakamlara devam etmekte olan Avro krizinin yarattığı kayıpları da eklediğimizde (ki şu sıralar kurtarma fonu EFSF’nin 1 trilyon avroya çıkarılması ve Yunanistan’ın borçlarının yüzde ellisinin silinmesi konuşuluyor) tahribatın devasa boyutlarda olduğunu söyleyebiliriz.
Direniş
Kriz aynı zamanda, bu faturayı kimin ödeyeceği üzerinden yükselen bir sınıf mücadelesi demek. Neoliberalizmin hegemonyasını yitirdiği, gerektiğinde şirketleri kurtarmak için yüz milyarlarca doların birkaç haftada bulunabileceğinin görüldüğü bu ortamda, Yunan işçilerine dayatılan yoksullaştırma planı doğal olarak büyük bir grev dalgasını tetikliyor. Sadece 17-23 Ekim haftasında, Yunanistan’da yaşanan gösterilerden doğan maddî hasarın maliyeti 1 milyar avro kadardı. Her bir genel grev, çalışmayan her işyeri, egemen sınıflar için kaybın daha da büyümesi anlamına geliyor.
Bir başka mücadele dalgası ise tam da kapitalizmin kalbinde başladı. 17 Eylül’de küçük bir gösterici grubun, Tahrir Meydanı’ndan esinlenerek, ABD’nin finans merkezi Wall Street’i işgal etmesiyle başlayan hareket büyük bir hızla gelişti ve şimdiden önemli kazanımlar sağladı. Wallerstein’ın, “ABD’de 1968 başkaldırısından sonraki en önemli politik olay” olarak nitelendirdiği bu hareket, daha ilk ayını doldurmadan, 15 Ekim’deki küresel eylem dalgasını tetikledi.
Kapitalizmin, bir avuç şirket patronunun çıkarından başka bir hiçbir önceliğinin olmadığı, krizi aşmak için önerilen kurtarma paketleriyle bir kez daha ortaya çıktı. Sistemin akıldışı yanı, yığınlar tarafından giderek daha fazla farkedilmeye başlandı. Neoliberal saldırılarla şekillenen son 30 yılın korku imparatorluğu yıkılıyor ve mücadele dalgası her yerde gelişiyor.