İrvin Cemil Schick
Dergimizin geçen sayısında dönüşümlü finansal krizlerin birer istisna olmayıp kapitalizmin varoluş şartlarından kaynaklandığını görmüştük. Bu doğrudur elbette, ama bir de sözü sık edilmeyen bir başka müzmin krizi var kapitalizmin: Bir ahlâk krizi. Biraz da ondan söz edelim.
Rupert Murdoch’un basın yayın imparatorluğunun karıştığı skandalın haberlerini haftalar boyunca gazetelerde okuduk. Bu sayıda da Ebru Kayaalp birkaç ülkede güvenlik kuvvetlerini ve hükümeti sarsacak kadar ciddileşen bu olayı inceliyor, ayrıntılarını hatırlatıyor. Bütün bu keşmekeş içerisinde pek gündeme gelmeyen bazı sorular var ki bunları, soruşturmaları yürüten parlamenter komisyonlara, masalarını pür hiddet yumruklayan bakanlara sormak gerekiyor: “Ya ne sanmıştınız? Bunda şaşılacak ne var? Bütün olanlar, sistemin sunduğu imkânların mantıksal sonucu değil mi sizce? Kızgınlığınız Murdoch’un adamlarının telefonları dinleyip polise rüşvet vermesine mi, yoksa bunları yıllarca yaptıktan sonra aksi gibi yakalanmalarına, sizi mahçup etmelerine mi?”
Bit yeniği
Gerçek şu ki, yıllardır basın yayın sektöründe boyutları günden güne artan bir tekelleşme yaratan, malî zorluk çeken gazeteleri bir bir yutup magazine çeviren, bununla doymayıp televizyona ve internete de el atan, Fox News gibi en adisinden bir propaganda aygıtı kurarak siyasî süreci dilediğince saptıran ve yönlendiren, 7,6 milyar dolarlık bir kişisel servet sahibi olan Murdoch’un İngiliz parlamentosunda terletilmesine ve defalarca özür dilemesine tanık olmak, dev BskyB uydu yayın şirketini ele geçirme planlarının suya düştüğünü görmek çok güzel bir şey. Yine de insan, işin içinde bir bit yeniği olduğu şüphesinden kurtulamıyor. Kuduz paparazzi ordusunu dünyanın dört bucağına salan, yayınladığı yahut imal ettiği “haber”lerle insanların hayatını baş aşağı çevirmekte bir an olsun tereddüt etmeyen, ele geçirdiği her şeyi sistematik olarak yozlaştıran, asgarî müştereğin bile kat kat altında seyreden Murdoch nasıl oldu da bugüne kadar hiçbir engelle karşılaşmadı, neden şimdi duvara çarptı?
Biraz tarihî gerçekleri gözden geçirelim, çok da eskilere gitmeden. Ronald Reagan ve baba George Bush döneminde, 1980’li ve 1990’lı yıllarda, “Savings and Loan (S&L) Crisis” diye bilinen bir kriz yaşanmıştı. Bu krizde ABD’deki 3.234 tasarruf ve kredi kurumunun 747’si iflas etmiş, ekonomide yer yerinden oynamıştı. 1985–86 civarında başlayan bunalımın önemli bir nedeni, Reagan hükümetinin söz konusu kurumlar üzerindeki devlet denetimini büyük ölçüde kaldırmış olmasıydı. Denetim olmayınca da kurumlar, kapitalizmin kendilerinden beklediğini yapmaya koyulmuş, kârlarını azamî şekilde yükseltmek için ellerinden geleni esirgememişti.
