Ayşin Altun
Câdûların elinde etme beste
Öldür beni koyma böyle haste
Şeyh Galip
Küçücüktük ve dünyayı öğrenmeye çalışıyorduk. Neydi bu dünya? Nasıl yaşardı insanlar? Sorular sorduk, masallar dinledik. Masallardan öğrenirdik ağaçları, ismini hiç duymadığımız hayvanları, iyiliği, kötülüğü, dostluğu, düşmanlığı. Kocaman ormanları, ormanda yaşayan tavşanları, kurtları, kuzuları hep masallarda tanıdık. Hiç sorgulamadan yıllarca dinledik anlatılanları.
Masal Mekânında Kadın Olmak kitabında Evrim Ölçer Özünal masalların gelenekleri ve kültürü yansıttığını, ama yansıtmakla kalmadığını, aynı zamanda biçimlendirdiğini ve yeniden yarattığını söylüyor.
Nasıl açıklıyor bu tezini? Kültürümüzde kadının konumu, toplumsal olarak ona yüklenen rol ve görevler ile masallarda kadına verilen rol arasındaki ilişkiyi göstererek açıklıyor. Özünel, masallardaki mekânları kadınlar açısından incelerken üç ana mekân tespit ediyor: Ev içi, pencere ve ev dışı. Kadının bu mekânlarla ilişkisi, toplumsal rolünü yansıtıyor. Ev, kadının ‘ailenin sürekliliğini sağlama’ rolünü, pencere, kızın yine ‘aile kurma ve o ailenin sürekliliğini sağlama’ rolüne doğru adım atışını simgeliyor. (Masallarda pencereden sevgiliye kavuşan kız imgesi, Rapunzel gibi, Pamuk Prenses gibi). Ev dışı ise kamusal alan. Burada kadın erkeğin alanına girmiştir ve onun kurallarına uymak zorundadır. Erkeğin alanına girmeyenler de, kurallara uymayanlar da Lilith’in kadınlarıdır, cadılardır.
Efsaneye göre Lilith, Âdem ile aynı zamanda ve aynı anda yaratıldıklarından Âdemin kendisine eşit olduğu görüşündedir, bu sebeple de Âdem’e tabi olmayı şiddetle reddeder, Tanrı’ya asi olur ve cennetten uzaklaştırılır. Bundan sonra Tanrı Âdem’ in kaburga kemiğinden Havva’yı yaratır. Havva sonuçta erkeğinin bir parçasından yaratıldığı için ona tabi olur.
Âdem ile Havva ilk günahı işleyip cennetten kovulduktan sonra çocukları olur, Lilith bunu kıskanır ve bundan sonra Âdemoğullarından doğacak her bebeği öldürmeye yemin eder.
İnanışa göre kötü bir ifrit haline gelen Lilith gece hava karardıktan sonra yeni doğum yapmış kadınların evlerine girerek lohusa bebeklerini boğmaktadır. Çeşitli inanışlarda yeni doğum yapmış kadınlar (lohusalar) yalnız bırakılmaz.
Gelelim cadılara
Farsça ‘câdû’dan geliyor. Çoğunlukla kötülük yapmakla belirgin çirkin kadın tipi olarak yerleşmiş bir algı mevcut. Fakat kökeninde ise sihirli güçleri kullanarak mevsimlerin dönüşümünü sağlayan ve gerçekliğin algısını bükebilen şifacılara antik ‘wic’ (yani söğüt dalı, kırılmadan bükülebilen dal) sözcüğü ve bundan türetilen ‘wicca’ var. İngilizce ‘witch’ sözcüğü de buradan gelir.
Ortaçağda kamusal ritüeller ve tıp bilimi güçlü erkekler tarafından devralınırken güçlü kadınlar şeytanlaştırılmış, ‘cadı’ sözcüğü siyasî nedenlerle çarpıtılıp şimdiki kötü anlamını kazanmıştır. Çok eskiden yaşlı ya da genç şifacılara verilen ad, kökeni akıl ve bilgiyi temsil etmesine rağmen kapitalist üretim tarzına dayalı yeni bir dünya ekonomisi ortaya çıktığında kötücül anlamını kazanıyor. Bu dönemde yükselen burjuvazi “Yeni Dünya”lara doğru genişlerken eski dünyada yoksullaşma, savaşlar, salgınlar ve karmaşa hüküm sürüyordu. Maria Mies’in tespitine göre, yoksullaşan köylü ve zanaatkâr kadınlar dansçı, hokkabaz, şarkıcı ya da fahişe olarak hayatını kazanmaya başladı. Başlangıçta bu kadınlar aşağılanmıyordu. Birçok kentte fahişelerin kendi örgütlenmeleri, hatta koruyucu azizeleri vardı: Azize Magdelena.
