Meltem Oral
Kapitalizmde kadının rolü, toplumsal yaşamdaki değişimlerle birlikte değişiyor. Ancak hâlâ kadınların “kadın” oldukları için ezildiği bir dünyada yaşıyoruz.
Kapitalizm geliştikçe, iş, aile, eğitim gibi hayatın her alanında yeni sömürü mekanizmaları oluşturdu. Cinsiyetçi baskılar bundan iki yüzyıl öncesinde olduğundan hayli farklı bir biçim alıyor. Diğer yandan, kadın kurtuluş mücadelesi de birçok değişim yaşadı. Taleplerin bir kısmı kazanıma dönüştü, bir kısmı kadın örgütlenmelerinin talepleri olmaktan çıkıp daha genel mücadelelerin talepleri haline geldi.
Türkiye’de de birçok kazanımdan söz edilebilir. Kadın mücadelesinin 1990’larda öne çıkan başlıkları, kreş hakkı, eşit işe eşit ücret, doğum izninin ücretli olması, sendikalarda kota uygulanması, pozitif ayrımcılığın tüzüksel madde olması ve kadın komisyonlarının kurulması, kadın sorunuyla ilgili eğitim toplantıları yapılması, işyerlerindeki tacizin teşhir edilmesi olarak özetlenebilir. Genel olarak cinsiyetçi yasaların kaldırılması ve sendikalar da dahil olmak üzere cinsiyetçi söylemin sorgulanması mücadelenin ana hattını oluşturuyordu. Bugün bunlara bir de kadın cinayetlerini ekleyelim.
Yasal önlemler yeterli mi?
Taleplerin bir kısmı kanun tasarısı olarak teklife sunulmayı bekliyor. Ceza Kanunu, Medenî Kanun, Belediye Kanunu ya da çeşitli Başbakanlık genelgelerinde kadın haklarının yasal güvence altına alınması konusunda gelişmelerin olduğu kabul edilebilir. Kadın Erkek Eşitliği Meclis Komisyonu’nun yayınladığı raporda1, kadına yönelik şiddet ve şiddet mağduru kadının korunmasıyla ilgili bugüne kadar var olan yasal düzenlemeler anlatılıyor ve şiddetin önüne geçmek, sorumluların üzerinde yaptırım uygulamak konusunda uygulamadaki yetersizlikler tespit ediliyor. Sorunun tespiti, sorunu çözmüyor tabii.
Hamile olduğunu bildiği karısını ya da partnerini çaresiz durumda terk edene2, cinsel dokunulmazlığı tehdit edene yönelik yaptırımlar3, kamu ve özel işyerlerinde kreş yükümlülüğü4, kadına yönelik cinsiyetçiliği ve ayrımcılığı teşvik eden radyo ve televizyon yayınlarına ilişkin kanun gibi sayısı artırılabilecek yasal düzenlemeler, sorunun sadece fiziksel şiddetle kısıtlanmayıp kadına yönelik ayrımcılık konusunda geniş bir kapsamda ele alındığını gösteriyor.
Ancak uygulamada işlerin böyle yürümediğini gündelik yaşamda görüyoruz. İstenildiği kadar “toplumsal yaşamda kadın erkek eşitliğinin sağlanması” konusunda Başbakanlık genelgeleri yayınlansın5, Başbakan her fırsatta kadın ve erkeğin eşit olamayacağını açıkladıkça genelgeler anlamsızlaşıyor, kadına yönelik ayrımcılık teşvik ediliyor. Eski kocası tarafından sokak ortasında bıçaklanarak öldürülen kadına ilişkin “münferit vaka” değerlendirmesini yapan zamanın Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan Aliye Kavaf’ın açıklaması “Kavaf’tır, ne yapsa yeridir” diyerek onu gaf rekortmeni ilan edip kenara çekilemeyecekkadar ciddî. Yasal düzenlemelere rağmen, mahkemenin artık evlilik bağı kalmadığı gerekçesiyle kadının koruma talebini reddetmesi pratikte bu işlerin hiç de göründüğü gibi olmadığına iyi bir örnek. Kaldı ki, talebinizin ciddiye alınmadığı mahkemelere gitmek ya da bu konuda çözüm üretmesini beklediğiniz herhangi bir resmî kuruluşa gitmek birçok kadın açısından çok radikal bir adım. Yüzlerce kadının kocası, sevgilisi, babası tarafından bıçaklanarak veya dövülerek öldürüldüğünü düşünürsek, şikâyetçi olmak için cesur da olmak gerekiyor.
Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü ve Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nün, Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet araştırmasına göre, Türkiye’de kadınların yüzde 39’u en az bir kez fiziksel şiddete, yüzde 15,3’ü cinsel şiddete maruz kalıyor. Cinsel şiddete maruz kaldığınıza dair şikâyetçi olduğunuzda her kurum tarafından beyanınızın inandırıcılığı sorgulanıyor. Dava açıldıysa, şiddete uğradığınıza dair Adli Tıp raporunu delil olarak sunmanız gerekiyor. Adli Tıp gibi bir devlet kurumunun bağımsızlığı ve Adli Tıp doktorlarının kişisel kanaatleri tartışılır.
Son değişikliklerle beraber “kadın”ın üzeri çizilip “aile ve sosyal hizmet bakanlığı” haline getirilen kurumun bu konuyu “sosyal hizmet projesi” olarak ele alacağını adından anlayabiliyoruz. Kadın cinayetleriyle ilgili her gün çıkan haberlerde genellikle devlet kurumlarının ihmalinin cinayette payı olduğunu, bu kurumların cinayetlerin failleri haline geldiklerini okuyoruz. Kadından sorumlu bir devlet bakanlığının olmaması “şimdiye kadar vardı da ne işe yarıyordu” denilebilecek bir sorun değil. Bakanlıkta yapılan bu değişiklik şimdiye kadar varolan eksikliği gideren, namus cinayetlerinden aile içi şiddete, tacize, evliliğe, esnek ve güvencesiz çalışmaya kadar kadını ezen pratiklere karşı bugüne kadar yapılanları bir basamak üste taşıyarak radikal politikalar geliştirecek bir değişiklik değil. Aksine, yeni “aile ve sosyal hizmet bakanlığı” dayatılan toplumsal cinsiyet rollerinin önümüze sürdüğü pratiklerde kadınların lehine bir politika geliştirecek kurumdan ziyade kadının varlığını ancak “aile” içinde kabul eden, kazanılmış hakları geriye götüren, evlilik ve aileyi yücelterek cinsiyetçi zihniyeti meşrulaştıran bir değişiklik.
Her şeye rağmen hukukî haklar için mücadele etmenin önemi büyük. Bu alandaki kazanımların gündelik yaşamda bir karşılığının olması ise cinsiyetçi zihniyetin kendisine karşı verilecek bir mücadeleyle mümkün.
Sendikada taciz olur mu?
Ailede, arkadaşlık çevrelerinde, hatta örgütlendiğimiz kurumlarda kadına yönelik ayrımcılık ve cinsel taciz gündelik yaşantımızın bir parçası. Peki, organik bir parçası olduğumuz alanlardaki tacizi anlamak mümkün mü? Gerçek niyetin taciz olmadığına ilişkin açıklamalarla, “sandığınız gibi değil, aslında taciz edeni de anlamak lazım” beyanlarıyla tam da hesaplaşılması gerekilen “taciz”i aklamış olmuyor muyuz? Empati kurmamız gereken tacizci midir?
