Barış Uzun
Türkiyeli Müslümanların resmî ideoloji ile devam eden bir hesaplaşması var. Kuruluşundan itibaren, Müslüman kitlelerin aklında ve kalbinde İslamî değerler yerine milliyetçi hurafelerle bezeli bir mitolojiyi cebren ikame ettirmeye çalışan Cumhuriyet’in çabasına karşı birikmiş haklı bir öfke söz konusu. Hem bu tarihsel sebep, hem de güncelde vesayet sistemi ile mücadele ve devam eden Ergenekon süreci vesilesiyle sıcak kalan rejim tartışmalar nedeniyle, son zamanlarda rejim, Kemalizm ve onun ana aygıtı olan ordu üzerine mütalaalar İslamî kesim içinde eskiye nazaran daha yoğun yapılıyor. Fakat ben bu yazıda daha başka ve mezkûr konuyla da ilintilendirilmesi gerektiğini düşündüğüm bir konuya eğileceğim.
Dünya Gıda Programı’nın 2009 yılında bildirdiğine göre, dünyada 1 milyarın üstünde aç mevcut. Bunun anlamı, maddî üretkenliğin, ileri teknolojinin sunduğu imkânlarla neredeyse kusursuzluğa doğru ilerlediği çağımızda, yoksulluk şöyle dursun, dünya nüfusunun altıda birinin açlıkla boğuştuğudur. Bu, aklın alabileceği bir çelişki değildir. En donanımsız zihinlerin dahi tespit edebileceği üzere, zenginlik ve bolluğun bütün ihtişamıyla bir kısım insanların hayatında tezahür edişinin, geri kalan kalabalıklarca gıpta ile izlendiği küresel uygarlığın üretememe gibi bir sıkıntısı yoktur. Peki, yeryüzünde küresel bir kıtlık da söz konusu değilken, bu manzaranın sebeb-i hikmeti nedir?
Kuşkusuz açlık sorunu manzaranın sadece bir kısmı. Açlık, vehameti açısından daha rahatsız edici olduğu için, konuya uygun bir girizgâh olduğunu düşündüm. Yoksa dram yüklü bir dil kullanmak niyetinde değilim. Gelgelelim, ne zaman açlık, yoksulluk, sefalet, sömürü gibi toplum vicdanını ilgilendiren konulardan bahis açılsa, bütün bunların kendinde anlam bulduğu bir anahtar kelime de ekseriyetle beraberinde zikredilir: Kapitalizm.
Peki, kapitalizm Müslümanlar için ne anlam ifade ediyor ya da bir anlam ifade ediyor mu? Ediyorsa, nedir? Yoksa kullanımı popülerleşen her kavramda olduğu gibi burada da bir anlam yitimi mi söz konusu? Kapitalizmin ilmî açıdan Müslümanlar için ne kadar tanımlanabilir olduğu mühim bir mesele. Kanaatimce Müslümanlar olarak ihtiyaçlarımızdan biri de, en az Kemalizm ve rejim tartışmalarına yönelik olduğu kadar kapitalizme yönelik de oturmuş bir perspektifimizin olmasıdır.
Kapitalizm: Dost mu, düşman mı?
Her geçen gün daha da karmaşıklaşan bir dünyada yaşıyoruz. İçinde yaşadığımız, parçası olduğumuz toplumsal-ekonomik gerçekliği tanımadan ayaklarımız yere basmayacaktır. Aksi, karanlıkta el yordamıyla yol bulmaya çalışmaktan farksız olur. Burada, artık küresel bir sistemi ifade eden kapitalizmi tafsilatıyla analiz etmek gibi bir teşebbüste bulunmayacak, yazının amacının oluşturduğu sınırlar dahilinde kalmaya özen göstererek makul bir çerçeve çizmeye çalışacağım.
Kapitalizm, bir sosyo-ekonomik sistem olarak, onu tanımlamamızı sağlayan temel özelliklerden müteşekkildir. Bunlardan ilki ve en spesifik olanı, üretim biçiminin niteliğini oluşturan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyettir. Sanayi devrimine kadar insan emeğinin ürününün artması, aletlerin mükemmeleşmesinden ziyade, emek sahibinin çaba ve becerisine bağlıydı. Örneğin, bir marangoz keskisini kullanmakta ne kadar mahirse, emek ürününün miktarı ve kalitesi de buna bağlı olarak çok ya da azdı. Sanayi devriminin üretici güçleri geliştirmesiyle beraber bu olgu makro düzeyde yok olmuştur. Kitlesel üretimin yapıldığı sanayi toplumunda, üretim aracı olarak makine, kendisinden faydalanılan değil, işleyişi onun temposunu denetleyen işçilerce tamamlanan ve kendisine yardımcı olunan dinamik bir varlıktır. Dolayısıyla, çekiç ya da balta gibi bir araç değildir.