Avrupa’yı 12. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar kasıp kavuran cadı avları, köylü olsun zanaatkâr olsun, ekonomik ve cinsel bağımsızlıklarıyla yeni oluşan burjuva düzenine tehdit sayılan kadınları denetlemek ve boyun eğdirmek için kullanılan mekanizmalardan biriydi. Cadılık suçlamasıyla karşılaşan bir kadın bunu inkâr ettiğinde işkence görüp sonunda yakılıyordu.
Ancak cadı yargılamaları inceden inceye hesaplanmış bir yasal süreç izliyordu. Bir kadın cadılıkla suçlandığında bir komisyon kanıt toplamak için bölgeye geliyordu. Her şey kanıt sayılabiliyordu: iyi hava, kötü hava, kadının çalışkanlığı, tembelliği, hastalıklar ya da şifa…
Üretim araçlarının değişmesi, sistemin rolleri biçmesiyle şifacı kadınlar ‘cadı’ olarak nitelendirilmeye başlıyor. 1484’te iki Dominiken rahip, Heinrich Kraemer ile Johann Sprenger, Papa VIII. Innocentus’tan, Almanya’da cadılığın kökünü kazımak için izin aldı. Innocentus’a göre, her köyde “kendisini şeytana teslim etmiş”, “büyücülük ve karanlık işlerle uğraşan”, hayvanlara ve tahıllara zarar veren, erkeklere ayak bağı olarak çalışmalarını engelleyen kişiler vardı.
Alman köylerinde araştırma yapan bu iki rahibin bulguları Papalık fermanıyla onaylanınca, diğer rahip kardeşlerini de uyarmak ve bilgilendirmek amacıyla 1486’da Malleus Maleficarum’u (Cadıların Kafasına İndirilen Balyoz) yayımladılar. Yerel cadı avlarında ortaya çıkmış olan halk inançlarının bir sentezi olan bu yapıt, bütün Hıristiyan dünyasında yetkili bir başvuru kaynağı oldu. Kadınlar hakkında geleneksel önyargılarla dolu olan bu metinde, bütün kadınların şu ya da bu ölçüde cadılık ve büyücülükle ilgili oldukları öne sürülür. Yazarlara göre cadılara inanmak, bir inanç sorunudur; inanmamak başlı başına bir dinsel sapkınlık anlamına gelir.
Cadıların kadın olduğu açıkça belirtilir: “Kadınlar hem bedenen, hem de zihnen erkeklere göre daha zayıf oldukları için kolayca Şeytan’a yenik düşer.” Sprenger ve Kreamer, “kadınların kendi zayıflıklarından ve yönetme konumunda olmamaktan nefret ettikleri için daima aldatmaya yakın, kin dolu, gizli bir düşman” haline geldiklerini ve öç almak için büyücülük ve cadılığa başvurduklarını öne sürer. Kadınlar, meşru olarak sahip olmadıkları iktidarı ve gücü, Şeytan’la işbirliği yaparak elde etmeye çalışmaktadır. “Çok kadının olduğu yerde çok cadı olur” diyerek engizisyon ateşini kadınlar için resmen kaleme aldıkları beyanatlarla harlamışlardır.
Amerika’daki 1692 Salem cadı yargılama ve infazları cadı avının son büyük gösterisi olarak tarihe geçer.
Neden kırmızı başlıklı?
Masallara dönersek…Masalların tek özelliği gerçeklerimizi, kültürümüzü yansıtması değil. Masallar aynı zamanda bir araç. Bu geleneklerin devamı, kuşaktan kuşağa aktarımı, geliştirilmesi ve yenilenmesi için bir tür toplumsal eğitim aracı.
Bu yüzden dikkate alınmadığımız yaşlardaki soruları sormak gerek. Peki neden kırmızı başlıklı kızın başlığı mavi değil de kırmızıydı? O güzel kurabiyeleri annesi değil de babası yapsa olmaz mıydı? Büyükannesini ve kırmızı başlıklı kızı kurtaran kahraman köylü erkek değil de kadın olsaydı? Kalede kilitli olan prens olsaydı ve Rapunzel prensin uzun sakallarına tırmanıp prensi kurtarsa olmaz mıydı? Pamuk Prenses’in annesinin tek sorununun güzellik olması garip değil miydi? O da her kadın gibi akşam yemekte ne yiyeceklerini düşünmez miydi? Evin temizliğiyle ilgilenmez miydi? Yedi Cüceler madende çalışırken Pamuk Prenses evini temizlemek, yemeklerini yapmak yerine onlarla birlikte çalışmaya gitseydi? Hep birlikte çalışıp evi de hep birlikte temizlerlerdi belki. Pamuk Prenses’i uykusundan uyandıran yakışıklı prens olmasa da mesela Pamuk Prenses’in kız arkadaşı olsa, öpüp uyandırsa Pamuk Prenses’i, sonra da birlikte hayatlarına devam etseler? Külkedisi’nin kız kardeşleri de Külkedisi kadar güzel olsa olmaz mıydı?
