Atilla Dirim
Bugün Balkanlar olarak bilinen bölge, tarihin hemen her devrinde büyük güçler arasında bir sınır, bunun ötesinde de bir geçiş noktası oluşturdu. Roma İmparatorluğu batı ve doğu olmak üzere ikiye ayrılınca, bu iki büyük güç arasında sınır teşkil etti. Haçlı seferleri Balkanlar üzerinden yola çıktı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’da ele geçirebildiği toprak parçasını, dolayısıyla Avrupa’nın geri kalan kısmıyla Osmanlı arasındaki sınırı oluşturdu. Ortaçağda haçlı seferlerinin rotası üzerinde bulundu, Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa’nın kalan kısmı arasında, Osmanlı egemenliğinde olmak üzere bir sınır teşkil etti. Avrupa’nın ortalarından esen milliyetçilik rüzgârlarının etkisinin altına girmesiyle birlikte de, tabiri caizse, cadı kazanı gibi fokur fokur kaynamaya başladı.
Balkanlar 1910’lu yılların başlarında ve 1990’lı yılların ortalarında çok kanlı iki büyük savaş yaşadı. Bir ve aynı çıkarlara sahip olması gereken, aynı yemeği yiyip aynı suyu içen, aynı dağların doruklarına tırmanan ve aynı özgürlük şarkılarını söyleyen insanlar birbirlerini acımasızca öldürmeye, yüz binleri yerlerini yurtlarını terk ederek bilinmeze gitmeye zorladılar. Koca şehirler harap oldu, verimli topraklar kanla sulandı.
Emperyalistlerin arenası
Yüzyıllar boyunca Osmanlı İmparatorluğu ile Habsburglar arasında sınır bölgesini teşkil eden Balkanlar, 19. yüzyılda Avrupa siyasetinin en önemli tartışma konusu oldu. Avrupa’nın tüm büyük devletlerinin çıkarları burada çarpışıyordu. Büyük Britanya ve Fransa için bölge Ortadoğu’nun kapısı olarak büyük öneme sahipti. Rusya içinse Akdeniz’e açılan kapı olma özelliğini koruyordu. Avusturya-Macaristan için sadece dış değil, aynı zamanda bir iç siyaset meselesiydi; hemen komşu topraklarda bölgesel bir Slav gücünün yükselmesi, bu çokuluslu imparatorluğun iç dengelerini altüst edebilme potansiyelini taşıyordu. Bismarck ise Almanya’nın Avrupa’daki konumunu güçlendirmek için büyük devletlerin Balkanlardaki çelişkilerini daha da körüklüyordu. Bir süre sonra İstanbul-Bağdat Demiryolu projesiyle, Almanya emperyalizmi de yönünü doğuya çevirdi.
Dolayısıyla bölgede Avrupa’nın büyük devletlerinin çok hassas bir güç dengesi söz konusuydu. En küçük bir değişiklik bile bu dengeyi bozabilirdi. Bu şartlar altında en önemsiz bir olay bile, her an uluslararası bir krize dönüşebilirdi. Büyük devletlerin Balkan siyaseti tam da bu krizleri kışkırtmak üzerine inşa edilmişti. Bu siyaset halklar arasındaki çelişkilerin hiç düşünmeden körüklendiği, yapay devletlerin yaratılıp yok edildiği, bölge ileri gelenlerinin satranç piyonu gibi bir oraya, bir buraya sürüldüğü bir entrikalar yumağıydı. Büyük devletler sadece Balkan halkları kendi kaderlerini tayin etmek istedikleri zaman anlaşabiliyor ve ayaklanmaları acımasızca bastırıyordu.
Berlin Konferansı
Rusya’nın 1878 yılında neredeyse İstanbul’a kadar ilerlemesi üzerine büyük devletler tarafından alelacele toplanan Berlin Konferansı, Balkanları emperyalizmin çıkarlarına göre paylaştı. Balkanlardaki Osmanlı egemenliği büyük ölçüde sona erdi, yerini sözde egemen gibi görünen, gerçekteyse emperyalizmin denetiminde devletler aldı.
Berlin Konferansı kararları, Balkan halkları için sonsuz bir nefret, nifak ve kin kaynağıydı. Büyük devletlerin kendi çıkarları temelinde kurdukları bu denge tam otuz yıl dayandıktan sonra 1908’de dönüşü olmayacak bir şekilde bozuldu ve önce 1912-13 Balkan savaşlarına, ardından da Birinci Dünya Savaşı’na neden olacak olaylar dizisini başlattı.
