Ebru Kayaalp
Temmuz ayında, İngiliz tabloid gazetesi News of the World’ün, cinsel saldırıya uğrayıp öldürülen 13 yaşındaki bir kız çocuğunun cep telefonunu dinlediği basına yansıdı. Bu haberden sonra gazetenin sahibi, medya imparatoru Rubert Murdoch hakkında suçlamaların ardı arkası kesilmedi. Eleştirileri azaltmak kaygısıyla Murdoch, 168 yıldır çıkan, 2.6 milyon tirajı ile ülkenin en çok satılan tabloid pazar gazetesi News of the World’ü kapatma kararı aldı. Ancak skandal gün geçtikçe farklı bir boyut kazandı ve Murdoch’ın kendisine isnat edilen suçlarda yalnız olmadığı, siyaset ve emniyet çevrelerinin de bunlara iştirak ettiği ortaya çıktı.
İngiltere’de patlak veren telekulak skandalını sadece bu ülkenin sınırları içinde düşünerek anlamaya çalışmak mümkün değil. Global medyanın en büyük ikinci şirketinin bu skandalın faili olduğunu düşünürsek, ulus-devlet merkezli bir bakış açısını bir tarafa bırakmamız gerekir. Avustralya doğumlu olan ve daha sonra Amerikan ve İngiliz vatandaşlıklarına geçen Rubert Murdoch 1980’lerden itibaren artan bir hızla dünyayı kendi medya ağıyla donattı. Nereye baksak, nereye dönsek, Murdoch gazete, dergi ve televizyon kanallarını görür olduk. Twentieth Century Fox, Fox News, The Wall Street Journal, The Times, The Sunday Times, The Sun, HarpersCollins ve İngiltere’nin dijital uydu kanalı BSkyB’nin bir kısmı, News Corporation’ın başkanı olan Murdoch’un sahip olduğu medya kuruluşlarından sadece bazıları.
Murdoch sadece sahip olup yönettiği medya şirketleriyle değil, getirdiği habercilik anlayışıyla da dünyayı değiştirdi. Haberlerin ‘Murdochlaşması’ diye bir kavram ortaya çıktı. Arka sayfa güzelleri, dedikodu sütunları, ünlülerin özel hayatlarının haber diye sunulması, habercilikte telekulak olaylarının neredeyse olağan hale gelmesi, birbirleriyle rekabet eden gazetelerin pazar paylarını artırmak için kullandıkları meşru yöntemler haline geldi. Farklı olan her şeyi kendi bünyesi içine alarak öğüten ve bu şekilde beslenen kapitalist ruh, medyaya yeni bir içerik getirdiğini savunan Murdoch’un eliyle, haberlerin derinleşmesine değil, propaganda haline dönüşüp kışkırtıcı sloganlar haline gelmesine sebep oldu.
Telefon dinleme skandalı sadece Murdoch’un kişisel hırsıyla açıklanabilecek bir durum değil. Bu skandalın, medya-siyaset-polis ağının içinde, tam da devletin merkezinde konumlanmış bir yolsuzluk hikayesi olduğunu unutmamak gerek. Kapitalizmin mantığıyla örtüşen ve onun çarkları arasından beslenip yükselen bu olaylar zinciri, bütün dünyaya yayılan ve hatta kabul gören neoliberal girişimci ruhların sınırsız cüretine işaret ediyor.
Ölen bir çocuğun telefonunu dinlemek
Her şey News of the World gazetesinin, 2002 yılında kaçırılan 13 yaşındaki Milly Dowler’ın cep telefonunu dinlediğinin haber olmasıyla başladı. Gazete küçük kızın mesajlarını dinlemekle kalmamış, yeni mesajlara yer açabilmek için eski mesajları silerek, polisi yanıltmış ve kızın hâlâ yaşıyor olabileceği konusunda ailesine ümit vermişti. Bu, News of the World ile ilgili ilk telefon dinleme skandalı değildi. Daha önce gazetenin, Kraliyet ailesi ve ünlülerin de aralarında bulunduğu birçok kişinin telefonlarını dinlediği ortaya çıkmıştı. Dahası, gazetenin Irak ve Afganistan’da ölen İngiliz askerlerinin aileleri ile Londra’da 7 Temmuz 2005’te gerçekleşen bombalı saldırılarda ölenlerin yakınlarının telefonlarını dinlediği öne sürülüyordu. Bu olaylar bir iki istifa ve soruşturmayla sonuçlandıysa da, News Corporation’ı yoluna devam etmekten alıkoyamadı.
