Roni Margulies
Dünyada en çok Müslüman’ın yaşadığı ülke olan Endonezya’da, Komünist Partisi 1960’lı yılların ilk yarısında Sovyetler Birliği dışında dünyanın en büyük komünist partisiydi. General Suharto önderliğindeki silahlı kuvvetler 1965 yılında partiyi imha ettiğinde yaklaşık 500.000 komünistin katledildiği tahmin ediliyor. Gerçek rakamın 2 milyona yakın olduğunu iddia edenler de var.
Böylesine kitlesel bir komünist partinin bulunduğu Endonezya’nın nüfusu 238 milyon. Nüfusun %86’sı Müslüman.
Hasan Raid, 1965 katliamından kurtulan bir komünist. On yıl önce yazdığı Bir Komünistin Mücadeleleri adlı anılarında şöyle der:
“Bir halk veya bir sınıf, mücadele etmediği, direnmediği, kendisini ezenlerin uyguladığı baskıyı reddetmediği sürece ezilmeye devam edecektir. Sınıf mücadelesinin özü budur. Bu mücadele, Ra’d Sûresi’nin 11. ayeti ile uyumludur: ‘Bir toplum kendinde olan durumu değiştirmedikçe, hiç şüphe yok ki, Allah da o toplumda olan hali değiştirmez.’ Bu ayet, dönemin toplumsal koşullarına hitap eder. O dönemde toplum asillerle kölelerden, efendilerle uşaklardan oluşuyordu. Allah bu ayetle, sınıflar ve kabileler arasında derin bir bölünmenin mevcut olduğu toplumun tevhid düzeyine erişmemiş olduğunu belirtiyor. Müslüman ümmetinin görevi, tevhid düzeyine ulaşmış bir toplum, birleşik bir ümmet yaratmaktır… Komünist Partisi, birleşik bir ümmet, gerçek bir tevhid toplumu, başka bir ifadeyle söylersek, sınıfsız bir toplum yaratmak amacıyla sınıf mücadelesi çağrısında bulunur. Tevhid toplumu, her tür ayrımcılığı reddeden toplumdur; ister ırksal, etnik veya aile bağları temelinde, ister zenginlik ve güç temelinde olsun, tüm ayrımcılığı reddeder. Tüm insanları eşit olarak görür… Sosyalizm ise, sınıfsız toplum, tevhid toplumu veya komünist toplum yolunda bir aşamadır. Açık ki, Endonezya Komünist Partisi’nin hedefi, Müslüman inancının yolundan.. farklı değildir.”
Raid, bu yazdıklarını başka ayetlerden alıntılar yaparak destekler. Bakara Sûresi’nin 188. ayetinden (“Birbirinizin mallarını haksız şekilde yiyip tüketmeyin ve başkalarına ait meşru mallardan hiçbirini bilerek haksızlıkla tüketmek için hukukî hilelere başvurmayın”) ve Hümeze Sûresi’nden (“Vay haline o kişinin ki, serveti biriktirir ve onu bir kalkan sayar, zanneder ki serveti onu sonsuza dek yaşatacak! Hayır, aksine, öteki dünyada çökerten bir azaba terk edilecektir o!”) alıntı yapar, “servet biriktirenleri” ve “haksız şekilde yiyip tüketenleri” kapitalistler olarak tanımlar.
Ve hatta kantarın topuzunu kaçırır, En’âm Sûresi’nin 145. ayetinde “akan kan” yemek yasaklanmışken, işçilerin kanını emen kapitalistlerin bu yasağı ihlal ettiğini anlatır!
“Ezilenlerin hareketi”
Raid’in sosyalizm ile İslam arasında kurduğu paralelliğin abartılı olduğunu, ülkesinin Müslüman çoğunluğunu kandırmaya çalıştığını zannedenler, Engels’in “Erken Hıristiyanlığın Tarihi Hakkında” makalesini gözden kaçırmış olabilir.
