İç savaş yaşanan bir ülkede her türlü iktidarın zamanla elinde en çok silah ve asker olanlara geçtiğini, her türlü ilişkinin silah gücüyle şekillendiğini, savaşın kirinin savaşan, savaşmayan ülkedeki herkesin üzerine sıçradığını görüyoruz De Niro’nun Oyunu’nda.
De Niro’nun Oyunu
Rawi Hage
Çeviren: Püren Özgören
Everest Yayınları, 2010
Yaz başında yayımlanan Bildiğin Gibi Değil / 90’lı Yıllarda Güneydoğu’da Çocuk Olmak’ın(Metis Yayınları) başlığı ve altbaşlığı kitabı gayet güzel tanımlıyor: Çocukluk ve ilkgençliklerini 90’lı yıllarda Güneydoğu’da geçirmiş olan kadınlar ve adamlar, Güneydoğu’da yaşanan kirli savaşın gündelik hayattaki görünümlerini, bizzat başlarına gelenler ve tanıklıkları üzerinden anlatıyor. Rojin Canan Akın ve Funda Danışman’ın hazırladığı kitap 90’larda yaşananların gerçekten de bildiğimiz gibi olmadığını çarpıcı biçimde gösteriyor. Kitapta anlatılanlar kadar, anlatanların ruh halleri de insanı etkiliyor. İçselleşmiş umutsuzluk, öfke, duygusuzlaşma gibi ruh halleri satır aralarından hissediliyor. Savaşın sadece ölümlere ve maddî yıkımlara neden olmadığını; insanların, ama özellikle çocukların ve gençlerin ruhsallıklarını da nasıl olumsuz etkilediğini bir kez daha görüyoruz.
Lübnan doğumlu Kanadalı yazar Rawi Hage’in anavatanındaki iç savaş sırasında geçen De Niro’nun Oyunu adlı romanı da benzer bir işlev görüyor, iç savaşın nasıl bir yıkıma neden olduğunu iki delikanlının hikâyeleri üzerinden aktarıyor. George ve Bessam isimli iki genç bunlar – De Niro, George’un lakabı. Beyrut’un Hıristiyan Arapların yaşadığı Doğu Yakasındadırlar; orada bulunmaları seçimleri değildir, doğumla edindikleri aidiyetleri nedeniyle oradadırlar. Roman boyunca bunun tek istisnası olarak Bessam’ın komünist amcasını tanırız, o Batı Yakası’nda, Müslümanların yanında savaşmayı yeğlemiştir.
Hage, Bessam’ın ağzından bu iki arkadaşın hallerini şöyle özetliyor romanın başında: “Sonra yeniden motosiklete atladık. Askeri marşların, hepsi de zaferini ilan eden bin radyo istasyonunun arasından ilerledik. Kadın savaşçıların kısa eteklerine baktık, kız öğrencilerin baldırlarının yanından geçtik. Amaçsız, hedefsizdik; dilenci ve hırsız, kıvırcık saçlı, yaka bağır açık, gömleklerinin kıvrık manşetlerine Malboro sokmuş, iki abazan Arap; okulu bırakmış, merhametsiz, tabancalı, açlıktan nefesi kokan, Amerikan malı bol paçalı kot pantolonlar giyen nihilistler.”
Milis ya da Mülteci
İyi iki arkadaş olmalarına karşın birbirlerinin kopyası değillerdir, aralarındaki farklılıklar da zamanla derinleşir. George önce bir kumarhanede çalışır, patronu Hıristiyan milislerin komutanı olduğu için bir zaman sonra milislere katılır. Bessam’ın savaşmaya niyeti yoktur, aklı fikri Beyrut’tan kaçıp kapağı Roma’ya atmaktadır. Orada ne yapacağını bilmemesine, kendisini bekleyen zorlukların farkında olmasına rağmen savaşın sürdüğü bir ülkede olmaktansa başka bir yerlerde mülteci hayatı sürmeyi yeğliyordur. Savaşın olduğu yerde bir gelecek olamayacağının farkındadır. Milis olup savaşmayı seçen George’un gözüyse savaşın ganimetlerindedir. Seçtikleri bu gelecekler dışında bir gelecek tasavvur etmeleri bile mümkün değildir savaş sürerken.