Bu, mülkiyet ile emek arasındaki ilişkinin de koptuğu noktadır. Kapitalist çağda üretim araçlarının sahibi olan patron, üretim sürecinin katılımcısı değildir; üretim süreci ile münasebeti üretim araçları üzerindeki mülkiyetidir. Önceki çağların tersine, insan artık mülkiyetinde olan aracın kullanıcısı değildir. Aracın mülkiyeti başkasındadır ve üretim sürecine katılanın tek sahip olduğu emeğidir; emeğini belli bir ücret karşılığında satan insan, ürettiği maddî zenginlik üzerinde hiçbir hakka sahip değildir. Bu da bir başka ilişkinin kopuşudur: Üreten insan ile emeğinin ürünü arasında ilişkinin kopuşu. Kapitalist toplumda insan, emeğinin ürününe yabancılaşmıştır. Bu üretim biçimi ve sürecinin piyasa içindeki karşılığını arz-talep ilkesi oluşturur.
Üretilen metanın piyasadaki değişim değeri arz-talep ilkesi doğrultusunda belirlenir. Arz ve talepteki değişmelerin kaotik etkisinin hüküm sürdüğü piyasada, emeğin, değişim değerinde belirleyiciliği yoktur. Hal böyle olunca, örneğin 1 milyarın üstünde açın olduğunu bildiğimiz dünyamızda, arzın çokluğuna ya da talebin azlığına binaen kasa kasa denize dökülen domateslerden, tonlarcası çöpe atılan narenciyeden oluşan akıl dışı ve gayri vicdanî manzaralarla karşılaşabiliriz ve karşılaşıyoruz. Bu manzaralar, kapitalizmin sürekli krizlere gebe ve kaotik doğasına dair bize ipucu vermektedir. Antropolog Marshall Sahlins, Taş Devri Ekonomisi isimli çalışmasında şu soruyu sorar:
“Her şeyden önce bugün yaşadığımız dünyayı nasıl değerlendirmeliyiz? İnsanlığın üçte biri ila yarısı arasında değişen bir bölümünün her gece aç yattığı söyleniyor. Eski Taş Devri’nde bu oranın çok daha küçük olması gerekir. İçinde yaşadığımız çağ, daha önce benzeri görülmemiş bir açlık çağıdır. Çok büyük bir teknik güce eriştiğimiz bu çağda, açlık kurumsallaşmıştır.”
Aklımız ve vicdanımız bize şu soruyu sorduruyor: Teknik kapasitesi devasa boyutlarda gelişmiş ve gelişmekte olan insanlığın bolluk içinde yaşaması gerekmez miydi? Bu sebep-sonuç ilişkisinin tam tersi yönde gelişmesi, kapitalizmin bahsettiğimiz kaotik doğasının bize sunduğu neticedir.
Kapitalizm politika, coğrafya, kültür gibi öğelerle birlikte kısmî farklılaşmalar yaşasa da, küreselleşmiş bir sistem olarak her yerde anlattığımız değişmez temel özellikleri ile mevcuttur. Immanuel Wallerstein bu küresel sistemi, tek işbölümü tipi ve çoklu kültürel yapılardan oluşan tek bir birim olarak tanımlar. Tekelleşme olgusunun küresel çapı, serbest rekabeti geçmişe ait silik bir anı haline getirmiştir. Lenin, emperyalizmi küresel kapitalist hegemonyanın adı ve kapitalizmin en gelişmiş aşaması olarak tarif ettiği Emperyalizm kitabında şu çarpıcı ifadeleri kullanır:
“Küçük girişimcinin emeği üzerine kurulu özel mülkiyet, serbest rekabet, demokrasi; kapitalistlerin ve onların basınının, işçileri ve köylüleri aldatmakta kullandıkları tüm bu sloganlar çok eskilerde kalmıştır. Kapitalizm, dünya nüfusunun ezici çoğunluğunun, bir avuç ‘ileri’ ülke tarafından sömürgeci baskı altında tutulduğu ve malî açıdan kıskaca alındığı bir dünya sistemine dönüşmüştür.”