Şöyle yazar Engels:
“Erken Hıristiyanlığın tarihinin modern işçi sınıfı hareketiyle dikkate değer benzerlik noktaları vardır. İşçi sınıfı hareketi gibi, Hıristiyanlık da başlangıcında ezilenlerin hareketiydi; ilk olarak kölelerin ve özgürlüğünü kazanmış kölelerin, tüm haklarından mahrum edilmiş yoksulların, Roma’nın işgal ettiği veya dağıttığı halkların diniydi. Hem Hıristiyanlık hem işçi sınıfı sosyalizmi gelecekte tutsaklıktan ve sefaletten kurtuluş vaad eder. Hıristiyanlık bu kurtuluşu cennete, ölümden sonra bir başka yaşama yerleştirir; sosyalizm ise aynı kurtuluşu bu dünyaya, toplumun dönüştürülmesine oturtur. Her ikisine de baskı uygulanmış ve zulmedilmiş, taraftarları hor görülmüş ve Hıristiyanlar insanlık düşmanı olarak, sosyalistler ise devlet düşmanı, dinin, ailenin, toplumsal düzenin düşmanı olarak özel yasalara tâbi tutulmuştur. Ve tüm bu baskılara karşın, hatta baskıların sonucunda daha da kararlı bir hale gelerek, zaferler kazanırlar, engellenemez bir şekilde ilerlerler.”
(Engels’in anlattıklarını gözden kaçıranların kaçırmış olması doğaldır, çünkü Sol Yayınları’nın bu makaleyi içeren Din Üzerine kitabında yukarıdaki bölümün ikinci, üçüncü ve dördüncü cümleleri yoktur! Yani Engels’in erken Hıristiyanlığı “ezilenlerin hareketi” olarak tanımladığı cümle çevirmenin dikkatinden kaçmış ve Türk okurlarından gizlenmiştir! Dahası, kitapta makalenin adı “Erken Hıristiyanlık” değil, “İlkel Hıristiyanlık” olarak çevrilmiştir! Almanca aslında “früh”, İngilizce çevirisinde “early”. Nasıl “ilkel” oluyor bu? Umarım birgün birisi koca bir kuşağı “Marksizm” ile tanıştıran Sol Yayınları’nın bütün kitaplarını ince ince gözden geçirir, tüm tahrifatı belgeler, Muzaffer Erdost Yoldaş’a bir madalya verir.)
Kudüs’ü inşa edeceğiz
Sadece “erken” Hıristiyanlık veya “erken” İslam mı? Değil elbet; tarih boyunca, içinde yaşadığı toplumun eşitsizliğine, adaletsizliğine karşı isyan eden ve hem isyanını dinî bir temelde dillendiren, hem özlediği toplum düzenini dinî kavramlarla düşünen ve meşrulaştıran kişi ve kitleler olmuştur.
William Blake’in 1804’te yazdığı ve Charles Parry’nin 1916’da bestelediği Jerusalem (Kudüs) şiiri bugün İngiltere’nin gayrıresmî millî marşı gibidir:
Uyuyakalmayacak elimde kılıcım,
Ve zihinsel kavgam hiç bitmeyecek
İngiltere’nin yeşil ve güzel toprağında
Kudüs’ü inşa ettiğimiz güne dek.
Şiir, Hıristiyan imgelerle doludur; İsa’nın İngiltere’yi ziyaret etmiş olduğu efsanesinden yola çıkılarak yazılmıştır. İnşa edilecek “daha güzel” İngiltere, tüm dinler gibi Hıristiyanlığın da kutsal simgelerinden olan Kudüs ile ilişkilendirilmiştir.
Şiirin ilk kıtasında, İsa İngiltere’ye geldiğinde “Kudüs burada, bu karanlık şeytanî fabrikaların arasında mı inşa edilmişti?” diye sorar Blake. “Karanlık şeytanî fabrikalar” ifadesi gündelik İngilizce’ye girmiştir. Kapitalizmin köylülüğü toprağından koparıp ücretli emekçi olarak fabrikalara tıktığı, korkunç koşullarda karın tokluğunu bile sağlamadan çalıştırdığı yıllar.
