Alper Görmüş
Bir ülkenin siyasî rejimini “askerî vesayet” kavramıyla tarif ettiğimizde, o ülkenin ordusuna nasıl bir nitelik atfetmiş oluyoruz?
Bu soruya, Ortadoğu uzmanı Dr. Steven Cook’un Türkçe’de 2008’de yayımlanan kitabının adından daha açıklayıcı bir yanıt verilemez: “Yönetmeden Hükmeden Ordular: Türkiye, Mısır, Cezayir…”
Yani, Cook’un ima ettiği gibi, görünüşte ülkeyi normal bir demokraside olduğu biçimde hükümet ve bakanlar kurulu yönetmektedir, fakat temel siyasî kararlar, geri plandaki askerler tarafından alınmaktadır. Ordu, görünüşte normal bir demokraside olduğu gibi hükümetin emri altındadır, fakat gerçekte özerktir.
Askerî vesayet rejimlerinin en yetkin uzmanlarından biri olan Prof. Ümit Cizre, Steven Cook’un kitabının Türkçe baskısına yazdığı önsözde bu rejimlerin temel özelliklerini şöyle saptar:
“Silahlı kuvvetler siyasete her vesileyle açıkça müdahale ederek otoriter eğilimlerini açığa vurmasalar bile, parlamenter sistemin, sivil siyasal aktörlerin üstünde bir yerde konuşlanmışlardır. Dolayısıyla siyaseti ve toplumu şekillendirebilme iktidarları mevcuttur. Bunun anlamı şudur: Bu ülkelerin silahlı kuvvetleri, farklı dozlarda da olsa siyasetin temel paradigmasını yani ‘oyunun kurallarını’ bizzat tayin edecek bir konumdadır.”
Tarihsel, ideolojik, kültürel boyutlar
Askerî vesayet rejimleri kimi ortak tarihsel, ideolojik ve kültürel özellikler taşısa da, neticede her ülke kendi tecrübesini yaşıyor.
Bir miktar indirgemeyi göze alarak, Türkiye’deki askerî vesayet rejimini var eden üç temel boyuttan söz edebiliriz. Bunları başlıklar halinde ve birkaç cümleyle ifade etmeye çalışacağım:
Tarihsel boyut: Büyük bir imparatorluğun çok kısa bir süre içinde parçalanıp yıkılması, zihinlere ve duygulara büyük bir travma olarak yansıdı. İmparatorluğun yıkıntıları arasından kurulan cumhuriyetin kurucu kadrolarının ağırlıklı bir bölümünün askerlerden oluşması ise, halkta, zor dönemlerde güvenilebilecek yegâne kurumun ordu olduğuna dair bir kanaata yol açtı. Bu kanaat, sonraki yıllarda özellikle beslendi ve büyütüldü. Sevr paranoyası böyle doğdu.
İdeolojik boyut: Askerlerin sivil alana ve sivillere karşı geliştirdiği güvensizlik zaman içinde muhkem bir ideolojiye dönüştü. Her yeni asker kuşağı, sivil politikacılar üzerinde asker denetiminin olmaması durumunda devletin disiplinsizlik sonucu çökeceği düşüncesiyle endoktrine edildi.
Kültürel boyut: Bu askerî ideoloji -kendi siyasî varlıklarını inkâr anlamına gelse de- bizzat sivil siyasetçiler ve halkın geniş kesimleri tarafından açıkça ya da zımnen benimsendi. Bu siyasî anomali, körüklenen “parçalanma, bölünme” korkularıyla her dönemde sahih bir duygu olarak yaşandı.
Türkiye’deki askerî vesayet gerçeğinin altında böylesine derin ve karmaşık süreçler yatıyor; işte bu nedenle ben Türkiye’de son yıllarda askerî vesayet kurumlarının devlet içindeki etkilerinin azaltılmış olmasını önemsemekle birlikte rehavete kapılıp “Türkiye’de bir dönem kapandı” hükmünü kolaylıkla veremiyorum. İşin içine “ideoloji” ve “kültür” girmişse, işler zor demektir.
Nitekim, kimileri tarafından Türkiye’deki askerî vesayet düzeninin sonu olarak değerlendirilen ve AK Parti’nin yüzde 50’lik seçim zaferiyle biten Haziran 2011 seçimlerinden hemen önce yapılan bir araştırma, askerî vesayet düzeninin ideolojik ve kültürel boyutlarının hâlâ devrede olduğunu bir kez daha gösterdi.