Balkan Savaşları
Bölgede ekonomik faaliyetlerin hız kazanması, ticaretin güçlenmesi ve modern sınıfların belirginleşmesi Balkanlarda büyük devletlerin bölgedeki konumlarını sarsabilecek milliyetçi ve sosyalist hareketlerin oluşmasına yol açtı. Aynı zamanda “Boğaziçi’nin hasta adamı” Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, Avrupa’daki topraklarının ne olacağı meselesini de bir kez daha ortaya attı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda 1908 yılında bir devrim yaşandı. Bu, İttihat ve Terakki subayları tarafından başlatılmış gibi görünse de, uzun yılların getirdiği bir hoşnutsuzluğun geniş halk kitlelerini örgütlemesi sonucunda gerçekleşen aşağıdan bir devrimdi. Meşrutiyet’in ilanından sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hak ve özgürlüklere sırt çevirmesi ve bir ulus devlet projesi başlatması, Balkanlardaki milliyetçi hareketlerin daha da güçlenerek yayılmasına neden oldu.
Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan ve Karadağ 1912 ilkbaharında bir Balkan ittifakı oluşturdu ve Osmanlı’nın Avrupa’daki topraklarını paylaşmak için aralarında çok sayıda anlaşma imzalandı. Rusya arka planda bu devletleri yoğun bir şekilde destekledi. Sadece Romanya ittifaka katılmadı. Karadağ, 9 Ekim’de Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etti. Savaş gerekçesi olarak Arnavutluk’taki Osmanlı varlığı gösteriliyordu. Birkaç gün sonra Karadağ’ın müttefikleri de savaşa katıldı. Savaşın sonucu iki ayda belli oldu. Balkanları yüzyıllardır hakimiyeti altında tutan Osmanlı kuvvetleri, İstanbul’a kadar geri çekilmek zorunda bırakıldı. Sadece Edirne, Yanya ve İşkodra Osmanlı kontrolü altında kalmıştı, ancak bu şehirler de ağır bir kuşatma altındaydı.
Osmanlı’nın çağrısı üzerine büyük devletler duruma müdahale etti, 4 Aralık’ta taraflara ateşkes anlaşması imzalatıldı ve rakipler Londra’da konferans masasına oturtuldu. Ancak İstanbul’da Enver Paşa önderliğindeki bir grup İttihatçının Bâb-ı Âli’yi basarak Sadrazam Kamil Paşa’yı devirmesi 24 Ocak’ta çatışmaların yeniden başlamasına neden oldu. Ancak Edirne’nin de düşmesinden sonra yeni hükümet de barış anlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Londra’da 30 Mayıs 1913’te imzalanan anlaşmaya göre, Osmanlı İmparatorluğu Midye-Enez hattı ötesinde kalan bütün topraklarını kaybediyordu.
Ancak müttefik Balkan devletleri de Londra Anlaşması’ndan memnun değildi. Hepsi büyük devletlerin baskısıyla anlaşmayı imzalamıştı, ancak Avusturya-Macaristan ve İtalya, Sırbistan’ın Adriyatik denizine açılmasını başarıyla engellemiş, Slav komşularına karşı bir denge unsuru olarak güçlü bir Arnavut devletinin kurulmasını sağlamıştı. Osmanlı birlikleri İşkodra’yı boşaltıp Karadağ birlikleri şehre girdiğinde, Viyana ile Berlin derhal bir askerî müdahale tehdidinde bulundu ve Karadağ’ı denizden ablukaya aldı. Karadağ birlikleri kısa bir direnişten sonra İşkodra’yı boşalttı. Bu, Birinci Balkan Savaşı’nın son silahlı olayıydı. Londra Anlaşması’nın Balkan devletleri arasında saçtığı nifak tohumları, doğrudan İkinci Balkan Savaşı’na neden olacaktı.
İkinci Balkan Savaşı
Arnavutluk’tan toprak alamamanın hayal kırıklığını yaşayan Yunanistan ve Sırbistan, savaştan önce Bulgarlara vaat edilmiş olan Makedonya’ya göz dikmişti. Bu iki devlet söz konusu toprakları gizli bir anlaşmayla aralarında pay etti ve savaş durumunda karşılıklı yardım anlaşması imzaladı. Büyük devletler de savaşta tarafsız kalmasının ödülü olarak Romanya’nın sınırlarını Bulgaristan aleyhine genişleterek, anlaşmazlık ateşinin üzerine körükle gitti. Kendisini köşeye sıkışmış hisseden Bulgaristan, Makedonya’da bulunan Yunan ve Sırp birliklerine 29 Haziran 1913 gecesi savaş ilan etmeye gerek görmeden saldırdı. Çatışma, Bulgaristan’ın ağır yenilgisiyle sonuçlandı. Osmanlı birlikleri bile kayıplarının bir kısmını telafi edebilmek için savaşa girdi, Romanya da ilk kez çatışmalara katıldı.