Pınar Selek’in, Şahmeran çocuk dizisinin dördüncü kitabı Siyah Pelerinli Kız benzer bir soru soruyor. Neden bütün masallarda kötülüğün kaynağı cadılar? Peki bu kadınlar neden cadı olmuşlar? Bütün cadılar çirkin ve kalpsiz mi? Kötü cadılar hep çirkin ve kadın olmasa, kahramanlar hep yakışıklı prensler olmasa, prensesler de hep sarışın ve güzel olmasa olmaz mı?
Çocuktuk anlayamamıştık, ama büyüdükçe anladık; kahramanlar erkek, kırıp dökerler, sevdikleri kızı uyandırıp güzeller güzeli prensese döndürürler… Kızlar ise sevgi doludur, sabırla sevdikleri erkeğin onları kurtarmasını bekler, bu esnada da ya saçlarını uzatır ya temizlik yapar ya da kadınsı işlerle uğraşırlar. Yani masallarda iyilik, dürüstlük ve yardımseverliğin yanı sıra, kız çocuklarına kadınlık, erkek çocuklarına da erkeklik öğretilir. Sinsi cinsiyet rolleri bize küçücük yaşlarda tanıtılır.
Siyah Pelerinli Kız
Ufacık bir ayrıntı gibi görünse de büyük önemi var masalların. Pınar Selek da bunun farkında olarak yazıyor masalını. Masalında bir cadının hikâyesini anlatıyor.
Evet, cadı masalı, ama Selek köydeki cadının neden cadı olduğunu anlatır. Cadıya eskiden uzun ve siyah saçlarından dolayı ‘Siyah Pelerinli Kız’ derler. Genç ve güzel kadın sevdiği oğlanla evlenmek ister. Ama babası onu sevdiği yoksul balıkçıya değil zengin bir adama verir. Siyah Pelerinli Kız evlendikten sonra bir daha hiç konuşmaz. Bir gün zengin kocası kızı, sahilde sevdiği balıkçı adamın ismini bağırırken bulur. Zengin koca çok sinirlenir ve elindeki iki bıçağı kızın sırtına saplar. Orman cadısı kızı kurtarır, ancak sırtındaki bıçakları çıkarmaz. Sırtında bıçaklarıyla Siyah Pelerinli Kız artık Siyah Peçeli Cadı’dır. Bu büyü sadece bir insan eliyle bozulabilir. Kahramanımız olan küçük kız bıçakları elleriyle çıkarır ve cadıyı cadılıktan kurtarır.
Birçok masalda kötülüğün kaynağı cadılardır. Bütün kötülükleri o yapar, güzel prensesleri öldürür, yakışıklı prensleri kurbağaya çevirir. Selek’in masalında ise tersi söz konusudur: Cadımız iyi kalplidir ve onu bıçaklayan kocası yüzünden bu hallere düşmüştür.
Pınar Selek önemli bir adım atıyor ve yazdığı masalla çocukların, cadılık, babaların kızlarını istemedikleri adamlarla evlendirmesi, kocaların karılarını öldürmesi ve bu duruma kimsenin ses çıkarmaması gibi konuları sorgulamasına imkân sunuyor.
Kadınlarla erkeklerin eşit olduğunu, kadınları yakışıklı prenslerin değil kendilerinin kurtarabileceğini, kadınlarının kaderinin oturup yakışıklı beyaz atlı prenslerini beklemek olmadığını, kadın, erkek, siyah, beyaz, Kürt, Türk, Ermeni ayrımı yapmadan herkesin, tüm çocukların kardeş olmasının, birlikte oyun oynamasının önemli olduğunu anlatabiliriz çocuklara. Bütün hayatımızı cinsiyet rollerine göre kurmamız, çocuklara bu rollere uymalarını öğretmemiz dışında bir yolumuz daha var. Bunun için de Selek gibi masal anlatıcılarına ve Siyah Pelerinli Kız gibi masallara da çok ihtiyacımız var.