Bugün küreselleşmenin getirdiği karmaşıklığa bağlı olarak, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kimlikler sürekli hareket halindedir ve bu hızlı toplumsal değişim süreci içinde modern yurttaşlık alanını yeniden üretmek için sürdürülen çabalar, farklı kesimleri “entegre” etmekte yetersiz, toplumun bütünlüğünü korumaktan uzak kalıyor.
Artık tek bir moderniteden bahsetmek yerine, dünyanın çeşitli bölgelerinde farklı moderniteler olduğunu söylemek daha gerçekçi görünüyor. Bunun çıkarımı ise modernitenin aktörlerinin çoğul olduğudur.
Her şeyden önce, tek bir coğrafî alanla sınırlandırmak anlamayı kısıtlasa da, modernleşme sürecini Batı Avrupa ile özdeşleştirmek mümkündür. İçinde yaşadığımız bugünkü haliyle modernite ve onu ortaya çıkaran modernleşme sürecinin Batı Avrupa’da çok yönlü, çok boyutlu, karmaşık ve büyük ölçüde tesadüflerle belirginleşmiş, fakat insanlar üzerinde yaptırımı yüksek, çok güçlü bir değişim süreci olduğunu söyleyebiliriz.
Bu değişimi anlamak için Orta Çağ’ın içinde doğmuş olan sermaye hareketleri, kentleşme, uzak kıtaların “keşfi” olarak adlandırılan “fetih” hareketleri, sömürgecilik kapitalistleşme dinamikleri, toprak ve statü sahipleri arasındaki savaşlar, din savaşları, siyasî egemenlik savaşları, sınıf mücadeleleri, uzlaşmalar, antlaşmalar, “Aydınlanma” ile somutlanan düşünce dünyasındaki gelişmeler, bilimselliğin kazandığı otorite, egemenliklerin tesis edildiği topraklardaki ulus-devletlerin ortaya çıkması ve laiklik-sekülerlik, milliyetçilik gibi etkenleri ve daha başkalarını gözönünde tutmak gerekir. Kuşkusuz bütün bu çoğul boyut ve dinamiklerin karşılaşıp bir araya gelmeleri bir sonuç yaratmıştır, ancak gene bütün bu dinamiklerin her birinin başka biçimler altında da tezahür edebileceği ve “bir araya” geldiklerinde toplam olarak bambaşka bir sonuç yaratabileceği düşünülebilecektir. Örneğin, bütün bu uzun dönem boyunca Batı’nın Osmanlı İmparatorluğu’yla karşılaşmalarında ya da Batı’nın kendi içindeki savaşlarda ortaya çıkabilecek farklı bir sonucun, genel ilişkiler ağını, şimdi hayal edemeyeceğimiz bir yöne döndürmesi mümkün olabilecekti. Dolayısıyla, tarihte belli bir zaman diliminde, karmaşıklık ve çokboyutluluğun bir yöne doğru temerküz etmesiyle ortaya çıkmış, bugün adına modernite dediğimiz, toplumlar ve bireyler üzerinde etki yaratan ilişkiler ağının bir “zorunluluk” olmadığı tespit edilebilecektir.[1]
“Zorunluluk” olmayan, ancak ikna ve yaptırım gücü çok yüksek olan modernite doğduğu fakat daha çok etkili olduğu coğrafyalarda “doğal” bir seyir izlemedi. İnsanların modern bireylere, “ilerleme” ve kapitalizm için makbul vatandaşlara dönüştürülmesi hem zaman bakımından sürekli bir çabayı hem de toplumsal hayatın her alanına dönük bir “fetih” çabasını içermek zorundaydı. Özellikle “gündelik hayatın” fethi belirleyici bir öneme sahipti. İnsanların en sıradan pratiklerinde, özel hayatlarında, toplumsal ilişkilerinde “modern” olmaları, büyük modernlik projesine uyumlu davranmayı öğrenmeleri gerekiyordu.
Ancak gündelik hayatın totalliği, karmaşıklığı, yüzyıllardan gelen birikim, tecrübe ve pratiklerin bilgisi ve yaygınlığı bu fethin karşısında her zaman bitmez tükenmez bir direniş potansiyeli inşa edilmesinin yolunu açıyordu. Bu bağlamda, birçok yerde, özellikle modern ülkelerin çevresindeki ülkelerde modernliğin ikna teknolojileri birçok direnişle karşılaştı. Besim Dellaloğlu’nun AltÜst’ün bu sayısında kavramsallaştırdığı gibi, öncesinde “modeli” olmayan, toplumsal ilişkiler içinde Batı’da ortaya çıkan “modernite”den farklı olarak, bu “modeli” ithal eden ve bu nedenle, “modernite”den ziyade “modernleşme” olarak adlandırılabilecek bir süreci yaşayan Türkiye gibi ülkelerde bu direniş “fetihe girişen yabancı” bir unsura karşı bünyenin direnişi olarak belirginleşti.