Romanya’nın başkenti Bükreş’te 10 Ağustos’ta Bulgaristan’ın aleyhine bir anlaşma daha imzalandı. Sırbistan ile Yunanistan Makedonya’yı kendi aralarında paylaştıkları gibi, Bulgaristan’a ait başka toprakları da kendi ülkelerine kattılar. Romanya, Silistre ile Dobruca’nın güneyini alırken, Osmanlı da Edirne’yi geri aldı. Bulgaristan’ın elinde Ege kıyısında 12 kilometrelik bir sahil şeridi kaldı. Bütün bu sınır değişimlerinde söz konusu bölgelerin ulusal karakteri değil, Balkan devletleri arasındaki güç dengesi dikkate alınmıştı. Örneğin, artık Romanya’ya ait olan Dobruca’da genel nüfus içinde Bulgarların oranı %48 iken, Romenlerin oranı sadece %3’tü. Makedonya’nın Yunanistan veya Sırbistan tarafından ele geçirilen bazı bölgelerinde de neredeyse sadece Bulgarlar yaşıyordu.
Bu barış anlaşması da daha öncekiler gibi yeni bir savaşın temelini attı. Ancak bu savaş bu kez bir dünya savaşı olacaktı.
Dünya Savaşları
Emperyalist devletler arasındaki çelişkilerin giderek derinleşmesi sonucunda, Saraybosna’da Avusturya-Macaristan veliahtı Franz Ferdinand’ın bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi, bardağı taşıran damla oldu. Balkan devletleri çeşitli emperyalist ülkelerin kamplarında yer alarak, zaten bitmemiş savaşı sürdürmeye girişti.
Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, Balkanlardaki sorunlar aynen devam ediyordu. Ancak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden silinmesi ve Rusya’nın Ekim Devrimi neticesinde savaştan çekilmesi, Sırpların, Hırvatların ve Slovenlerin daha sonra Yugoslavya’yı oluşturacak daha büyük devletler kurabilmesini sağladı. Ancak bu devletler aşağıdan değil, yukarıdan inşa edilmişti. Egemen sınıfların arasındaki çelişkilerin tümünü yansıtıyorlardı. Ulusal sorunu çözme perspektifine ve gücüne sahip olmadıkları gibi, etnik nefret körüklemeye devam ediyorlardı.
Ancak Yugoslavya’da işçi sınıfının mücadelesi çok önemli bir aşama kaydetmişti. Muzaffer Ekim Devrimi’nin, Almanya ve Avusturya’da yaşanan devrimlerin etkisiyle 1919 yılında kurulan Yugoslavya Komünist Partisi, etnik engelleri aşarak işçileri ve halkları birleştirmeyi başardı. YKP, 1920’de Belgrad ve Zagreb’te belediye seçimlerini kazandı.
Ancak bu umut dolu gelişme, SSCB’de Stalinizm’in iktidarı ele almasıyla birlikte akamete uğradı. Stalinizm’in Komünist Enternasyonal üzerindeki etkisinin giderek artmasıyla birlikte YKP milliyetçi akımlarla birleşerek Hırvatistan, Slovenya ve Makedonya’nın Yugoslavya’dan ayrılmasını desteklemeye zorlandı. Bunun sonuçları korkunç oldu. YKP parçalandı ve siyaset sahnesi sağcı ve milliyetçi güçlerin etkisi altına girdi.
Stalin 1933 yılında ani bir politika değişikliğine gitti, çünkü Almanya tehdidine karşı Balkanlarda güçlü bir müttefike ihtiyacı vardı. Yugoslav komünistleri ülkenin birliğini savunmak ve Belgrad hükümetiyle işbirliği yapmakla görevlendirildi. Bu geri dönüş enternasyonalizme dönüş anlamına gelmiyordu. Hırvat, Sırp ve Makedon milliyetçiliği yerine Yugoslav milliyetçiliği getirilmişti, ancak yine de Komünist Partisi İkinci Dünya Savaşı’nda bütün ezilenleri etnik kökenlerine bakmadan Alman işgalcilere ve yerli gericilere karşı bir araya getirmeyi başardı.
Tito’nun başarısı ve popülerliği işte buna dayanıyordu. Halkların Yugoslavya’da birlik ve kardeşlik içinde yaşama çağrısı büyük yankı buldu. Nazi işgalcilere ve yerli gericilere karşı partizan savaşıyla zafer kazanan devlet, tarihte ilk defa Balkanlarda kardeşi kardeşe kırdıran küçük devlet milliyetçiliğini aşacak gibi görünüyordu.