Bu küresel sistem, ülkeler bazında son derece belirgin bir hiyerarşi olarak karşımıza çıkmaktadır. Hiyerarşide merkez noktada bulunan ülkeler ekonomik olarak zengin, askerî açıdan güçlü ve sanayileşmenin doruk noktada olduğu ülkelerdir. Bu hiyerarşide altta bulunan ülkeler ise ekonomik olarak kırılgan, sanayileşmenin merkez ülkelere kıyasla az olduğu ve yine bu merkez ülkelere ham madde ihracatçısı konumundadır. Hiyerarşinin en altı ve ortası arasında zaman zaman geçişler yaşansa da, küresel sistemin ağabeyleri olan merkez ülkeler genelde sabit kalmaktadır. Ülkeler arası bu ast-üst ve bağımlılık ilişkisinin dışında, küresel sistemin bir özelliğini de finans piyasaları oluşturur. Finans piyasaları için kısaca, paranın meta üretiminden bağımsızlaşması olgusudur diyebiliriz. Lakin, bu çok muğlak ve soyut kalır. Finansal sistem kendi yapısından ziyade işlevleri üzerinden tanımlanabilir. Lenin, Emperyalizm kitabında finans sektörünün konumunu şöyle betimler:
“Kapitalizmin gelişmesi öyle bir noktaya varmıştır ki, meta üretimi hâlâ ‘egemen’ olmakla ve bütün ekonominin temeli olmayı sürdürmekle birlikte, gerçekte sarsılmıştır ve kârların büyük bölümü, finans alanında entrikalar çeviren ‘deha’lara düşmektedir. Bu entrikaların ve dalaverelerin temelinde üretimin toplumsallaşması yatar; ne var ki, insanlığın kaydettiği devasa ilerleme sonucunda ulaştığı toplumsallaşmadan yararlanan, spekülatörlerdir.”
Bu resim, tabiri caizse, yedi iklim dört bucakta egemenliğini tesis etmiş, insanlık namına en doğrudan çıktıları emek sömürüsü, yoksulluk ve kitlesel açlık gibi vahim olgular olan bir yağma ve talan imparatorluğudur. Pastanın yeniden bölüşümü, hiyerarşinin yeniden ve yeniden tesis edilişinin yansıması olarak, Müslüman halklar, sistemin savaş ve işgal gibi dolaylı sonuçlarını iliklerinde hissetmekte ve yaşamaktadır. Gelgelelim, bunlar kendi başlarına ve ayrı birer vehamet değil, küresel sistemin yapısal özelliğinin dolaylı sonuçlarıdır.
Müslüman’a düşen
İslam’dan sosyalizm mi, yoksa kapitalizm mi çıkar çizgisinde devam eden tartışmalara prim vermiyorum. İkisi de çıkmaz. Sadece şunu söyleyebiliriz: İslam illa ki bunlardan birisine yakın olacaksa, bu hiç kuşkusuz sosyalizm olur. Aksi onun mustazafların omuzunda yükselen tarihine ve ruhuna aykırıdır. Peygamber ve sahabelerin yaşadığı çağdan çok daha büyük ve toplumsal-ekonomik ilişkiler bakımından ziyadesiyle griftleşen, bambaşka bir dünyada yaşıyoruz.
İslam, Allah’ın dinidir. Bunun anlamı, mesajının tarihdışı ve evrensel olduğudur. Dolayısıyla, bu mesaj zamana ve mekâna göre aşınmaz. O halde, bu dünyayı ve onu oluşturan dinamikleri çözümlemek, hayatı Kur’ani perspektifte yeniden inşa etmek için bir gerekliliktir.
Her yerde aynı ekonomik ilişkileri tesis eden küresel zulmün bir parçası olmaya devam ettikten sonra, ülkelerdeki rejimlerin renginin ne olduğu tali bir meseledir. İster İslamî olsun, ister laik; bir ülke kapitalist zincirin iktisadî olarak parçası olmaya devam ettiği müddetçe, orada servetlerinin verdiği güç ve sistemin sunduğu imkânlarla kendi rabliklerini ilan etmiş müstekbirler ve modern bir put olarak para hakimdir. Üretim ilişkileri, tüketim biçimi ve maddî zenginliklerin dağılımında aynı ilkeler egemendir. Hal böyleyken, 21. yüzyılın dünyasında zenginliğe rol model olarak sahabeden hali vakti yerinde olanları örneklemek hem mevcudu kavrayamamaktır, hem de derinlerde gömülü olan mülk sevdasına meşruiyet yaratma arayışının bir ifadesidir.
Kapitalizmin aynı zamanda insan ruhunda da kökleri vardır; meselenin ahlakî-psikolojik bir boyutu da mevcuttur. Kur’an, insandaki bencillik, açgözlülük, hırs gibi menfi hasletlere yönelik vurgular ve uyarılarla doludur. Lakin bu vurgu ve uyarıları, kıssaları ve mesajları, toplumsal hayatın dinamizmi içinde, onun ritimleriyle beraber okumak gerekir. Pratiğini böyle kuran bir Müslüman, kapitalizm ile mücadeleye ilk önce kendi nefsinden başlar. Kendi nefsinde kapitalizmi yenmeye başlarsa, açlığı teknolojinin sunduğu imkânlara tezat oluşturacak biçimde tarihin hiçbir çağında görülmemiş şekilde kurumsallaştıran, insanları sistematik olarak yoksulluğa mahkûm eden, kaynakları israf eden, parayı adeta bir ilah olarak insan hayatında hakim kılan ve daha nice başka felaketin üreticisi olan küresel kapitalist sistemin bir şirk düzeni olduğunu mutlaka görecektir.
Vesselam.