Birkaç yıl önce ‘Kürt açılımı’ ile başlayan süreç barış isteyen herkesi umutlandırdı. ‘Bu sefer olacak galiba’ hissi yaygın bir kanı haline geldi. O günden bugüne bazen toplum, ‘yok, bu sefer de olmayacak’ şüphesi ve korkusu ile, ‘hayır canım, olacak olacak’ umudu ve dileği arasında gitti geldi. KCK tutuklamaları, anadil tartışmaları, seçilmiş Kürt milletvekillerinin meclise alınmaması derken son olarak Hakkari-Çukurca’da yaşanan çatışma hepimizi Selahattin Demirtaş’ın, ‘uçurumun kıyısında değiliz, artık uçurumdan düşüyoruz’ dediği noktaya getirdi. İntikam çığlıkları havada uçuştu. Bir kez daha o meşum ikilemle karşı karşıya kaldık: Savaş mı, barış mı? Bu noktaya nasıl yeniden geldiğimizi ve yeniden bir barış sürecine nasıl girebileceğimizi dünyadaki benzer süreçleri de yakından izleyen Prof. Dr. Mithat Sancar ile konuştuk.
Arife Köse: Bir süreden beri Kürt sorununda oldukça gergin günler yaşıyoruz. Hakkari-Çukurca’da yaşanan çatışma ve ölümlerin ardından belli ki bu gerginlik daha da arttı. Aslında çok kısa bir süre öncesine kadar Barış Konseyi’nin kurulma aşamasına gelindiği haberlerinin gazetelerde yer aldığı günler yaşıyorduk. Siz gelinen noktada genel durumu nasıl görüyorsunuz? Işık var ama tünel mi yok, tünel var ama nasıl gireceğimizi mi bilemiyoruz? Nasıl bu kadar kırılgan olabiliyor bu süreç?
Mithat Sancar: Böyle dönemlerde tahminler ve tespitler yapmak kolay değil. Ama bu bütünüyle yeni bir durum da değil. Otuz yıla yakın bir süredir devam eden çatışma sürecinde benzer olaylar daha önce de yaşandı. Dolayısıyla hem Türkiye’de hem de başka ülkelerde yaşananlardan hareketle bazı tespitler yapılabilir. Yakın zamanda, silahların susması, teknik tabirle silahsızlandırma aşamasına çok yaklaştık. Öcalan ile yapılan görüşmelerde protokoller üzerinde mutabakat sağlandığı söylendi. Öte yandan MİT’in, PKK’nin çeşitli karar odaklarıyla müzakereler yürüttüğü de ortaya çıktı. Öcalan’la yapılan müzakereler de, PKK – MİT görüşmeleri de resmi çevreler tarafından inkâr edilmedi, aksine açıkça kabul edildi. O görüşmelerde pek çok konunun konuşulduğunu gördük. Bütün bu veriler, kapsamlı bir müzakere yürütüldüğünü ortaya koyuyor. Ve bunlar çok yakın zamanda olan şeyler. Bu demektir ki, Türkiye, müzakere yoluyla silahları susturma konusunda ciddi bir tecrübeye, önemli bir birikime sahip. Bu konuda spekülasyon, tahmin veya teorinin ötesinde bilgiler var elimizde. Ancak bu noktadan nasıl geriye dönüldüğü, daha doğrusu nasıl oldu da bir adım daha ileriye geçilemediği konusunda bir belirsizlik var. Taraflar birbirlerini suçluyorlar. Burada doğrudan bir sorumlu aramak da anlamsız değil. Bu süreci kimin baltaladığı, son noktaya ulaşılmasını kimin engellediği tartışılmalı elbette. Ama en az bunun kadar önemli başka hususlar, cevaplanması gereken sorular var. Acaba süreç neden bu kadar kolay kırılabildi ve bu kadar kötü bir noktaya geri savrulduk? Eksikler nelerdi, yanlışlar nelerdi, ihtiyaçlar nelerdi? Bu noktadan sonra sorunun müzakere yoluyla çözülemeyeceğini savunan yaklaşımlar egemen olmaya başladı ve özellikle hükümet/devlet katında güvenlik ve savaş politikalarını ağırlık verilmesi yönünde bir tercih belirdi.
– Hangi noktadan sonra? Habur’dan sonra mı?