“Kapitalist” kelimesi henüz dile girmemiş bile olabilir, ama Blake’in “zihinsel kavgasını” kime karşı verdiği, “uyuyakalmayacak olan kılıcını” kime karşı tokuşturmak istediği bellidir. Kudüs’ü, yani adalet ve eşitlik dünyasını inşa etmek için kimleri kılıçtan geçirmek istediği bellidir. Ve hem inşa etmek istediği dünyayı, hem bu dünya için verdiği mücadeleyi tümüyle Hıristiyan bir dille, dinî imgelerle ifade eder. İnançlı bir Hıristiyandır, başka türlü ifade etmesi mümkün değildir. Erken bir Hıristiyan değil: İsa’dan 1804 yıl sonra yazmıştır ünlü şiirini!
Cennet ve Cehennem
Blake bize uzak gelebilir. Oysa uzağa gitmeye gerek yok. Osmanlı topraklarında, merkezî devlete, adaletsizliğe, vergi yüküne karşı tarih boyunca tüm halk ayaklanmaları İslamî bir bayrağın çevresinde örgütlenmiştir: Celalî ayaklanmalarından Şeyh Bedreddin’e ve hatta 20. yüzyılda Şeyh Sait isyanına kadar.
Bunda şaşılacak hiçbir şey yoktur. Bütün büyük ve kitlesel dinler, Engels’in dediği gibi, “gelecekte tutsaklıktan ve sefaletten kurtuluş vaad eder”, insanlığın en temel özlemlerini dile getirir. Başka türlü kitleselleşmeleri mümkün olamazdı zaten.
Nedir bu temel özlemler? İnsanca bir yaşam, adalet, eşitlik, refah ve huzur. (Bir de ölümsüzlük var, ama konumuzun dışında kalıyor o). Sınıflı toplumların ortaya çıkmasından beri insanlık aynı sorunlarla cebelleşiyor, aynı özlemler uğruna mücadele ediyor. Ama kralların, mülk sahiplerinin, din adamlarının ve bunlara bağlı silahlı güçlerin izin vermediği bu özlemleri hayata geçirmek mümkün olmuyor.
Bütün dinler insanca yaşayacağımız, eşit ve ölümsüz olacağımız adil bir “öbür dünya” tarif eder. Özlemlerimizin gerçekleştiği, kralların, mülk sahiplerinin, zenginlerin ve silahlı adamların giremeyeceği bir dünyadır o.
Ve bütün dinler ölüp o dünyaya gittiğimiz güne kadar bu dünyada birbirimize nasıl davranmamız gerektiğini anlatır; adil ve dayanışmacı davranmazsak, birbirimizi sevmezsek öbür dünyada cezalandırılacağımızı söyler. İslam’da “Komşusu açken tok yatan bizden değildir”. Hıristiyanlık’ta “Zengin kişinin Cennet’e girme ihtimali bir devenin iğne deliğinden geçme ihtimalinden daha düşüktür”. Bu sözler tarihteki tüm yoksulların, tüm açların, yani insanlığın büyük çoğunluğunun haykırışıdır: “Bugün kralımsın, ağamsın, patronumsun, ama yarın ben Cennet’e gideceğim, sen Cehennem’de cayır cayır yanacaksın!”
Bu nedenledir ki, tarihteki bütün yoksul ayaklanmalarının dinî bir yanı da olmuştur, yöneticilerin adil olması, kutsal kitaba uygun davranması talep edilmiştir. Tesadüf olmasa gerek: yoksullar dinin eşitlikçi yanlarını vurgular, zenginler o yanlarını görmezden gelir!
Din ve sosyalizm
Bütün bunlar din ile sosyalizmin aynı şey olduğu anlamına gelmiyor elbet. Öyle olsaydı, dinler sosyalizmden çok daha eski olduğuna göre, sosyalizme gerek kalmazdı. Oysa, var.