Her ikisinin de ideallerini gerçekleştirmek için paraya ihtiyacı vardır, bunun için birlikte kanundışı işler yaparlar.
Buradaki ‘kanundışı’ sözü lafın gelişi tabii. Önce George’un çalıştığı kumarhaneyi dolandırırlar; daha sonra George milislere katılıp savaşçı olmayı seçince Bessam’a yeni bir iş önerir. Batı Yakası’na gizlice yapılan içki satışına aracılık edecektir. Savaşan taraflar arasında gizlice de olsa ‘ticaret’ sürmektedir; düşman bazıları için tüketici ya da ticarî partner olmayı sürdürmektedir.
İç savaş yaşanan bir ülkede her türlü iktidarın zamanla elinde en çok silah ve asker olanlara geçtiğini, her türlü ilişkinin silah gücüyle şekillendiğini, savaşın kirinin savaşan, savaşmayan ülkedeki herkesin üzerine sıçradığını görüyoruz De Niro’nun Oyunu’nda. Böyle bir ortamda Bessam’ın (ve yaşıtlarının çoğunun) umutsuz, nihilist olması da kaçınılmazdır. Bu nihilist, vurdumduymaz ton roman boyunca hissediliyor. Gerek Beyrut’tayken gerek Beyrut’tan ayrıldıktan sonra Bessam pek çok kez ölümle burun buruna gelir. Onu koruyan, hayatta olmaya bir değer atfetmeyen nihilizmi olur çoğunlukla.
Savaş bir kez başladığında
Gerek iç savaşın kanlı sahnelerini (örneğin Sabra ve Şatilla baskınlarını) gerekse iç savaşın gündelik hayattaki yansımalarının gerçekçi tasvirlerini sunuyor olmasına karşın, De Niro’nun Oyunu sadece “Beyrut iç savaşını anlatan bir yapıt” olarak tanımlanacak bir roman değil. Avrupa’ya gidişiyle birlikte Bessam’ın sorunları sona ermez; Kavafis’in şiirindeki şehir gibi, bu savaş da onun arkasından gelecektir, yeni bir ülke bulamayacaktır.
Rawi Hage’in de Beyrut’tan genç yaşta kaçmış olması nedeniyle insanın aklına Bessam’ın hikâyesiyle onun hayatı arasında bir paralellik olup olmadığı sorusu geliyor. Montreal Review of Books’ta yapılan söyleşide de ilk olarak bu sorulmuş. Hage, Bessam’ın savaştan kaçma konusundaki kararlılığının kendisininkiyle aynı olduğunu, her şeyin anlamının yittiği, politika ve dine olan inancının kalmadığı, sürekli boşlukla yüz yüze gelip her şeyin amaç haline geldiği varoluşçu ruh halinin de o yaşlardaki kendi ruh haline yakın olduğunu belirtmiş. Hage, IMPAC Dublin ödülünü kazandığında yaptığı konuşmada da Lübnan’dan genç yaşta ayrılmanın kendisini sınırlardan ve bayraklardan tiksinen bir yaratığa dönüştürdüğünü vurgulamış. Belli ki Hage’in edebiyatı gücünü, yaşadıkları ve tanık olduklarının yanı sıra, bu yaşadıklarının ona kazandırdığı bu bakış açısından da alıyor.
Yöneticilerin savaştan çok büyük bir rahatlıkla söz ettikleri günlerden geçiyoruz. Belli ki savaşmamışlar, ama belli ki savaşın ne olduğunu anlatan romanlar da okumamışlar. Savaş hakkında bütün bildikleri tarih kitaplarındaki tanımlardan, efsanelerden, mitolojilerden ibaret.
Behçet Çelik