– Hayır, Habur değil. Bu görüşmeler Habur’dan sonra oldu. Aslında bu görüşmeleri, Habur’u aşmaya yönelik hamleler olarak da değerlendirmek mümkün. Çünkü Habur’dan sonra hükümet bu süreci kontrol edemeyeceğini ve ortaya çıkabilecek çeşitli komplikasyonlar dolayısıyla kendi kamuoyu karşısında ve “Türk” kamuoyu ile ilişkisinde çok zorlanacağını düşündü. Ancak Habur’dan sonra biliyorsunuz, anayasa değişikliği referandumu yaşandı, hükümet Öcalan ile görüşüldüğünü kabul etmesine rağmen yüzde 58 evet oyu çıktı. Bu durum, hükümette Habur travmasını aşma çabalarını teşvik etti. PKK – MİT görüşmeleri, o travmadan doğan kilitlenmenin büyük ölçüde aşıldığını gösteriyor.
– Peki neden kararlı ve cesur bir müzakere süreci devam ettirilemedi ve kesintiye uğradı?
– Hükümet iki nedenle kararlı ve cesur bir müzakere politikası izleyemiyor bence. Birincisi politik güvensizlik diyebileceğimiz, ‘karşı taraf bizi her an yarı yolda bırakabilir’ algısı; ikincisi ise bir tür üstten bakma, millet-i hakime psikolojisinin çeşitli yansımaları. Eşit şartlarda bir müzakere ve anlaşma fikrine yaklaştığınız zaman bile bu psikoloji bir şekilde bir yerlerden çıkıyor. Bu, Erdoğan’ın üslubuna çok açık yansıyor. Ayrıca bu sadece bir psikoloji değil, bunun somut sonuçları da var. Mesela şu an yürürlükte olan güvenlik konseptinin mimarları olarak görebileceğimiz polis akademisi ve eski USAK çevresi de bir müzakere sürecinden yana olduklarını, müzakere sürecine karşı olmadıklarını söylüyorlardı ama bir şartla: PKK’ye diz çöktürme, yani belini kırma, zayıflatma ve daha sonra PKK’yi zayıflamış bir halde, kendisine dayatılan şartları kabul edebileceği bir noktada masaya oturtmak. Bu iki nokta, yani güvensizlik ve millet-i hakime psikolojisinin yarattığı kibir çok çeşitli sonuçlara yol açabiliyor.
– Şu anki güvenlik konseptinin yukarıda bahsettiğiniz bakış açısının somut bir sonucu olduğunu söylediniz. Bu sonuçlar nasıl bir arka plana dayanıyor? Hükümet nasıl bir hesap yapıyor?
– Erdoğan’ın seçimlerden önce başlayan sert üslubu seçimlerden sonra daha da arttı ve somut bir programa dönüştü. Bu somut programda artık kendilerini şuna ikna etmiş görünüyorlar: Eskiden terörle mücadelede orduya güvenilmiyordu, şimdi ordu kontrol altında, şimdi sivil irade daha hakim, ihtiyacımız olan savaş araçlarını da temin edersek PKK’ye diz çöktürürüz, askerî açıdan büyük darbe vururuz. Bu nedenle büyük operasyon hazırlıkları başladı. Bu programın bir ayağına da diplomasiyi koyuyorlar. Bu ayakta da, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin PKK’ye karşı daha aktif davranmasını sağlamak, ABD’nin desteğini daha fazla almak, İran’la işbirliği yolları aramak gibi şeyler var. Bunları bir araya getirip bugüne kadar denenmemiş saydıkları bir yolu denemeye giriştiler. Açıkçası ‘askerî opsiyon hep denendi ama eksik denendi, şimdi şartlar daha uygun, zaten demokratikleşmeyi de sürdürüyoruz, eskiden bu da yoktu, biz bu şartlarda sonuç alırız’ gibi bir hesap yapıyorlar. Bir yandan da yeni anayasa yapma çalışmalarını devam ettireceklerini söylüyorlar.
PKK, bu yaklaşımı ve bunu hayata geçirme yolundaki hazırlıkları, varlığına yönelik büyük bir tehdit olarak görüyor ve o da şiddet kullanarak devleti ve hükümeti sıkıştırmak için elinden geleni yapıyor. Ayrıca bugüne kadar yaptığı eylemlerin daha da ötesine geçebileceğine dair işaretler veriyor.
– Peki bu askerî opsiyon nereye kadar gidebilir?