Gündelik hayatın direnişi ve “taktikler”
“Fetih” çabası ne kadar mutlak bir başarı sağlayamadıysa, gündelik hayatta söz konusu “direniş”in de mutlak bir korunmayı sağladığını söylemek mümkün değil. Örneğin, her ne kadar Türk modernleşmesi modern Cumhuriyet tarihinin çeşitli dönemlerinde dinsel, etnik veya etno-dinsel içerikli ya da geleneksel aşiret yapılarından neşet eden çıplak anlamda direnişlerle karşılaştıysa da, sürece damgasını vuran direniş türü daha çok “müzakere” özelliği sundu. Başta ordu olmak üzere, elinde çok güçlü silahları olan modernlik stratejisi (seküler milliyetçilik, laikçilik, kemalizm, merkeziyetçilik, resmi tarih…) karşısında ve içinde, eski-geleneksel yapıların anlam dünyasında yaşayan insanların direnişi esas olarak bir “varoluş” mücadelesi şeklinde cereyan etti. Bu varoluş mücadelesi ise, Michel de Certeau’nun kavramlarıyla,[2] maruz kalınan, kuşatıcı “strateji”nin ürettiği güçlü dil, teknikler ve prosedürler tüketilirken başvurulan “taktikler”de kendini gösterdi.
İşte bir genelleme ya da “paket” olarak moderniteye ve onun altındaki sermayenin egemenliği ve bir sömürü tarzı olarak kapitalist ilişkilere, bir ehlileştirme süreci olarak “medenileşme”ye, bir yabancılaştırma aracı olarak ulus-devlet ve onun ideolojisi milliyetçiliğe karşı gündelik hayattaki direnişlere ve bu alandan çıkabilecek “yeni sosyal hareketler”e ilişkin olarak Michel de Certeau’nun strateji ve taktikler kavramsallaştırması önemli ipuçları sunuyor.
De Certeau’ya göre stratejiler bir toplumda ya da çok daha küçük birimlerde (fabrika, örgüt, vb), meşruiyeti önceden varsayılan bir “iktidar yeri”nin (devlet, devlet yönetimi, yöneticiler, fabrikaya sahip olanlar) mülkiyetinden güç alan eylemlerdir. Bu mülkiyet postülası sayesinde bu eylemler, o topraklarda (ya da fabrikada) var olan farklı güçleri ve yerleri birbirine eklemleme kapasitesine sahip kuramsal ilişkiler (totalleştirici sistemler ve söylemler) geliştirir. Yani stratejiler güç ilişkileriyle ortaya çıkar ve zamana bağlı olan, geçici olan ilişkileri sabitler, tanımlar.
Stratejilerin önemli bir özelliği “zamana” karşı öne çıkarılan bir “yere” sahip olmalarıdır. Bu sahiplik, değişen koşullara karşı bağımsızlığın korunmasını sağlar; panoptik bir pratik sayesinde, farklı yerlere “görerek” hakim olma, “yabancı” güçleri nesneye çevirerek gözlemleme, kontrol etme ve görüş alanı içine dahil etme imkânı sağlar. Bu haliyle, stratejinin başarısı, kendini “bağımsız” ve “nötr” olarak konumlayabilmesini sağlayacak bilginin iktidarını kurmasına bağlıdır.
Taktikler ise bu iktidar yerine ya da sahipliğe dayanmayan hesaplara tekabül eder. Bir işletmede, orduda ya da bilimsel kurumda olduğu gibi ötekini görünebilir bir bütünlük olarak ayıran sınırları yoktur. Rakibini ayrı, görünebilir ve nesneleştirilebilir bir yerde totalleştirerek kuramaz. Taktik sadece ötekinin olan ve kendine dayatılan, yabancı bir gücün kanunu tarafından organize edilen bir sahada ve o sahayla oynamak zorundadır; kendini, kendi yerinde, o sahanın dışında tutamaz. Düşmanın görüş alanı içindeki harekettir. Burada fırsatlardan yararlanır. Bu “yersizlik” ona kuşkusuz hareket kazandırır, ama zamanın rastlantılarına bağımlı bir uysallık içinde, açılan imkânları yakalamaya çalışır; sahip olan iktidarın gözetiminde ortaya çıkan çatlaklardan faydalanması gerekir. Taktik zamana bağımlıdır ve olayları fırsata dönüştürmek üzere, sürekli bir şekilde manipüle etmek zorundadır.