Ancak geçtiğimiz ay, Dowler olayının Guardian gazetesinde yayınlanmasıyla, bu sefer Murdoch için işler pek yolunda gitmedi. İki hafta içinde, gazetenin iki eski genel yayın yöneticisi gözaltına alındı, gazete kapandı, Murdoch’ın İngiltere’de sahip olduğu gazeteleri yöneten News International şirketinin yöneticisi Rebekah Brooks istifa etti ve gözaltına alındı, üst düzey iki polis istifasını verdi, Murdoch uzun zamandır ele geçirmeye çalıştığı BSkyB’yi satın almaktan vazgeçti ve oğlu James ile parlamentoya ifade vermeye çağrıldı.
Suç Ortaklığı
Murdoch’ın içinde bulunduğu karanlık ilişkiler ağını çözmek oldukça zor. Başbakanlardan en üst düzey polis yöneticilerine kadar, herkesin yolsuzluk, rüşvet, kayırmacılıkla birbirine derinden bağlı olduğu bir suç ortaklığı kurulmuş. İnşa edilen medya-siyaset-polis çemberiyle, kimsenin kimseyi şikâyet edemeyeceği, etse bile sonuç alamayacağı bir düzen oluşturulmuş.
Olaylar ilk patlak verdiğinde, News Corporation yetkilileri, şirket için çalışan özel dedektif Glenn Mulcaire’in evinden 4.000 kişi hakkında yaklaşık 11.000 sayfalık telekulak belgesi çıkmasına ve Mulcaire’in gazetenin kendisine “haber olacak bir şeyler getirmesi” konusunda baskı yaptığını açıklamasına rağmen, suçlamaların hepsini reddetti. Ardından, 2003-2007 yıllarında News of the World’ün üst düzey polis yetkililerine rüşvet verdiği tespit edildi. Polis, kaçırılan küçük kızın telefonunun gazete tarafından dinlendiğini bilmesine karşın sessiz kalmıştı.
İlk telekulak skandalı 2007’de patlayınca, News of the World’ün editörü Andy Coulson işinden istifa etmiş, ardından Başbakan David Cameron’un iletişim danışmanı olmuş, ancak skandal yeniden gündeme getirilince Ocak 2011 tarihinde görevini bırakmıştı. Coulson’un yerine gazetenin başına geçen Neil Wallis ise 2009 yılında işinden istifa ettikten sonra polise danışmanlık yapmaya başlamıştı. Telefon dinleme skandalının yeniden gündeme gelmesiyle, bu iki eski gazeteci yeniden gözaltına alındı. Öte yandan, Wallis’i halka ilişkiler danışmanı olarak işe alan Londra Emniyet Müdürü Paul Stephenson da işinden istifa etti ve gitmeden önce yaptığı açıklamada Başbakan Cameron’un da görevi bırakması gerektiğini ima etti. Zira kendisi Wallis’i işe aldıysa ve bundan dolayı şimdi görevini bırakıyorsa, Coulson’ı işe alan Başbakan Cameron da aynı şeyi yapıp istifa etmeliydi.