Peki ne oldu? Devlet 87,9 milyar dolar harcayarak, yani çalışan vergi mükelleflerinden banka sektörüne inanılmaz paralar aktararak krizi halletti. Sonra da halkın hiddetini yatıştırmak için Lincoln Savings and Loan başkanı Charles H. Keating, Jr., Silverado Savings and Loan yönetim kurulu üyesi Neil Bush (evet, doğru bildiniz, baba Bush’un oğlu, oğul Bush’un kardeşi), Midwest Federal Savings and Loan başkanı Hal Greenwood, Jr. gibi bir avuç yönetici para veya hapis cezasına çarptırıldı ve mesele kapandı. Kimse olayın sistemden kaynaklandığını, asıl sistemin değiştirilmesi gerektiğini söylemedi. Sadece biraz denetim gerektiği savunuldu, o kadar.
“Bir avuç insan”
Gel zaman, git zaman, 2001 yılında ENRON adında, 63,4 milyar dolarlık varlığı olan dev bir şirket birden bire battı. O güne kadar Amerika tarihindeki en büyük iflastı bu. Enerji sektöründe çok önemli bir yer tutan, devletle ve iktidar partisiyle bin bir türlü girift ilişkileri bulunan ENRON’un batmasıyla ekonomi bir kere daha derinden sarsıldı.Örneğin,Californiaeyaletinde vuku bulan müthiş enerji krizinin bir ölçüde ENRON’un dalaverelerinden kaynaklandığı artık biliniyor. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dick Cheney’nin de üyesi bulunduğu National Energy Policy Development Group’ta (Ulusal Enerji Politikası Geliştirme Grubu) da ENRON çok etkindi, üstelik bu grubun çalışmaları bugüne kadar kamuya açıklanmadı. Her neyse, ne oldu peki? Şirketin zirvesindeki birkaç kişi mahkemeye düştü, Kenneth Lay, Jeffrey Skilling, Andrew Fastow gibi. Baş suçlu Lay kararın açıklanmasına kısa süre kala tatildeyken (!) kalp sektesinden öldü. Diğerleri hapis cezasına çarptırıldı ve mesele kapandı. Bir kere daha “ihtiraslı ve obur bir avuç insan” cezalandırıldı, sistem ise sıyrık almadan kurtuldu.
Bundan birkaç yıl sonra, 2006–2008 yıllarında “Subprime Mortgage Crisis” diye bilinen bir finansal kriz daha yaşandı. ABD’de başlayan, ama etkileri bütün dünyaya yayılan ve hâlâ sürmekte olan bu korkunç kriz, bir kere daha devletin denetimi azaltması sonucunda bankaların konut kredisi vermekte sorumsuz davranması, sonra da ödenemeyeceği açık olan borçları tekrar ambalajlayıp başka yatırım şirketlerine devretmelerinden kaynaklandı.
Bu krizin olası en kötü etkilerini engellemek için devlet —sıkı durun— 700 milyar dolar harcadı! Hem de bu paraları borçlarını ödeyemeyen vatandaşlara değil, alacaklarını toplayamayan banka ve yatırım şirketlerine dağıttı. Bu arada şirketler alacaklılarının evlerini haciz yoluyla ele geçirmekten de geri kalmadı. Bir yıl içerisinde birçoğu yine kâra geçti.
Kimdi peki bu krizin sorumlusu? Sistem değildi elbette, bir avuç “sorumsuz” bankacıydı! Fotoğrafları televizyon ekranlarında gösterildi, parlamento komiteleri tarafından sorguya çekildiler, batmakta olan şirketlerinden aldıkları milyonluk ikramiyeler gazetelerin baş sayfalarında büyük puntolarla basıldı, evlerinin önünde protesto gösterileri yapıldı, denetimin gerekliliğinden söz edildi, ve… Mesele kapandı.