Daha basitçe ifade edersek, stratejilerin tersine taktiklerin adı yoktur. Stratejiler basitleştirir ve ad koyar; taktikler ise bütün karmaşıklığıyla, ancak bütün birikimiyle ve yılların, yüzyılların hafızasıyla gündelik hayatın kendisidir; yürümek, yemek, içmek, konuşmak gibi pratikler ya da performanslardır. Strateji, örneğin, bir dilin kuralları, grameridir; doğruyu-yanlışı tanımlayan, kendini kabul ettirmeye çalışan bir siyasettir. Taktikler ise hiçbir zaman tam olarak içselleştirilemeyecek olan bu gramerin içinde dolaşmak, teşbihler kullanmak, hatalar yapmak; yaratıcı veya muhafazakâr davranmak; konuşurken tamamlanmamış cümleler kurmaktır. Gene örneğin bir kavram olarak “kent” uyulması gereken bir stratejidir; köyden kopup gelenlerin uymaları beklenen bir kültür, trafik ışıkları, yeşil alanlar, ticaret ve konut alanlarıdır. Bir strateji olarak kenti uzmanlar planlar; ama yayalar o kenti “kullanırlar”: yürürken taktiklerini devreye sokarlar; kestirmeye saparlar, sağa sola bakınırlar, dururlar, yeniden yürürler. Onlar uzmanların planladıkları kentle kuşatılmışlardır; onun içinde varolurlar, ama onların akıllarında kurdukları kent, kentin sokakları, parklar ve bahçeler başka şekillerde tezahür eder. Onlar, gündelik taktikleriyle yürüdükleri sokakları değiştirirler; başka anlamlar katarlar; farkında olmadan kenti yeniden kurarlar. Ve stratejiler, her zaman taktiklerin bu köstebek performansı karşısında öncelemek, kendilerini ve kuşattıklarını yeniden tanımlamak zorunda kalırlar. Sonuç olarak, taktikler bir bakıma kurnazlıktır; güçlülere karşı “zayıfın sanatı”dır; stratejileri bozar ve çarpıtırlar.
Michel de Certeau’ya göre, strateji tarafından sunulan üretim, taktikler içinde tüketilir. Ancak bu tüketim sadece bir tüketim değildir. Sunulan mal, hizmet, fikir, bilgi, silah hiçbir zaman tam olarak üreticilerin, pazarlamacıların, biliminsanlarının, kumandanların, kurumların öngördüğü gibi tüketilmez. Tüketen birey, farklılaşmış tüketimiyle üretimi çarpıtır: onun tüketimi yeni ve “başka bir üretim”dir. En basit ifadeyle, insan yürüdüğü güzergâhta karşısına bir sokak, kelime, slogan vb. çıkmıştır ve kendi durumuna uyarlamıştır. Başka bir deyişle, stratejiler tüm zamanlara hâkim gibi görünürken, ancak belli bir zaman diliminde varolan egemen yapılara tekabül eder. Taktikler ise, gündelik hayatın devamlılığı içinde tüm zamanları ele geçirir.
Dolayısıyla, bir üst kurgu olarak modernite (ve ithal Türk modernleşmesi) ve kurgulardan ziyade pratiklerin hakim olduğu gündelik hayat arasında çatışmacı bir ilişki ortaya çıkar. Ancak bu çatışmacı ilişki bu haliyle görünmez. Bu çatışmanın görünmez kılınmasına, gündelik hayatın içindeki birbirleriyle içiçe geçmiş kültürel anlam dünyalarının direnmeleri sonucunda kimlikleşerek, modernleşmenin vazettiği “ideal yurttaşlık” kurgusuna karşı konumlanmaları, basitleşmeleri ve hedef haline dönüşmeleri yol açar. Oysa gündelik hayat, modernleşmenin kurgulayıp işaret ettiğinden çok daha karmaşık, zengin, potansiyellerle dolu bir ağdır.