– Hava operasyonlarıyla PKK’ye Kandil’de darbe vurulduğu iddia edildi. PKK de ‘bana darbe vurmadınız, vuramadınız’ demek için şehirlerde ve kırsal bölgelerde çok büyük çaplı eylemler yapmaya başladı. İki taraf da ‘eli yükseltiyor’. Peki bu el nereye kadar yükseltilebilir? Havadan bombardıman kara harekâtıyla desteklenirse, çatışmalar büyüyüp yayılacaktır. Şayet bu yolla kısa zamanda PKK’ye askerî açıdan diz çöktürülebilirse, hükümetin hesabı tutmuş olacak. Lakin bunun mümkün olmadığını makul gözlemciler ve yazarlar dışında eski genelkurmay başkanlarından yabancı uzmanlara kadar pek çok kimse söylüyor.
Peki, kara harekâtı denedikten sonra, hükümet hedefine ulaşamazsa ne olacak? PKK daha fazla eylem yaptığında ona karşı ne gibi yöntemler kullanılacak? Kara harekâtını denediniz, sivil kadroları toplayıp hapishaneye attınız. Bunlarla bir sonuç alamazsanız ve bunlar yapılırken PKK daha ağır saldırılarla cevap verirse ne olacak? Görünen o ki, eteklerdeki taşlar epeyce bir dökülecek, yani hükümet askerî yöntemi uç noktalara doğru ilerletecek ve toz duman dağıldıktan, yani propaganda ve hamaset durulduktan sonra askerî yöntemle bir sonuç alınamayacağı anlaşılacak. İşte o zaman müzakereden başka bir yol olmadığı daha net ortaya çıkacak.
– Böyle bir yolu tercih etmenin riskleri neler?
– Bu noktaya gelinceye kadar çok ağır bedeller ödenebilir. Müzakerenin imkân ve şartlarını tahrip eden sonuçlar doğabilir. Bu arada her iki tarafta da pek çok kayıp yaşanacak. Bu kayıplar, intikam ve öfke duygularını körükleyecek. Bu duygular, çatışma enerjisini daha da çoğaltacak. Bu enerjiyi kontrol etmek çok daha zor olacak. Evet, bu güvenlik konsepti gelip duvara toslayacak, bu kesin, ama bu arada ortaya çıkan acıları tamir etmek için gereken süre daha da artacak. Zaten birikmiş acılarımız var, bunlara daha fazlası eklenecek. İkincisi, çatışma ortamının bu kadar alevlenmesi sonucu ortaya çıkacak kayıpların yaratacağı öfkeyi ve çatışma enerjisini kim nasıl idare edecek? İdare etmek mümkün olacak mı? Bunlar beni kaygılandıran sorular. Hükümet çevrelerinde bu soruları yüksek sesle sormaya cesaret edilirse, henüz vakit varken bu yoldan dönülebilir. O nedenle ortada ışık var gibi, tünel nerede onu göremiyoruz ya da tüneli görüyoruz ama ne kadar uzun olduğunu kestiremiyoruz veya o tünelde başımıza neler geleceğini bilmiyoruz. Bütün askerî opsiyonlar denendikten sonra ortada tünel kalır mı; kalsa bile ucunda ışık olur mu, olsa bile bu ışığa ulaşmak mümkün olur mu, onu da bilmiyoruz. Dolayısıyla, daha fazla ileri gitmeden hemen şimdi bu çatışmalı durumun sona ermesi gerekiyor. Yani operasyonların durdurulması, PKK’nin ateşkes ilan etmesi, müzakerelerin yeniden başlaması ve bir yandan da yeni anayasa çalışmalarının kapsamlı ve kapsatıcı bir şekilde sürdürmesi gerekiyor. Birden ve net bir şekilde bir çatışmasızlık ortamına girmemiz gerekiyor.
– Bahsettiğiniz güvensizlik ve kibir hâlâ varlığını devam ettirirken birden ve net bir şekilde nasıl çatışmasızlık ortamına girilecek? Dünyadaki örneklerde bu nasıl sağlanmış?