Şu nedenle var. Bütün dinler, yoksulluğa ve eşitsizliğe karşı, gelir dağılımını düzeltici önlemler önerir. Örneğin İslam, aslen zekât yoluyla zenginden yoksula servet aktarılarak eşitliğin sağlanmasını amaçlar. Türkiye’nin en saygın ilahiyatçılarından Hayrettin Karaman bunu şöyle ifade ediyor:
“İslam insanların mal ve servet bakımından eşit olmalarını hedeflemiyor; mutlaka.. zenginler ve zengin olmayanlar bulunacaktır.. Ancak bütün bunların meşru ve helal olabilmesi için bir temel şart toplum içinde temel ihtiyaçlarını karşılayamamış, bu yüzden normal bir hayat sürdüremeyen, ihtiyaç içinde kıvranan, ıztırap çeken, mahrumiyet yaşayan bir tek şahsın bulunmamasıdır.. Allah zekâtı farz kılmış, sermayemizin, servetimizin kırkta birini yoksullara veriyoruz.. Birçok ayet ve hadis, zekât yetmediğinde muhtaçların ihtiyaçlarını karşılayacak kadar bir miktar malın daha –elinde fazlası olanlardan– alınacağına delalet etmektedir.. Makul ve işe yarar olan uygulama, yoksullukla mücadelede devlet ile sivil toplumun işbirliği yapmaları, yardımı olabildiğince geniş tabana yaymaları ve gerekli dengeyi bozmadan toplum içinde bir tek muhtacın kalmamasını sağlamalarıdır.”
Bunun ve benzer dinî çözümlerin sosyalizmin önerdiği çözümden farkı, eşitsizliğin nedenleriyle ilgilenmemesi, sadece sonuçlarını yılda bir düzeltmekle yetinmesi. Sosyalizm ise, sınıflı toplumların kaçınılmaz olarak eşitsizlik ürettiğini anlatır, nasıl ürettiğini gösterir, sorunu kaynağından çözmek için farklı bir toplum düzeni önerir.
Dahası, dinî çözüm, son tahlilde zenginlerin dindar olması, dinini gereğince uygulaması, erdemli olmasına bağlıdır. Zekât ödemeyi reddeden zengine yapılacak bir şey yoktur. Öbür dünyada cezasını çekecektir belki, ama bu dünyada sefa sürmeye devam edecektir. Tevekkeli değil, zenginler arasında dindarlık yoksullar arasında olduğundan azdır!
Ve dahası, tüm zenginler dinin gerektirdiği yardımları tümüyle yapsa, “ihtiyaç içinde kıvranan, ıztırap çeken, mahrumiyet yaşayan” kimse kalmasa, hemen ertesi gün zenginler yine sefa sürecek, yoksullar yine fabrika ve tarlalarda ter dökecektir; “zenginler ve zengin olmayanlar bulunacaktır”, zenginin oğlu yine zengin doğacak, yoksulun oğlu yine yoksul doğacak, adaletsizlik sürecektir. Sorunu yaratan toplumsal/ekonomik düzen değişmemiştir çünkü. Tüm dinler eşitsizliğe/adaletsizliğe karşı çıkar, ama hiçbiri toplumsal/ekonomik düzeni değişmeyi önermez. Dolayısıyla, eşitsizliğe/adaletsizliğe köklü ve kalıcı bir çözüm önermekte yetersiz kalır.
Yetersiz kalır, ama öte yandan dini ve dindarlığı “gericilik” olarak görmek Kemalizm’e ve ondan etkilenen Türk soluna aittir, Marksizm’e değil. Herkes için insanca bir yaşam, adalet, eşitlik ve refah mücadelesinde sosyalistlerle dindar insanların ayrı durması için hiçbir neden yoktur. Daha iyi bir dünya için mücadele eden bir Müslüman, belli ki zekât ile yetinmemekte, Cennet’e girmek için ölmeyi beklemek istememekte, tutsaklıktan ve sefalettenbu dünyada kurtulmayı amaçlamaktadır. Varsın, Marx’ın Ücretli Emek ve Sermaye broşürünü okumamış olsun. Onu da Kudüs’ü inşa ettikten sonra tartışırız.