Sefa Kaplan
Mimarı Sinan, bestekârı Itri, şairi Şeyh Galip, meczubu Neyzen Tevfik olan İslam, çok değil 150-200 yıl içinde gecekondudan beter camilerin dini haline geldi. Yunus Emre’den Pir Sultan’a, Hacı Bayram’dan Hacı Bektaş’a tasavvufun zirvelerine omuz vermiş bir kültür nasıl oldu da sadece gösterişi öne çıkartan beş yıldızlı otel iftarlarına, “komşusu açken” lüks jiplerde hava atanlara mahkûm oldu?
Birkaç hafta önce yaptığımız bir Ankara yolculuğunda şahit olduk: ‘gecekondu camiler, cami benzeri ticarethaneler’ biraz daha mesafe almış görünüyor. Daha cami bile yapılmadan altına bir süpermarket açıp işletmeye kadar varmamıştı iş. Ama bu da oldu işte…
Mimarîde görünen
Batılılaşma’nın temel itici motifi olan sekülerleşme ile birlikte köylere itilen İslam, uzunca bir süre gözlerden uzak, bir çıkış yolu aradı kendisine. Bir bakıma buldu da. Bulunan çıkış yolu, köyde kaldığı zaman kimsenin gözüne batmıyordu ama 50’lerde kıpırdayan, 60’larda hızlanan, 70’erde ise belirgin bir görünürlük kazanan iç göçle birlikte kentlerin kıyılarında boy atıp filizlenmeye başladı. Aradan geçen zaman diliminde, kente ait bir nitelik taşıyan İslam, doğal beslenme kaynaklarından koptuğu için bu niteliğini yitirmiş ve tuhaf bir veçheye bürünmüştü. Bu tuhaflığın somut yansımaları ise müzik ve mimarîde gösterecekti kendisini.
Necip Fazıl, o ünlü Sakarya şiirinde, ‘Hani Yunus Emre ki kıyında geziyordu / Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu’ mısralarıyla somutlaştırmıştı durumu gerçi, ama artık sözünü ettiği kubbelerin yerinde yeller esiyordu. Geleneksel bağlarından koptuğu için kendisini ziyadesiyle ‘azâde / özgür’ hisseden Müslümanların karşısında, yarışmak ve geçmek için can attıkları bir Ayasofya yoktu artık. Onların daha gündelik, daha pratik, daha pragmatik dertleri vardı yalnızca. Cami yahut mescit görünümü altında yapılan herhangi bir şey, belediye zabıtalarının gecekondu bölgesindeki evlerini yıkmasını engelliyordu mesela. Ne da olsa, cami ya da mescit yıkmanın ‘günah’ kabul edildiği bir kültürel algı söz konusuydu. Olgu ise cami veya mescidin hakiki anlamını temelden örseliyordu, ama artık o kadar da olacaktı. Kentleşip modernleşiyorduk çünkü…
Soba borusundan minare
Cami / mescitin bu yeni işlevi keşfedildikten sonra, pıtrak gibi gecekondu ibadethaneler kaplamaya başladı dört bir tarafı. Fatih Camii’ni veya Süleymaniye’yi gören, onları gördüğü için Sultanahmet veya Ayasofya’yı da gören ören yerlerinden İstanbul’un, sözünü ettiğimiz binalar fışkıracaktı. Benzer bir dalga, şaşırtıcı olmayan bir hızla Anadolu’ya da yayılacaktı elbette. Söz gelişi, Ankara-İstanbul karayolunun iki tarafında bol bol örnekleri görülüyordu bu yeni ‘mimari’nin. İş, soba borusundan minare, varilden minare ayağı yapma aşamasına kadar gelecekti kısa sürede.
Yapılanların temel özelliği, en ufak bir estetik kaygı taşımamalarıydı. Evet, örnek almak istense örnek alınabilecek mimarî şaheserler vardı, ancak böyle bir niyet de, amaç da mevcut değildi. Pratik olmak ve sorunu kısa sürede çözmek gerekiyordu. Öyle estetikle kaybedilecek vakit kimsenin işine gelmiyordu ayrıca.