Tek ölçüt kâr
Örnekler çoğaltılabilir. Yukarıda bahsi geçen olayların bazılarında düpedüz namussuzluk vardı, örneğin ENRON’daki muhasebe yolsuzlukları gibi. Bazılarında ise sistemin olanaklarını alabildiğince kullanmaktan başka bir şey yoktu. Hepsi de bir temel nedene dayanıyordu fakat. Kapitalizmde kârdan başka ölçüt olmaması. Gerçekten de kapitalizm bir tek-tanrılı dindir ve tanrısı kârdır. Ondan başka hiçbir ilkesi yoktur. Bununla hiçbir ahlâk sahibi kapitalist olamayacağını iddia etmiyorum elbette. Ahlâk sahibi sermayedarlar olabilir, ama bunlar ahlâk sahibi oldukları nisbette kapitalizmin mantığını ihlâl eder. Üstelik bir bütün olarak kapitalizmin mantığı münferit ahlâk sahibi kapitalistlerin yaptıklarından etkilenmez. Bireyler önemsiz değildir, ama yapılar mantıklarını dayatır eninde sonunda. Tek tek ahlâk sahibi sermayedarlar çıksa da, bir sistem olarak kapitalizm kendi tek boyutlu ahlâkını, yani kâr güdüsünü öne çıkartacaktır kaçınılmaz olarak. Dolayısıyla kapitalizm, müzmin bir ahlâk krizi içindedir.
O halde her ne kadar Murdoch’un terletilmesini seyretmekten büyük bir haz duymaya dağlar kadar hakkımız varsa da, mesele bir basın yayın imparatorunun yaptıkları değildir. Mesele, onun bu noktaya varmasını sağlayan sistemdir. Mesele, sadece kârlılık ilkesi üzerine kurulmuş olan bir toplumda, bu ilkeyi sonuna kadar şiarkabuletmenin ne anlama geldiği, nasıl sonuçlar getirdiğidir. Murdoch Londra’daki en yüksek ağaçtan ayak parmaklarından sallandırılsa da, sistem değişmedikçe yerine başka Murdoch’lar gelecektir er geç.
Sistemi değiştirmek
Bu durum Türkiye’yi de ilgilendiriyor doğal olarak. 1980’li yıllarda, devlet denetiminin Özal döneminde zayıflatılmasıyla patlayan Banker Kastelli skandalı hatırlardadır. Ama biz daha güncel bir konuyu, özelleştirme konusunu ele alalım. Kamu iktisadî teşekküllerinin tasfiye edilmesini savunanlar, bunların piyasada rekabet edemediğini, kâr oranlarının düşük olduğunu, çok fazla işçi istihdam ettiklerini, devletin sübvansiyonu olmasa anında çökeceklerini belirtir. Ve bu yüzde yüz doğrudur. O halde bütün mesele kâr oranını artırmak ise, kamu iktisadî teşekkülleri mutlaka bir an önce tasfiye edilmeli, onları daha verimli bir şekilde işletecek olan kapitalistlere devredilmelidir.
Ama bütün mesele bu mudur gerçekten? İşsizliğin yüksek olduğu bir ülkede istihdam sağlıyor olmanın, halkın büyük bir kesiminin yoksul olduğu bir ülkede piyasaya ucuz tüketim malları sürmenin içkin bir değeri yok mudur? Kârlılık ile bu değerler teraziye konduğunda, neden hep kârlılık kazanmaktadır?
Hiçbir sermayedar ıssız bir adada zengin olamaz. Sermayedarların zenginleşmesi, doğrudan doğruya toplumun nimetlerinden faydalanmaları sayesindedir. Bu, en berbat mirasyedi parazitinden en zeki, yaratıcı, gayretlisine kadar her sermayedar için böyledir. O halde sermayedarların da topluma ödeyecekleri bir borç yok mudur? Devlet, toplumun işsiz kesimlerine iş, yoksul kesimlerine ucuz mal sağlayarak az da olsa servetin yeniden dağılımını gerçekleştiriyorsa, bu, kamu iktisadi teşekküllerinin haraç mezat satılmaması için yeterli sebep değil midir?
Değildir,eğertek ölçütümüz kâr ise. Kapitalizmde tek ölçüt kârdır. Ahlâklı bir toplum, tek amacı azamî kârlılık düzeyini tutturmak olan bir sistemle varlığını idame ettiremez. O halde sistemi değiştirmeyi düşünmenin vakti gelmedi mi?