– İki önemli örnek var; biri İrlanda, diğeri İspanya. Ama ikisinin de Türkiye ile karşılaştırılması konusunda bazı çekinceler koymak lazım. IRA ve PKK belli ölçülerde benzeşiyor. ETA ile benzerlikler daha az. Çünkü IRA, siyasal açıdan çok daha etkiliydi. Silahlı kanadı, siyasî kolu, kitle desteği vb. açılardan PKK’yle daha kolay kıyaslanabilir. ETA öyle değil. O yüzden İrlanda üzerinden konuşmak belki daha çok fikir verebilir. İrlanda’da da bu iş çok uzun sürdü. John Major döneminde ilk adımlar atıldı, ama Major bir ön şart ileri sürmüştü, ‘silahları bıraksınlar, gelsinler, müzakere edelim’ demişti. IRA da ‘hayır, silah bırakmak ancak müzakerenin sonunda mümkün olabilir’ diye karşılık verdi buna. Barış görüşmelerini Tony Blair adına yürüten en önemli isim olan Jonathan Powell, ‘bu inat bize on yıl kaybettirdi’ diyor. Ön şartsız masaya oturma konusunda Tony Blair’ın çok kararlı ve açık bir tavrı vardı. Masaya oturduklarında güvensizlik de vardı. Ancak orada çok konuşulmayan bir iki faktör daha var. Bir tür kolaylaştırıcı rol oynayan aktörler de vardı devrede. Bunların içinde ABD önemli yer tutuyordu. Bütün bunlar güven sağlama amaçlı çeşitli tedbirleri de daha kolay alınabilir hale getiriyor. Yani üçüncü aktörlerin açıkça masada bulunması güveni sağlamanın bir yoludur. Güveni sağlamanın bir diğer yolu, uluslararası kurumların devreye girmesidir. Örneğin BM’nin çeşitli kurumları devreye girebilir. Başka bir yol da Türkiye’de akil adamlar ya da barış heyeti veya konseyi gibi bir oluşumun parlamentoyla bağlantılı olarak ve sivil aktörleri içerecek şekilde barış sürecinin yönetiminde ve şekillenmesinde doğrudan rol almasıdır. Doğrusunu isterseniz ben bu sonuncusunu öncelikle denenmesi gereken bir seçenek olarak görüyorum.
– Böyle bir konsey ya da heyetin nasıl bir rolü olabilir?
– Türkiye’de Öcalan ile kimin ne görüştüğünü sadece bir kanaldan öğrenebiliyoruz, o da avukatları. Bir de devlet biliyor. Fakat kamuoyu bir ihtilaf halinde ‘Öcalan bunu dedi, demedi’ tartışmasında gerçeğin ne olduğunu bilecek imkâna sahip değil. Mesela Barış Konseyi burada rol üstlenebilir. Görüşmelere doğrudan katılabilir, bir tür tanıklık görevi yapabilir veya tarafları ayrı ayrı dinleyebilir. Görüşmelerin nasıl yürütüldüğünün, nelerin konuşulduğunun, nereye gelindiğinin ayrıntılarını hemen kamuoyuna açıklamak gerekmiyor. Ama süreç krize girdiğinde ve taraflar birbirini suçlamaya başladığında bir tür hakikati bilen ve hem iki taraf arasında hem de taraflar ile tarafların tabanları arasında arabuluculuk yaparak çapraz ilişkileri yönetebilir. Gerekirse bu heyete uluslararası kurumların, aktörlerin katkısı da alınabilir.
– İrlanda’da bulunduğunuz süre içerisinde barış süreci konusunda edindiğiniz, olmazsa olmaz dediğiniz en önemli nokta neydi?
– İrlanda barış süreci hakkında bilgimiz vardı elbette, ama İrlanda’daki görüşmelerden de önemli izlenimler edindik. Görüşmelerde ısrarla vurgulanan hususların başında, bir sürecin var olduğu ve devam ettiği duygusunun ve inancının toplumda yerleşmesini sağlamanın hayati önem taşıdığıdır. Bunu bisiklet örneği ile açıklamıştı Jonathan Powell. Bisikletin yola devam etmesi için pedalların sürekli dönmesi gerekiyor. Pedal çevirmeyi bıraktığınız anda bisiklet düşer. Yokuşa gelebilirsiniz, pedalları daha ağır çevirebilirsiniz, bisiklet yalpalayabilir, ama her durumda pedal çevirmeye devam etmek zorundasınız; durduğunuz anda bisiklet düşer. İrlanda barış süreci devam ederken şiddet olayları yaşandı. Mesela IRA, dünya tarihinin en büyük banka soygununu o dönemde gerçekleştirdi. Bütün bunlar oldu, ama süreç ayakta tutuldu.