Sabancı Üniversitesi’nden Fuat Keyman ve Özge Kemahlıoğlu’nun Metropoll araştırma şirketiyle yürüttüğü anket çalışmasının sonuçlarından konumuz açısından önemli ikisini aktarayım:
Soru: Ordunun sivil denetim altında olması gerektiğini düşünüyor musunuz?
Düşünüyorum: Yüzde 52.
Düşünmüyorum: Yüzde 41.
Soru: Bazı durumlarda ordunun yönetimi ele almasını onaylar mısınız?
Onaylarım: Yüzde 39.
Onaylamam: Yüzde 57.
Tam bu noktada, Türkiye’nin ve Türkiye siyasî hayatının kendine özgü ve çok temel bir unsuruna işaret etmek gerekiyor:
Bu yüzde 39’un ağırlıklı bölümünü, ilk anda zannedileceği gibi ya da genel geçer yaklaşımlarla düşünüldüğünde akla gelebileceği gibi kendisini “sağcı” ya da “müslüman” diye adlandıranlar değil; kimliğini Batılı, seküler, çağdaş, modern gibi sıfatlarla bildirenler oluşturmaktadır.
Klasik milliyetçiliğin tersine destekçilerini kentlerden ve laik-seküler çevrelerden bulan bu ideoloji, kendisini o milliyetçilikten ayırmak üzere “ulusalcılık” diye bir sıfat buldu.
Ben öteden beri, görünüşleri ve hayat tarzları modern, fakat zihniyetleri otoriter ve devletçi olan bu kentli, laik, modern kesimleri gerçek nitelikleriyle kavramaksızın Türkiye’nin ve Türkiye siyasî hayatının anlaşılamayacağını savunuyorum.
Bu kesimlerin gücünü ve önemini anlamaksızın, Türkiye’deki askerî vesayet rejiminin geleceği hakkında gerçekçi çıkarımlara varmak da mümkün olamayacaktır. Tıpkı, son 10 yılda Türkiye’de yaşanan askerî vesayetin geriletilmesi mücadelesinde bu kesimlerin oynadığı rolün anlaşılamamış olması gibi.
Oysa son 10 yılda Türkiye’de çok ilginç bir süreç yaşandı ve bu kesimler, askerî vesayet rejimini kendi sınıfsal çıkarlarının devamı için yegâne seçenek olarak görmeye başladı.
Bu yıllara biraz bakalım…
“Baş düşman”a karşı askerî vesayetten medet ummak
AK Parti’nin 2002’de iktidara gelmesinden sonra bu kesimlerin verdiği tepkiler, Batı’nın demokratik kamuoyları tarafından, onların zihniyetlerinin otoriterliğinden çok, görünüşlerinin ve hayat tarzlarının modernliğine bakılarak değerlendirildi.
Bu bakış kabaca, onların toplumda demokratlığı ve demokrasiyi temsil ettiklerini, buna karşılık AK Parti ile onu destekleyen toplumsal kesimlerin İslamcı, teokratik, demokrasi dışı bir rejim peşinde olduklarını var sayıyordu.
AK Parti’nin iktidarı kökleştikçe, onun temsil ettiği ve o âna kadar toplumun kıyılarına sürülmüş kesimler toplumsal hayata katıldıkça, bu “modern” kesimlerde siyasî iktidarlarıyla birlikte toplumsal iktidarlarını da kaybetmekte olduklarına dair derin bir endişe belirmeye başladı.
Toplumun taşrasına sürülmüş olanların toplumsal hayata katılmaya başlamaları, özünde demokratik ve modern bir süreçti; fakat sözünü ettiğim kesimler yaşananları, kendi varlıklarına yöneltilmiş büyük bir tehdit olarak algıladı ve sık sık da bu algıyı bilinçli olarak abarttı.
Bu panik duygusuyla AK Parti iktidarını “düşman” olarak kodladılar. Bu kesimler açıkça, iktidarda bir düşman olduğu için onun olumlu herhangi bir şey yapmasının ontolojik olarak mümkün olmadığı düşüncesini geliştirdi ve bir düşmana karşı nasıl mücadele edilirse öyle mücadele etmeye başladı… Yani, onu imha etme stratejisini devreye koydular…
Toplumun bir kesimindeki bu algıyı iyi hesap eden ve zaten o algının üreticilerinden biri olan generaller, AK Parti hükümeti kurulur kurulmaz onu devirmenin yollarını aramaya başladı.