News Corporation, polisle bağlarını rüşvet vererek ve nepotizmle sürdürürken, siyasetçilerle de sıkı ilişkiler kuruyordu. Murdoch’ın siyasetçilerle yakın ilişki halinde olduğunu Ertuğrul Özkök’ün “ben de aslında oradaydım” epik tarzıyla anlattığı, İngiliz siyasetçilerin katıldığı öğle yemekleri, bahçe partileri ve tekne gezileri yazılarından da biliyoruz. Ne var ki, daha önceki birçok yazısında Murdoch’un medyadaki başarısından bahseden, “kızıl kıvırcık saçlı, etrafına hep dinamik ışık saçan, mini etekli güzel” arkadaşı Rebekah Brooks’un telefonunun “illegal biçimde” dinlenmesine içerleyen Özkök, skandalın analizini yaptığı Radikal’deki yazı dizisinde olanları neredeyse sadece New York Times, Guardian ve Murdoch’ın gazeteleri arasındaki husumetle açıkladı. Özkök’ün yolsuzluk konusundaki sessizliği, bir naiflik durumundan ziyade, yolsuzluğun hasır altı edilmesi, bilmezden gelinmesi ve hatta kabul görmesi hususunda Murdoch’un pozisyonunun istisnaî değil, normal olduğunun göstergelerinden biridir.
Skandal süresince Rebekah Brooks’un medyada nasıl temsil edildiği üzerine birkaç şey söylemekte fayda var. Brooks için yapılan hem “kızıl kraliçe” hem de “Medusa” benzetmeleri içlerinde cinsellik iması bulunduran tanımlamalar. Brooks’un Murdoch’la yakınlığı, onun “gözdesi” oluşu, medyada sürekli vurgulanan konulardı. Benzer durumda olan erkekler sadece yaptıkları yolsuzluklarla gazetelerde yer alırken, Brooks “mini eteği, dinamizmi, etkileyiciliği, mavi gözleri ve kızıl saçlarıyla” betimlenerek, medyada hep bir müstehcenlik tonuyla temsil edildi. Brooks erkek olsaydı asla görülmeyecek bu tavır, bir yandan yolsuzluk konusunun ciddiyetle tartışılmasının önünü tıkarken, öte yandan medyadaki cinsiyetçi yaklaşımı yeniden üretmeye yaradı.
Murdoch parlamentoda ifade verirken, soruların büyük çoğunluğuna “bilmiyorum”, “hatırlamıyorum” veya “tanımıyorum” şeklinde cevap vererek şirketlerinin üst düzey yöneticilerinin yasadışı dinlemelerden haberdar olmadığını tekrarlayıp durdu. Bu açıklamalarıyla Murdoch, tam anlamıyla Richard Sennett’in Karakter Aşınması kitabında işaret ettiği muktedir ama sorumluluk almayan patron prototipine uygun bir rol sergiliyordu. Kapitalist düzenin iş etiği, iktidara sahip olsa bile, otoritesiz bir işveren yaratmakta, zira otorite figürü kullandığı iktidarın sorumluluğunu almak durumundadır. Murdoch, muktedir olan ancak bu iktidarının gerektirdiği sorumluluğu şirketinin hiyerarşik yapısının içinde bir yerlerde kaybettiğine inanmamızı isteyen bir patron olarak, kendisinin masum olduğunu iddia etmekteydi.
Murdoch ve Yurttaş Kane
Avustralya’da 1931’de doğan Murdoch, ülkenin en seçkin ailelerinin çocuklarının okuduğu Geelong Grammar’a ve daha sonra İngiltere’de Oxford Üniversitesi’ne devam etti. Babasının ölmesi üzerine 22 yaşında Avustralya’ya dönerek, kendisine miras kalan Adelaide News gazetesiyle yayıncılığa ilk adımını attı.