– Nasıl tutuldu? Çünkü silahlar susmadan barış olmaz diyoruz…
– İlke olarak bu doğru, silahlar susmadan barış sürecini harekete geçirmek mümkün değildir. Esasen böyle bir şey, görüşme ve müzakere kavramlarının doğasına aykırıdır. Silahlar susar, müzakere süreci başlar, fakat müzakere süreci devam ederken provokasyonlar olabilir her iki taraftan. Kontrol dışı eylemler olabilir, kontrollü eylemler olabilir. Bu görüşmeler devam ederken mesela devlet tarafından bir provokasyon olmuşsa, yani Katoliklere yönelik Protestanlardan veya Britanya ordusundan bir eylem olmuşsa bunun aydınlatılması istenmiş. IRA ile bağlantılı bir eylem yapılmışsa bunun da açığa çıkarılması istenmiş. Başka türlü yürümez zaten. Aksi takdirde ortada bir barış süreci olduğu fikri de ikna edici olmaz. Şunun altını ısrarla çizmek istiyorum: Barış süreçleri sadece iki tarafın masaya oturmasıyla yürüyen süreçler değildir. Müzakere, çok boyutlu, çok katmanlı bir süreçtir. Bunun bir katmanı da parlamento ekseni ve parlamento ile dışarısı arasındaki ilişkidir. Elbette silah bırakma konusu masada taraflar arasında konuşulur, silah bırakmayla bağlantılı içeriksel düzenlemeler de konuşulur. Ama barış bunlardan ibaret değildir, daha fazlasını gerektirir. Ve bu daha fazlayı sağlayacak usullere, yöntemlere, mekanizmalara ihtiyaç var. Mesela müzakere yürütülürken kullanılan dil önemlidir.
– Sizce Türkiye’de barışı zorlaştıran en önemli faktör nedir?
– Barışın teknolojisi dediğimiz bir şey var ve bunun da pek çok ayrıntısı var. Türkiye bu ayrıntılarda ilerlemeyi becerememiştir. Müzakerenin metodoloji ve teknoloji kısmı hep çok zayıf, çok cılız kalmıştır. İhtiyaç duyduğumuz en önemli şey budur. Her krizin yeni bir çatışmayı alevlendirmesi ve her çatışmanın da bir öncekinden çok daha yıkıcı olması Türkiye’de barışmayı çok zorlaştırıyor. Her yeni çatışma dönemi, tamir için daha fazla zamanı ve enerjiyi gerektiriyor. Yani barışmayı, çözümü çok daha fazla zorlaştırıyor. Bugün barışı konuşmak bir ironi gibi duruyor gerçekten. Konvansiyonel savaşlardaki mevzi çarpışmasına benzer durumlar yaşıyoruz. Beş-altı saat süren çatışmalardan söz ediliyor. Çukurca’daki çatışmada 24 askerin hayatını kaybettiği, 18 askerin de yaralandığı söyleniyor. PKK’den kaç kişinin hayatını kaybettiğine, kaç yaralı olduğuna dair sağlıklı bilgi yok. Manzara çok iç karartıcı, çok umut kırıcı. Hiçbir toplumun böyle konvansiyonel savaş örneklerini de içeren bir çatışmayı uzun süre kaldırma gücü olamaz. Bunun hepimizi birden yakacak bir ateş olduğunu kaç kere yazdığımı hatırlamıyorum bile artık. Vakit artık daha da daralıyor. Bir an önce silahsızlanma ve müzakere sürecini, teknolojisi ve metodolojisiyle kapsamlı bir şekilde hayata geçirmek zorundayız.
– Jonathan Powell’ın İrlanda’da barışın sağlanmasını on yıl geciktirdiğini söylediği ön koşul meselesi burada da hep karşımıza çıkıyor. Yani devlet ve hatta başka kesimler, devlet hiçbir adım atmasa da sürekli PKK’ye silah bırakması çağrısı yapıyor. Bu nasıl bir handikap yaratıyor?