Dolayısıyla gündelik hayattaki zenginlik yıpransa da, gündelik hayat “sessiz” ya da saf bir “mağduriyet alanı” değildir. Gündelik hayat “direnişin alanı”dır ve bu direniş, kendi savunma mekanizmalarıyla ürettiklerini ve bizzat modernleşmenin getirdiklerini içiçe sokarak, onlarla etkileşerek gerçekleşir.
“Yeni sosyal hareketler”in açtığı kapı
Bu durum başlangıçta var olan “model”den farklı bir modernliğin (stratejinin) inşasına yol açar ve hiçbir dilin sabitlenememesine, sürekli yeni olanakların devreye girmesine neden olur. Bu “yeni” durumu farklı kimliklerin, toplumsal hareketlerin tanım ve tezahürlerinin zaman içindeki farklılaşmalarında görmek mümkündür. Bugün küreselleşmenin getirdiği karmaşıklığa bağlı olarak, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kimlikler sürekli hareket halindedir ve bu hızlı toplumsal değişim süreci içinde modern yurttaşlık alanını yeniden üretmek için sürdürülen çabalar, farklı kesimleri “entegre” etmekte yetersiz, toplumun bütünlüğünü korumaktan uzak kalıyor; sonuç olarak bir “merkeziyet krizi” ortaya çıkıyor.[3] İçinde bulunduğumuz “post-modernite” tartışmalarıyla ilintili olarak, artık tek bir moderniteden bahsetmek yerine, dünyanın çeşitli bölgelerinde farklı moderniteler olduğunu söylemek daha gerçekçi görünüyor. Bunun çıkarımı ise modernitenin aktörlerinin çoğul olduğudur. Modernitenin toplumsal sahnesinde sadece toplumsal sınıflar değil; aynı zamanda modern ulus-devletin “hayalî cemaatini” kurmak üzere marjinalleştirdiği ve “unutulmaya” terkettiği, ancak terkedildikleri yerden -gündelik hayattan, özel alandan- çıkan, taktikleriyle “yeni bir anlam” yaratan “kültürel kimlikler” aynı sahnede rol oynamaya başlıyor.
Modernitenin artık ikna edememesine ve modernitenin farklı tezahürlerine karşı yükselen itirazlara bağlı olarak yaşadığı krizle birlikte toplumsal hareketler de farklılaştı.Toplumsal hareketler içinde bulundukları toplumları değiştirirken, bir yandan da kendileri değişir. Hiçbir toplumsal hareket ilelebet aynı biçimi koruyamaz; toplumda işgal ettiği yer de farklılaşır. Toplumsal hareketler ve toplum arasındaki karşılıklı etkileşim sonunda, insanlar sürekli olarak yenilenen bir çevreye doğar. İşte bu çerçevede, klasik olarak adlandırılabilecek kapitalist-sanayi toplumlarındaki sosyo-ekonomik hiyerarşiye ilişkin, sadece sınıf temelli tanımlanan hareketlerin yerine, büyük ölçüde yukarıda sözünü ettiğimiz ve hayatın her alanındaki varoluşa ilişkin kültürel kimlik temelli hareketler ya da “yeni sosyal hareketler” aldı.
Başka bir deyişle, modernitenin işlevsel yapıları yerine, “kazanılmış” toplumsal rollerimizin, pozisyonlarımızın, yaşımızın, gelir düzeyimizin, sınıflarımızın yerlerinden, bu yerlerin belirlediği düşünce, davranış ve çıkarlarımızdan sonra, kültürel aidiyetlerimizin, duygularımızın, inançlarımızın, normlarımızın, kimliklerimizin belirleyici olduğu bir zaman dilimine geçtik.
“Yeni sosyal hareketler”in bir anlamda sembolik “miladı” sayılabilecek tarih 1968’dir. “68 olayları” bir yeni büyük dalgadır. Bu “büyük dalga” Prag’dan Paris’e, Amerika’dan Almanya’ya kadar uzanan modernitenin kalelerinde endüstri toplumunun yarattığı üretici ve tüketici, “rasyonel” ve modern, ruhunu satmış Faustien birey kurgusuna karşı gerçekleşen bir isyandır. Bu isyan sırasında sosyalizme referans verilmiş olmasına rağmen, aslolan parçalanmış modern bireyin bir anlamda tamamlanma, bütünleşme arayışına tekabül eden bir isyan olmasıydı. Bu yüzden modernleşme ve modernlikten pay alma çabasında olan işçi sınıfından, onun partilerinden ve bunların taşıdıkları “reel” (maddî ilerleme, refah anlamında) sosyalist ideolojiden çok uzakta bir isyandı. Hatta Sovyet tipi kurumsallaşmış “modern” sosyalizme de karşı bir hareketti.