Yine de, gecekondu cami / mescitlerin tam anlamıyla birer ticarethaneye dönüşmesi için biraz daha beklemek gerekecekti. Önceleri, hafif tertip utangaç nazarlarla cami / mescit tuvaletleri paralı hale getirildi. Eh, bunun da bir mantığı bulunabilirdi eğer aranırsa: Temizlik filan gerekiyordu ve bunun için orada birisinin durup üç beş kuruş kazanması anlaşılabilir bir şeydi. Ne var ki, kazın ayağının hiç de öyle olmadığı çok geçmeden ortaya çıkacaktı. ‘Temizlik imandandır’ diyen bir dinin en görünür yerlerinden biri olan cami / mescitlerin tuvaletleri içine girilir gibi değildi. Oradaki görevli, para kazanmanın heyecanı içinde bu işlerle zerre kadar ilgilenmiyor, parası olmayıp da abdest almak isteyenleri içeri bile sokmuyordu çoğu zaman.
Bu zihniyet kısa sürede başta selâtin camileri olmak üzere kentin eline yüzüne bakılır, estetik açıdan bir mücevhere benzeyen diğer ibadethanelere de sirayet edecekti. Artık bir cami tuvaleti ticareti söz konusuydu ve bunun için büyük pazarlıklar yapılıyor, kimi zaman kıran kırana mücadeleye giriliyordu. Cami Yaptırma ve Yaşatma derneklerinin ilk işi, cami tuvaletini ihaleye çıkartmaktı artık. Gerisinin önemi yoktu, gelir gelsin de nereden gelirse gelsindi. Tanpınar’ın Üsküdar meydanını bütünlediğini söylediği Valide Sultan’la MihrimahSultan’ın veya bir Sinan yüzüktaşı olan Şemsi Paşa’nın tuvaletine giren var mı acaba son zamanlarda?
Kocatepe’de süpermarket
Tek katlı ve bahçeli gecekonduların üç-beş katlı apartmanlara dönüşmesine paralel bir biçimde, cami / mescitler de birkaç katlı binalara dönüşüyordu artık. Apartmanların giriş katlarını bakkal, kasap, manav, elektrikçi, terzi gibi esnafa kiraya verenler; camilerin / mescitlerin giriş katlarının da aynı amaçla kullanılabileceğini akıl etti hemen. İnanılmaz bir süratle her caminin altında muhtelif dükkânlar boy gösterir oldu.
Yine de önceleri, belli bir hassasiyetle davranılıyor, söz gelişi, dini kitaplar satan kimi dükkânların yanında, dindar insanların çalışabileceği küçük işletmelere izin veriliyordu. Bir süre sonra bu hassasiyetten de eser kalmayacaktı ne yazık ki. Kim daha çok para veriyorsa, ihale onda kalıyordu modern devrin modern şartları icabınca. Bir başka ifadeyle, ‘parayı veren çalıyordu düdüğü,’ düdük çalınan yerin kutsal bir mekân olması çok da mühim değildi artık. Türkiye Diyanet Vakfı’nın, ‘hem estetik, hem de büyüklük açısından Cumhuriyet döneminin ilk ve en önemli camii’ sloganıyla lanse ettiği Kocatepe Camii’nin altına inanılmaz bir süpermarketin açılması ise tek tük itirazları bile bir çırpıda susturacak bir kesinliğe sahipti: Diyanet’ten iyi mi bilecekti Mimar Sinan?
“Dünyanın en zarif mabedlerini inşa edebilmiş bir toplumun, dinî mimarîde taş devrine dönmesi başka türlü nasıl izah edilebilir ki?” diye soracak ve şöyle devam edecekti Ahmet Turan Alkan: “Yeni semtlerde mahallî imkânlarla kotarılan yeni cami inşaatları hızla yükseldi. Bu binalar İslam mimarlığının yüzlerce yıllık tecrübesinden tamamen mahrum, adeta zaruretlerin ve görgüsüzlüğün dinî mimarlığa yansımasını temsil eden garip ve çirkin örneklerdi. Bugün dini müziğin arabesk versiyonu kendi ‘Top 10‘larını, kendi starlarını ve piyasasını tesis etti, medyalarını kurdu. Beğenmesek de kendine mahsus bir sanat seviyesi oluşturdu ve bu kötü ürünlerin tamamını ‘İslami bilmem ne’ etiketiyle pazarladı, pazarlıyor. Berbat ve dayanılmaz bir sembolizmin ürünleri çarşıyı, pazarı istila etti. Deforme edilmiş hat levhalarının gümüş kaplamalı kabartmalı numuneleri matah bir şeymiş gibi beğeniliyor, satılıyor.”