– PKK-MİT görüşmeleri gösteriyor ki, Türkiye ön koşul meselesini aşma noktasına gelmiş. Seçimlerden önce müzakereler yürütülüyor, bir ateşkes ilan edilmesi isteniyor. PKK de ateşkes ilan ediyor. Ateşkes ilanı zaten müzakere için hayatî bir öneme sahiptir. Ama nihaî silah bırakmak ayrı bir meseledir. Onun için bir sürü düzenlemeye, bir sürü güvenceye ihtiyaç vardır. Birincisi, silahlar kime bırakılacak, nereye bırakılacak? İrlanda sürecinde çıkan önemli krizlerden biri, Britanya hükümetinin, IRA’nın silahları bıraktığı yerlerin doğrudan koordinatlarının verilmesini ve fotoğraflarını çekmesini istemesiydi. IRA bunu kesinlikle reddetti ve ‘Biz silahlarımızın fotoğrafını çekip kamuoyuna vermeyiz’ dedi. Britanya hükümeti IRA’nın dediğini kabul etti. İkincisi, silah bırakanların durumu ne olacak? Silahlı militanların bir kısmı Türkiye’de, bir kısmı Türkiye dışında. PKK sadece silahlı elemanlardan da ibaret değil, büyük ve kapsamlı bir örgüt, binlerce üyesi cezaevlerinde. Onlar ne olacak? Türkiye’ye dönenlere ne yapılacak? Siyaset yapma imkânları nasıl sağlanacak? Çünkü sonuçta sadece evinize dönün demekle olacak bir iş değil bu. Silah bırakmak, eve dönüş değil, siyasete dönüş projesidir. Silah bırakmanın karşılığı, silahlı mücadele yürütenlerin talepleri ve hedefleri için artık silahla değil, demokratik siyaset araçlarıyla mücadele etme imkânına kavuşmalarıdır. O halde siyasal alanın yeniden yapılandırılması, siyasetin hukukunun yeniden düzenlenmesi de bu sürecin bir parçasıdır. İster bağımsızlık talep etsin, ister federasyon, engelsiz siyaset yapma imkânının sağlanması için düzenlemeler yapılması gerekecektir. Hiçbir karşılık almadan silah bırakmak, ancak mutlak askerî yenilgi halinde söz konusu olabilir. Öyle değilse, yani silah müzakere ve anlaşma yoluyla bırakılacaksa, örgütün belli taleplerini hükümetin kabul etmesi ya da edeceği yönünde taahhütte bulunması gerekecektir. PKK’nin de geniş bir tabanı var ve silah bırakma kararını kendi tabanına anlatmak ve kabul ettirmek gibi bir mecburiyeti var. Bütün bunları bir arada düşünmek lazım.
Silah bırakmak, basit bir mesele değildir; onun da hukuku, gelenekleri ve gerekleri vardır. Bunun ayrıntılarını planlamadan, bunları masada konuşmadan silah bırakmanın kolay olmayacağını herkes bilmek zorundadır. PKK’ye tek taraflı silah bırak çağrısı yapmakla bir yere varılamayacağını görmek gerekiyor. Örgütü yenerseniz ve teslim olmak zorunda bırakırsanız, şartları belirleme hakkını da elde edersiniz. Ama böyle bu durum yokken, örgütün silah bırakmasını sağlamak için, onu buna ikna edecek şartları yaratmak zorundasınız. PKK, iki kez güvenceler oluşmadan elemanlarını silahsız bir şekilde Türkiye’ye gönderdi. İlki, Öcalan’ın yakalanmasından sonra, onun talimatı üzerine dağdan ve Avrupa’dan ‘barış elçileri’ adı altında gelen heyetti. Bu grubunun mensupları yıllarca hapis yattı. Habur’dan girişler de, öyle anlaşılıyor ki, belli görüşmeler ve sözlü güvenceler üzerine gerçekleşti. Ama konjonktür değişince, gelenlerin çoğu yargılandı ve hüküm giydi. Askerî ve siyasî açıdan mağlup olmamış bir örgütü, bütün bu güvenceler ve düzenlemeler olmadan tek taraflı silah bırakmaya nasıl zorlayabilirsiniz? Diyelim yönetici ekip bunu kabul etti, örgütün militan kadrosu ve tabanı buna nasıl tepki verir?
– Bu noktada PKK’nin Kürtleri temsil etmediği tartışması gündeme geliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
– Uzun süre Kürt halkının varlığı inkâr edildi; sonra kabul edildi. Bu sefer de Kürt sorununun varlığı inkâr edildi; o da kabul edildi. Sonra PKK’nin bir olgu, bir gerçeklik olarak varlığını kabul etme sorunu yaşandı. O da belli ölçülerde kabul edildi. Şimdi PKK’nin Kürt halkıyla, Kürt toplumuyla ilişkisinin boyutlarını kabul etme aşamasındayız. PKK tabii ki Kürtlerin tümünü temsil etmiyor. Hangi ülkede hangi örgüt, hangi parti toplumun tümünü temsil edebilir ki? PKK Kürt sorununun en aktif savunucusudur. Kürt halkı içinde kimlik sorunu olan kitlenin doğrudan temsilcisidir, yani Kürt sorununun temsilcisidir. Kaldı ki, PKK sadece bir siyasal olgu da değildir, aynı zamanda psikolojik bir olaydır. Bütün bunları söylemek PKK’yi savunmak ya da meşrulaştırmak değildir, olguyu görmeye davet etmektir. Olguyu teşhis etmeden onunla ilgili bir çözüm geliştirmeniz de mümkün değildir. O nedenle PKK bugün bir vakıadır, milyonlarla ifade edilebilecek bağlantıları olan bir yapıdır. Bugüne kadar dağa çıkıp hayatını kaybeden, PKK’nin rakamlarına göre 20 – 25 bin, devletin rakamlarına göre 30-35 bin civarında insan ve bunların yakınları, şu an dağda olan 5-10 bin insan ve onların yakınları, boşaltılan köylerde mağdur olan milyonlar, faili meçhullerde öldürülen, kaçırılıp kaybedilen binler ve onların yakınları, hapishanede olan binler ve onların yakınları, yurt dışında olan binler ve onların yakınları… Bunları topladığınızda zaten milyonlarla ifade edilen bir kitlenin PKK ile psikolojik ve siyasal bağı olduğunu görebilirsiniz. Hepsi PKK sempatizanı ya da üyesi olmayabilir, ama psikolojik bağları vardır. O nedenle artık ‘PKK Kürt sorununun neresindedir’ tartışmasını yapacağımız noktayı çoktan geçtik. PKK, bu olayın içindedir, Kürt sorunuyla iç içe geçmiştir. PKK’yi hesaba katmadan bir barış süreci yaratmak mümkün görünmüyor.