Kapitalizm işçi sınıfını böler. Cinsiyete, dinî inanca, etnik kimliğe dayalı ayrımcı fikirleri hâkim kılar, üretim sürecinde yan yana gelen kitleleri ayrıştırmaya çalışır. “Egemen fikirler egemen sınıfın fikirleridir” ve egemenlerin bu fikirlerin pompalanması için sahip olduğu araçlar, işçi sınıfının birliğini parçalayan fikirlerden etkilenmeyi ve taşıyıcısı olmayı kolaylaştırır. Bu fikirlere karşı verilecek mücadele tutarlı olmalıdır.
Kendini sosyalist olarak tanımlayan örgüt ve bireyler de, emek örgütleri de bu fikirlerden etkilenmelerini engelleyecek bir fanusla çevrili değil maalesef. Ne örgütler “muhalif” oldukları için cinsiyetçi olamazlar gibi bir muafiyet var, ne de kadınlar örgütlü olduklarına göre cinsiyetçiliğe maruz kalmazlar gibi bir muafiyet. Örgütlü kadınlar “kurtulmuş” değildir. Fakat egemen fikirlerle hesaplaşmak konusunda daha büyük bir sorumluluğu omuzlamış bu kurumlardaki kadına yönelik ayrımcılık çoğu zaman üstü örtülen, hızla kapatılmaya çalışılan bir konu oluyor.
Geçen yıllarda Sine-Sen’deki taciz, gün yüzüne çıkan nadir olaylardan. Sendikanın tutumunun tacize uğradığı için dava açan kadını işten atmak olması ise o günlerde şaşılacak bir durumdu. Sonrasında ise KESK’teki taciz tartışmaları şaşırmak konusunda cimri davranmak gerektiğini öğreten bir ders oldu.
Türk-iş, DİSK ve KESK’in kadına yönelik ayrımcılığa ve cinsel tacize yönelik somut adımları var mı? Hatta en başta sendikalar kendi içlerinde kadın işçilerin sendikadaki rolü konusunda yeterli mi? Türk-iş’in yönetim, denetim ve disiplin kurullarında hiç kadın üye olmadığı gibi, bölge ve il temsilciliklerinde de kadın yönetici yok. Keza DİSK’in de yönetim, denetim, disiplin kurulları gibi organlarında hiçbir kadın yok, 28 kişiden oluşan başkanlar kurulunda ise bir tane kadın üye var. DİSK’in tüzüğünde yer alan konfederasyon görev ve yetkileri tanımlamasında kadın işçilerin de sorunlarının çözüme ulaştırılmasını sağlamak ve girişimlerde bulunmak ibaresi ve kadın işçi sorunları için uzmanlık dairesi kurulması hedefi iyi niyetli bir çaba olmakla beraber son derece yetersiz. Genel olarak “kadın sorunu”na duyarlı olunduğuna dair renk belli etme amaçlı soyut ibarelerden öteye geçmiyor.
Yıllardır sendikalı kadınların mücadelesi sayesinde, kadın sorunuyla ilgili verdiği mücadelede daha iyi bir profil çizen KESK’in yönetim organları son yaşanan tartışmaların ardından değişti. Önceki yönetim kurulunda sadece “kadın sekreterliği” kadın üyeden oluşuyordu. KESK tüzüğüne göre, aday olmaları halinde konfederasyonun yönetim, denetleme ve disiplin kurulu üyeliklerinin toplamında kadınların en az yüzde 30 oranında temsil hakkı vardır.
Son yaşanılan taciz tartışması yine davulun sesine aldanmamak gerektiğini gösterdi. KESK Genel Sekreteri’nin genel merkez çalışanı olan bir kadına cinsel tacizde bulunduğu şikâyetinin uzunca zaman önce yönetimin gündemine getirildiğini ve üstünün kapatılmaya çalışıldığını geçelim. Kadın Sekreterliği ve yönetim kurulunun, bu olayın gündeme gelmesini “Neden şimdi?” gibi sorularla, aslında tacizi siyasî bir komplo olarak yorumlayan açıklaması, tacize karşı verilecek mücadelenin ancak tutarlı olması koşuluyla kazanabileceğini gösterdi. Üstelik “kadının beyanını esas almadık” ilanı, KESK’li kadınların bugüne kadarki mücadelesine yapılan koca bir hakaret oldu.