Hayatın zenginliği karşısında biraz tevazu
1968 sonrasında toplumda “yeni” olan hareketler, sosyolojinin klasik teorik çerçevelerinin yetersizliğini gözler önüne serdi. Özellikle modernliğin kaleleri denilebilecek yerlerde bu hareketin yarattığı sonuçların en önemlisi siyasetin yeniden düşünülmesiydi. Özellikle Fransa’daki entelektüel bir kuşağın (Guy Debord, Henri Lefebvre, Michel Foucault, Michel de Certeau, Pierre Bourdieu, bir ölçüde Alain Touraine) öncülüğünü yaptığı “iktidar” (“her yerde”) ve siyaset (“her yerde”) üzerine üretilen düşünceler yeni kentli sosyal hareketlere teorik kaynaklık etti. Tersten de söylemek mümkün: Bu hareketler bu düşünürlere toplumun derinliklerindeki, gündelik hayattaki pratiğin gücünü, mikro siyasetin zenginliğini gösterdi.
Bu siyaset düzleminde kökenler, hayat çevreleri, solunan her türlü hava, değişim talebinin referans kaynağı ve motoru haline geldi. Bu değişime bağlı olarak, sosyolojinin içinde klasik toplumsal hareketlerin aşıldığına vurgu yapmak üzere, “yeni toplumsal hareketler”den bahsedilmeye başlandı. Kadın hareketi, çevreciler, gençler, dinsel, etnik, bölgeci hareketler hem teoride hem de pratikte büyük önem kazandı.
Bu hareketler, soyut kurgular yerine çok daha “gerçek” ve içinde hayatın tüm karmaşıklığının hüküm sürdüğü bir gündelik hayattan beslendikleri için bir yandan değişen toplumsal yapılara göre şekil değiştirirken, aynı zamanda aynı yapıları değişime uğratmak konusunda da önemli sonuçlar yaratıyor. Yeni sosyal hareketleri “yeni” yapan ve “yeni” bir siyaseti düşünmemize olanak sağlayan zihinsel adım da siyaseti -yukarı dönük bir “fetih” meselesi olarak görmek yerine- “aşağıda”, “gündelik hayatta”, “her yerde” düşünmek oldu. Çünkü öncelikle, bu farklı hareketler “sahici” hareketler; yani bir toplumsallığa tekabül ediyor. Entelektüel bir faaliyet içerse de, esas olarak tabandan yükselen bir sesi taşıyorlar. Yani bu hareketler dışarıdan bilinç götürerek “hareket” örgütlemenin mümkün olmadığını; kadınların, etnik kimliklerin, işçilerin, dindarların, farklı inanç gruplarının ya da başkalarının kendi pratikleri ve taktikleriyle anlatacakları dertlere ve taleplere sahip olduğunu gösteriyor.
Aslında bu kavramsallaştırmada kullanılan “yeni” kelimesi bile bu hareketlerin “eski”den farklı olduğuna, ama tam olarak nasıl adlandırılacağının da bilinemediğine işaret ediyor. Biraz “post-modernite” gibi, geçilen aşamanın ne olduğunun tanımlanamamasında olduğu gibi, “yeni” ama “adsız”; kurgusu ya da temsili tamamlanmamış dönemlerdeyiz.
Bu durumda, toplumsalı, muhalefeti düşünen entelektüellerin, siyasal proje sahibi aktivistlerin önlerinde şu mesele duruyor: Mütevazı olmak, aynı zamanda söylenecek lafın başkalarının lafıyla beraber anlamlı olacağını kabul etmek… Çünkü bireyi ve yaşam alanlarını kuşatan kapitalizm, neo-liberal ideoloji ve tüketim kültürü çok güçlü ve çok boyutlu… Bu çok yönlü ve güçlü tahakküme ve beraberinde taşıdığı farklılaşmış tehlikelere karşı, ancak, çok yönlü ama “biz” duygusunu kurmayı başarabilen ve bu “biz”i farklılıkları içinde taşıyabilen bütüncül hareketlerle karşı koymak mümkün görünüyor.
[2] Michel de Certeau, L’invention du quotidien. 1. Arts de faire, Gallimard, Paris, 1990.
[3] Patrick Michel, “Croire et politique”, in Politique et religion. La grande mutation, Albin Michel, Paris, 1994.