Bastırılmışın geri dönüşü
Nurdan Gürbilek haklıydı, ‘bastırılmışın geri dönüşü’ böyle bir şeydi işte. Yıllarca köylerde tutulan İslam da sistemin nimetlerini fırsat bilip kente koşunca böyle bir şeye dönüşmüştü işte. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Beş Şehir’inden yola çıkarak ‘Altıncı Şehir’ adını verdiği kitabında Sivas’ı anlatan Ahmet Turan Alkan, ‘taş devri’ olarak nitelendiriyordu İslam adına yapılan cami ve mescitlerin kazandığı yeni görünürlük durumunu. Haksız da sayılmazdı, çünkü meselenin temelinde ‘kentli’ bir dinin ‘köylüleştirilmesi’ vardı: “Köylülük, neticesi şehir değerleriyle yüzleşmek ve onu temessül etmekle nihayetlenen sosyolojik bir istasyondur. İslam, tarihî, iktisadî ve psikolojik meseleler yanında XX. yüzyıl içinde ilaveten bir de köylülük meselesiyle göğüsleşmek lüzumu ile karşı karşıya kaldı ve bu karşılaşmayı mühim oranda kaybetmiş görünüyor. Köylülük hali ile yüzleşmekte geciken İslam toplumları, muasır dünyada ‘geri’ görünmekten kurtulamıyor.”
Prof. Hüsrev Hatemi ise Diyanet’in Kocatepe Camii örneğine tam ters bir noktadan yaklaşıyor ve Tek Parti döneminde yapılan yegâne ibadethane olan Şişli Camii’ne çekiyordu dikkatleri:
“1940’lı yıllarda, yani İnönü devrinde Şişli Camii inşaatına maddî katkı yapanlar arasında önemli miktarda asker, tüccar, esnaf vardı. Cami, küçük fakat estetik inşa edildi. Yazıları ‘bu kadarı yeter’ denerek bir imama değil, Hattat Hamid‘e yazdırıldı. Şimdi İnönü devrinde değiliz, fakat, ‘Taksim’e cami gerektir‘ diye nutuk atanlar, Taksim’deki teneke minareyi ıslah etmeyi hiç düşünmüyorlar. İnönü devrinde yapılan Şişli Camii’nin hiçbir yerinde, ‘Kâr getirir aslan yeğenim’ düşüncesiyle yapılmış bir dükkân yok. Fakat 1970’lerde, genellikle camilerin giriş katı dükkânlarla dolduruluyor, ikinci katına ise zevksiz, derme çatma bir cami konduruluyordu.”
Halılar ve hatlar
Bu bir süreçti ve henüz nihayete ermemişti. Bu nedenle daha vahimi de vardı elbette. Camilerdeki el emeği göz nuru halılar, makine halılarıyla değiştiriliyordu söz gelişi. O güzelim hatların yer aldığı duvarların üzerine, cemaat sıcak havalarda terlemesin diye son model klimalar yerleştiriliyordu. Birbirinden kıymetli çiniler, üzerine çivi çakılırken parçalanıyor, çirkin çivilere de aynı çirkinlikte saatler veya takvimler asılıyordu artık. İnanılmaz, katlanılmaz ve dayanılmaz olan ise cemaatten buna itiraz edenlerin çıkmaması, çıksa bile sesini duyuramamasıydı.
Peki bütün bunlar, İslam’ın yeniden kentli bir nitelik kazanmasıyla rayına oturabilir miydi acaba? Belki de. ‘Modern Cami’ gibi tuhaf bir tanımlamayla da olsa yeni yeni ortaya çıkan kimi örnekler, söz gelişi Karacaahmet’teki Şakirin Camii, belki de perdeyi aralayacaktı. O perdenin arkasından tepeden tırnağa sekülerleşen Müslümanlar yerine, iğneden ipliğe sekülerken İslam kültürüne ilgi duyan insanların çıkması ise hiç de şaşırtıcı olmayacaktı herhalde…