İngiltere’de 1960’ların sonunda ekonomik krizden istifade ederek News of the World gazetesini satın aldı. Yıllar içinde, İngiltere’de siyaseti yönlendiren en önemli kişilerden biri oldu. Margareth Thatcher, başbakanlık yaptığı yıllar süresince Murdoch’tan hep tam destek aldı. Günde 3 milyon tirajlı bulvar gazetesi The Sun, Thatcher’ın gelir vergilerini indirmesi, sendikaları kapatması ve kamu işletmelerinin özelleştirmesi politikalarından hep övgüyle bahsetti. Thatcher’ın 1980’lerin ortasında maden işçilerinin grevini bastırmasına paralel olarak, Murdoch da Londra’daki Wapping semtinde yeni tesislerini açarak, 5.000 basın çalışanının grevini kırıp işten çıkarılmalarına sebep oldu. Serbest piyasanın yılmaz savunucusu, Irak savaşının destekçisi, özelleştirme taraftarı, sosyal devlet karşıtı Murdoch, Thatcher döneminde yeşeren neoliberal düzenden hem bolca nasiplendi, hem de bu düzeni elinden geldiğince besledi.
Tony Blair 1995 yılında, News Corporation’ın düzenlediği davetlerden birinde açılış konuşması yapmak için 9.000 mil katederek Hayman adalarına giderek, Thatcher’ın doğal varisi olduğunu Murdoch’a kanıtlayacaktı. Blair, yine bu davetlerden birinde yaptığı konuşmada Murdoch için, “Seninle tanıştığımız zaman seni sevdiğimden değil ama senden korktuğumdan emindim. Seçim mücadelesinin bittiği şu anda ise, senden korkmuyor ve fakat seviyorum” diyecekti.
Murdoch, 1970li yılların ortasından itibaren Amerikan medya pazarına da el attı. Ülkenin en eski gazetelerinden biri olan New York Post’u alarak, Cumhuriyetçi Parti’nin en büyük destekçilerinden biri oldu. Fox Network’ün kurulmasıyla birlikte, Irak savaşını ve Bush yönetimini öven haberler yayınladı. Cumhuriyetçi Parti’nin potansiyel başkan adaylarını kendi şirketinin maaşlı çalışanları yaptı. Bu adaylar FoxNews’da çalışarak, hem partilerinin reklamlarını yaptı, hem de ceplerini doldurdu. Paul Krugman, 2010’da yazdığı bir yazıda Orson Welles’in yönettiği meşhur Yurttaş Kane filmindeki baş karakter Charles Foster Kane ile Murdoch arasında bir benzerlik kurar, ancak aralarında bir fark olduğunu ekler. Kane yüksek siyasi makamlara kendisi gelmeye çalışırken, filmin bu yeni versiyonunda, Murdoch, siyasetçileri maaşlı adamları haline getirerek iktidarı ele geçiriyordu. Cumhuriyetçi siyaset analisti David Frum’un işinden kovulmasına neden olan sözleri bu durumu iyi özetliyordu: “Eskiden Fox’un Cumhuriyetçiler için çalıştığını düşünürken, şimdi biz Cumhuriyetçiler Fox için çalıştığımızı farkediyoruz”.
Buradan nereye…
Telekulak skandalının ortaya çıkmasından sonra daha şeffaf bir medya beklemek saflık olur. Tam tersine bu olay, bambaşka bir uca evrilerek medyada sansürü destekleyenlerin işine yarayacak gibi. İngiltere’de iftira yasalarının daha katı olması gerektiğine dair çalışmalar sürerken, telekulak skandalının faturası yanlış bir refleksle ifade özgürlüğüne çıkarılacak gibi görülüyor.
Ancak bu skandalın hiç olmazsa bir yararı, yolsuzluğu, sadece taşrada, çeperde, sınırdaki kaçakçılıkta, üçüncü dünya ülkelerinin bürokrasisinde, Afrika ülkelerinin siyasetinde görenlerin gözlerini açma potansiyeli olabilir. Yolsuzluğun bir kişinin ihtiraslarının bedeli olarak okunması tam da kapitalizmin bizi inandırmaya çalıştığı noktadır. Batı’da, hem de devletin tam göbeğinde gerçekleşen bu skandalı, bireysel hikayelerin izdüşümüyle değil de, kapitalizmin kendi döngüsünü sağlarken, her seviyede ve alanda yolsuzluktan beslenmesinin nişanesi olarak değerlendirmek gerekir.