– Geçtiğimiz günlerde İspanya’da ETA silah bıraktığını açıkladı ve başbakan da dahil olmak üzere ETA’nın silah bırakmasını örnek gösterdi. Biraz önce PKK’nin ETA’dan çok IRA ile karşılaştırılabileceğini söylemiştiniz. ETA ile PKK arasında nasıl bir farklılık var?
– ETA’ya yönelik o kuşatma, polis operasyonları, ETA’yı zayıflatan tutuklamalar, parti yasaklamaları işe yaradı çünkü sonuçta, ETA’nın toplasanız bin tane elemanı vardı. ETA’nın siyasi desteği de son on-on beş yılda azalmıştı. Türkiye’de güvenlik ve savaş konseptini savunan ve bunu hükümete belli ölçülerde kabul ettiren “strateji uzmanları”, İspanya hükümetinin ETA’ya yönelik bu politikalarını örnek almış görünüyorlar. ‘Parti yasaklayalım, siyasi kadrolarını tutuklayalım, iyice zayıflatalım, binlercesi hapiste olsun, sonra çökertiriz’ gibi bir hesaptır bu konseptin dayandığı. Ama yanlış bir hesaptır! Biraz önce de söyledim, PKK silahlı militan sayısı, siyasi yapılanma ve kitlesel destek açısından ETA’yla kıyaslanamaz. Öte yandan İspanya’nın özerklik esasına dayanan demokratik anayasal sistemi ve bu sistemi geliştirmek üzere yapılan reformlar, ETA’nın silahlı mücadelenin meşruluğunu Bask toplumuna bile kabul ettirmesini hep daha fazla zorlaştırdı. ETA’nın her eyleminden sonra, Bask ülkesinde silahlı mücadele daha fazla sorgulanır ve daha çok reddedilir oldu. ETA, Franco faşizmine karşı mücadele yürüttüğü dönemden gelen itibarını, silahlı mücadelede ısrar ettikçe, İspanya’nın geri kalan bölümünde ve Avrupa’da da çok büyük ölçüde yitirdi. Oysa Türkiye’de durum öyle değil! Farklılıkları tek tek saymaya bile gerek yok. Zaten bu nedenledir ki, PKK’nin silahlı mücadele yöntemi, özellikle Kürtler arasında yaygın kabul ve destek bulabiliyor. Bu yöntemin en çok sorgulandığı dönemler, Türkiye’de demokratikleşme ve barış çabalarının somut adımlarla ortaya konduğu zamanlardır. Baskı, yasak, sindirme, imha gibi politikalar öne çıktığında, bu sorgulamanın dozu Kürtler arasında çok düşüyor. Bu sebeplerden dolayı, İspanya’dan hareketle veya ilham alarak güvenlik ve imha politikaları önermek, Türkiye gerçeklerini doğru kavrayan bir yaklaşım değildir. Bu tür hesaplar bize sürekli daha fazla kayıp, daha fazla yıkım getiriyor. Asıl söylemek istediğimiz de o zaten; sürekli bir şekilde bu hesaplarla ilerlemeye çalışmanın bedeli çok ağır oluyor, hep de ağır oldu zaten! O nedenle bu tür hesaplara girmeden cesur ve serinkanlı bir barış süreci başlatmak gerekiyor.