Seçilmiş iktidarı devirmeyle ilgili planlar 2007’den itibaren medyaya sızmaya başladı. Bu yöndeki ilk dosya, 2003-2005 arasında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı yapan Orgeneral Özden Örnek’in tuttuğu Darbe Günlükleri oldu. Nokta dergisi Nisan 2007’de, öbür kuvvet komutanlarının da içinde yer aldığı ve Özden Örnek’in günlüklerinde anlattığı darbe planlarını yayımladı. Daha sonra, Taraf gazetesi bu türden başka planları içeren çok sayıda belge yayımladı. Bu yayınları Ergenekon ve Balyoz davaları izledi.
Bu noktada, Ergenekon ve Balyoz davalarının modern, seküler ve fakat otoriter zihniyetli kesimler üzerindeki etkileriyle ilgili bir gözlemimi aktarmak isterim. Son derece paradoksal bir durumdan söz edeceğim:
Ergenekonculuğun ve darbeciliğin teşkilat yapıları yürüyen soruşturmalar, tutuklamalar ve açılan davalar sayesinde zayıfladıkça, onların ideolojisinin toplumdaki “modern” taşıyıcıları daha da katılaştı.
Bunun anlaşılır bir nedeni var, o da şu: Bu kesimler, iktidardaki düşmanı alt edebilme potansiyeline sahip yegâne güç olan darbeciliğin bir alternatif olmaktan çıkması durumunda elde düşmanla mücadelede kullanılacak hiçbir alternatifin kalmayacağını düşünüyor ve o alternatifin şebeke yapısı zayıfladıkça daha çok hırçınlaşıp katılaşıyor.
Ben, zaten işte bu nedenle askerî vesayetin toplumun derinliklerine kök salmış varlığından söz ediyor ve rehavete kapılmamamız gerektiğini savunuyorum.
Siyasî ve kurumsal düzey: Ne yapmalı?
Askerî vesayet, etkisi ancak zaman içinde ve ağır ağır kırılabilecek ideolojik-kültürel damarın yanı sıra hiç şüphesiz esasen siyasî-kurumsal düzenlemelere dayanıyor.
Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecinde ve bilhassa da AK Parti iktidarı döneminde bu çerçevede önemli düzenlemeler yapıldı ve askerî vesayet, siyasî-kurumsal düzeyde önemli ölçüde geriletildi. Fakat bu çerçevede yapacak daha çok iş var.
Bu yazıyı, atılması gereken adımları hatırlatarak bitirelim.
Akla hemen Genelkurmay Başkanlığı’nın bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi Millî Savunma Bakanlığı’na bağlanması geliyor. Fakat bu adımı, bakanlığın yeniden düzenlenmesi gereğiyle birlikte düşünmek gerekiyor. Aksi takdirde -o da önemlidir ama- sembolik bir değişmeden öte bir şey yapılmamış olur.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hesaplarının bugün dahi sivil hükümetler tarafından layıkıyla denetlenemiyor oluşu, atılan bütün adımlara rağmen, Silahlı Kuvvetler’in devlet sisteminde hâlâ fiili bir özerklikten faydalanmasını sağlayan en önemli nokta olarak öne çıkıyor. Ordunun bütçesinin tümüyle seçilmiş siyasetçiler ve hükümetler tarafından denetlenmesini sağlayacak adımlar hâlâ çok ürkek bir biçimde atılabiliyor.
Bir başka önemli nokta, ordunun iç güvenlik alanındaki varlığı. Sivil siyasetçiler, iç güvenlikte Silahlı Kuvvetler’e muhtaç olduğu sürece (bunu “Kürt sorunu” devam ettiği sürece diye somutlaştırabiliriz), askerî vesayeti gerçek anlamıyla ortadan kaldırmak mümkün olamayacaktır.
Nihayet, askerî liselerdeki ve harp okullarındaki müfredatın değiştirilmesi de hayatî bir önem arz ediyor. Gazetecilik hayatını ordunun “darbe yapma hakkı”nı savunmaya hasreden Mehmet Ali Kışlalı, zaman zaman “müfredat”a gönderme yapar ve “ne yaparsanız yapın, değil mi ki orduda eğitim Atatürkçülük temelli yapılıyor, askerin cumhuriyeti koruma ve kollama hassasiyetini azaltamazsınız” yazıları yazardı.
Haklı. Müfredatta demokratik zihniyetli subayların yetişmesini sağlayacak değişiklikler yapılmadığı sürece en radikal siyasî-kurumsal düzenlemeler bile eksik kalacaktır.