Kadınların nitelikleri!
Yakın bir tarihte mecliste kadın kotasının ne kadar da gereksiz olduğunu sanki şimdiye kadar hiç söylenmemiş dahiyane bir fikri açıklıyormuş edasıyla yazan Akif Beki, mecliste kadın vekil varlığının (aslında yokluğunun) önemli olmadığını, esas dikkat edilmesi gereken şeyin kadınların nitelikleri olduğunu buyurmuştu. Kastettiği “nitelik” nedir? Mecliste çoğunluğu oluşturan yüzlerce erkek milletvekilinin “niteliği” konusunda bir sıkıntısı yok mu? Tüm dünyada uzun süreli mücadeleler sonucu kazanılmış hakların üstüne basıp bir de geçerken tüm öfkesini feminist hareketin üzerine kusması, meclis başta olmak üzere birçok resmî kurumdaki kadın temsili ve en sonunda ortadan kaldırılan bir “kadın” bakanlığı gerçekliğinde esas sorunun önüne perde çekmekten başka bir işe yaramıyor. Beki’nin bu saldırganlığına karşı sosyalist cenahta çıkan sesler oldukça cılızdı. Feministlere yönelik bir eleştiri olduğu için kimse üstüne vazife mi görmedi, bilinmez, ama kadın sorununa ilişkin mücadeleyi doğrudan ilgilendiren bu saldırganlığa cevap vermek sadece birkaç feministin omzuna yüklendi. Kendisini feminist, sosyalist feminist olarak tanımlamayan, feminizmi eleştiren sol, sosyalist, muhalif yapılar da ayrımlarına rağmen çok zaman feminist yapılarla müttefiktir, siyasî mücadelelerde çoğu zaman yan yana gelirler. Ayrım noktalarını tartışırken feministlere yönelik eleştiri düzeyleri “modası geçmiş boş klişeler” değildir. Yaşanan son örnekte, bu seviyesizlikteki eleştirilere karşı feminist hareket yalnız kaldı.
Kadına yönelik ayrımcılık karşısında aşılması gerekilen daha çok tartışma var. Ekseni, Aleksandra Kollontay’ın Ekim Devrimi’nin ardından dediği gibi, “Kadının, kadının kurtuluş mücadelesinde, erkeğin trajedisinin nesnesi olmaktan çıkıp kendi öz trajedisinin öznesi olma yolundaki çabası” hattında tutmak, bu tartışmalarda empati kurulması gerekenin koşulsuz olarak kadınlar olduğunu vurgulamak gerekir. Sistemin cinsiyetçiliğini eleştirirken, kendi alanlarımızın korunaklılığını, arınmışlığını da tartışmak gerek.
1 TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu, Kadına yönelik şiddetin engellenmesinde mevzuattaki ve uygulamadaki noksanlıkların tespitine ilişkin komisyon raporu.
2 TCK Madde 233- (2) Hamile olduğunu bildiği eşini veya sürekli birlikte yaşadığı ve kendisinden gebe kalmış bulunduğunu bildiği evli olmayan bir kadını çaresiz durumda terk eden kimseye, üç aydan bir yıla kadar hapis cezası verilir.
3 TCK Madde 106- (1) Bir başkasını, kendisinin veya yakınının hayatına, vücut veya cinsel dokunulmazlığına yönelik bir saldırı gerçekleştireceğinden bahisle tehdit eden kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
4 4857 sayılı İş Kanununun ilgili hükümleri gereği kamu ve özel iş yerlerinde kreş ve gündüz bakımevi yükümlülüğünün yerine getirilmesi sağlanacak ve denetlenecektir.
5 1.10. 2010/14 Sayılı Kadın İstihdamının Arttırılması ve Fırsat Eşitliğinin Sağlanması Konulu Başbakanlık Genelgesi