– Bahsettiğiniz yaklaşımın bir parçası olarak KCK tutuklamaları hâlâ kapsamlı bir şekilde devam ediyor. Bu tutuklamalar nasıl bir etki yaratıyor?
– Uzun süredir Kürt çevrelerinde yüksek sesle konuşulan, Türkiye basınında da belli kalemlerin, köşe yazarlarının dile getirdiği bir olguyu da Çukurca’daki korkunç çatışma bir parça doğrulamış görünüyor. O da şu: KCK operasyonu adı altında yapılan tutuklamalar çok büyük bir öfke yaratıyor ve ‘siyasette yerimiz kalmadı’ duygusunu körüklüyor. Nitekim önemli yazılar çıktı ANF’de ve o yazılarda artık sistemden bütünüyle çekilme önerisi de tartışıldı. Bu önerilerin, bu fikirlerin PKK’ye yakın, hatta PKK’ye yakın olmasa da ondan etkilenen kesimlerde ciddi olarak tartışıldığını görmek lazım. Siyaset yapma imkânı azaldıkça, pek çok öfkeli ve umutsuz gencin yüzünü dağa çevirdiğini bilmek lazım. Bunlar, birkaç köşe yazarının kuruntusundan ibaret şeyler değil; yaşanan bir durum. Hatta Kürt sitelerinden edindiğimiz izlenim, son aylarda dağa çıkışın epeyce arttığı yönünde. Hep şunu anlatmaya çalışıyoruz: Bu politikalar daha fazla yıkım getirecek. Ne yapmak istiyorsunuz? Şiddeti bitirmek. Neyle? Şiddetle. Ama bitiremiyorsunuz. Bitiremiyorsanız daha fazla şiddet üreten yöntemlerde neden ısrar ediyorsunuz? Neden bu işin başka bir yolu olduğunu görüp de onu denemiyorsunuz? Bu yolu denemek için de en önemli şey siyasetin kanallarını sürekli açık tutmak ve genişletmektir. PKK silah bıraksa siyaset yapacak, ama zaten siyaset yapanlar siyaset yapamıyorsa dağdakileri nasıl ikna edeceksiniz silah bırakmaya? Bu nedenle daha oturup müzakere masası kurmadan bile yapılması gereken şeyler var. Önceki gün 741 sivil toplum örgütü Diyarbakır’da bir açıklama yaptı ve çok açık söylediler, ‘KCK operasyonları çok büyük tehlike yaratıyor, bir an önce bu operasyonlar durdurulmalı ve göz altına alınan, tutuklanan Kürt siyasetçilerinin derhal bırakılmasını sağlayacak düzenlemeler yapılmalı’ diye. Bütün bunları bir arada düşünmek gerekiyor. Ama bu tür çatışmalar muhtemelen tersi politikalar için bahane haline gelebilir, yani daha fazla tutuklama getirebilir. Bu da kısırdöngü değil, ölüm döngüsü dediğimiz şeyi yaratır.
– Yeni anayasa yapım sürecinin barış sürecine bir katkısı olabilir mi? Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
– Yeni anayasa süreci bu açıdan çok önemlidir. Ben yeni anayasa sürecini çok büyük bir müzakere platformu ve imkanı olarak görüyorum. Yeni anayasa süreci müzakerenin bir diğer katmanıdır. Üstelik sadece Kürt siyasi hareketi ile hükümet arasında değil, diğer partilerin de katıldığı, kamuoyunun da gözü önünde yürüyecek bir müzakere. Barış yolundaki zorlukları da, avantajları da görebileceğimiz derin ve kapsamlı bir müzakere boyutudur. Yoksa sadece buradan yeni bir anayasa yazıp çıkmak meselesi değildir. Bu nedenle, yeni anayasa süreci başka bir toplumda kolay rastlanmayacak bir anlama sahiptir; şu ya da bu maddenin değişmesi meselesinden ibaret değildir. Daha açık söyleyeyim: Anayasa diye tartıştığımız mesele, aslında eski zihniyeti ve devlet yapısını demokratik siyaset zemininde tasfiye etme, toplumu barışçıl yollarla yeniden kurma ve büyük barışa ulaşma meselesidir. Böyle boyutları ve etkileri olan bir sürecin engelsiz ve zahmetsiz işlemeyeceğinin bilincinde olmak gerekir. Her kesim, demokratik siyasetle çetin bir imtihana girecektir bu süreçte. Başarılı olursak, sadece siyasal yapının değil, siyasal kültürün de derinden dönüşmesi ihtimali çok yüksektir.