Tito rejimi bu vaadini yerine getiremedi. Kurulan yeni düzen, başta milliyetçilik olmak üzere kapitalizmin her türlü zehrini ve pisliğini bünyesinde barındıran bürokratik, devlet kapitalisti bir sistemdi. Bulgaristan, Arnavutluk ve Romanya’da da devlet kapitalisti diktatörlükler kurulmuş, bu ülkelerin yeni egemenleri olan bürokratlar hızla sermaye birikimi sağlamak için işçileri acımasızca sömürmeye başlamıştı. İşçilerin birliğini engellemek için milliyetçilik zehri her geçen gün daha fazla yayılıyor, Yugoslavya’yı oluşturan halklar arasındaki eski anlaşmazlıklar ve düşmanlıklar yeniden körükleniyordu.
Kapitalizmin doğasında var olan krizler, devlet kapitalisti Balkan ülkelerinde de er geç, kendini gösterecekti. Yugoslavya 1980’li yıllarda büyük bir borç yükü altına girdi ve borçlarını ödeyebilmek için IMF’nin dayattığı tasarruf tedbirleri programını uygulamaya başladı. Bu program kitlesel grevlere yol açtı. Egemen bürokrasi, bu gelişmelere şovenizm silahına sarılmakla karşı koymaya çalıştı.
Üçüncü Balkan Savaşı
Yugoslavya’da krizin derinleşmesiyle, federasyonu oluşturan devletlerin egemenleri arasındaki çelişkiler keskinleşti. Yugoslavya cumhuriyetlerinden her biri merkezî bütçeye asıl katkıyı kendisinin yaptığını, bu yüzden aslan payını da kendisinin alması gerektiğini ileri sürüyordu. En zengin cumhuriyetler olan Hırvatistan ve Slovenya, el altından Almanya’nın desteğini alarak federasyondan ayrıldıklarını ve bağımsızlıklarını ilan etti.
Yugoslavya devlet aygıtının ve ordusunun önemli bir kısmını 80’li yılların ortalarından itibaren ele geçiren Sırplar, Hırvatistan ile Slovenya’nın kararını tanımayarak önce Hırvatistan’a, sonra da Slovenya’ya savaş ilan etti.
Bosna-Hersek’in de bağımsızlığını ilan etmesinden sonra Hırvatlar, Sırplar ve Boşnaklar kendilerini üç buçuk yıl sürecek bir savaşın içinde buldu. Binlerce insan öldü, yüz binlercesi göç etmek zorunda kaldı. Bu kanlı boğazlaşma içinde kendi nüfuz alanlarını genişletmek isteyen emperyalist devletler, başta Almanya ve ABD olmak üzere, savaşın uzamasını sağladı. BM ve NATO müdahaleleri, savaşı durdurmak yerine daha da şiddetlendirdi. Güya BM tarafından güvenli bölge ilan edilen Srebrenitsa’da Sırplar BM kuvvetlerinin gözü önünde soykırım suçu işleyerek binlerce Boşnak’ı katletti. Sonunda Kasım 1995’te yapılan Dayton anlaşmasıyla Bosna-Hersek’in bağımsızlığı kabul edilerek bir federasyon kurulmasına karar verildi ve toprakların %49’u Sırp cumhuriyetine %51’i Boşnak-Hırvat cumhuriyetine bırakıldı.
Ancak Balkanlarda emperyalistlerin zoruyla dayatılan bu yeni harita, yine ne Balkan halklarını ne de emperyalistleri memnun etmişti. Kosova Parlamentosu, 17 Şubat 2008 tarihinde Sırbistan’dan bağımsızlığını ilan etti. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve Türkiye hemen Kosova’nın bağımsızlığını tanıdı. Sırbistan, BM Güvenlik Konseyi’nin Kosova sorununa ilişkin çeşitli kararlarında Sırbistan’ın egemenliğini ve toprak bütünlüğünü kabul ettiğini, Kosova’nın Sırbistan’ın özerk bir parçası olduğunu defalarca teyit ettiğini belirtti ve bağımsızlık ilanını kabul etmeyeceğini duyurdu. Rusya ve Çin bağımsızlık ilanının Güvenlik Konseyi kararlarına ters düştüğünü ve gayri meşru olduğunu açıklayarak Kosova’yı tanımayacaklarını açıkladı.
Sırbistan güçleri ile Kosova Kurtuluş Örgütü arasında yaşanan silahlı çatışmalar, emperyalist devletlere bir kez daha Balkanlara müdahale etme imkânı verdi. “İnsanî yardım” ve “katliamı önleme” bahanesiyle başlayan NATO saldırısı, kısa sürede büyük bir felakete dönüştü. NATO’nun yanı sıra, ABD ve İngiltere güçleri Sırbistan’ı tam 78 gün boyunca İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra görülen en ağır bombardımana tabi tuttu. Yüz binlerce insan Kosova’yı terk etti. Sırbistan’ın altyapısı tümüyle çöktü, şiddet ve tecavüz olaylarında büyük artış yaşandı.
Troçki’nin önerisi
Balkanlarda huzur hâlâ sağlanmış değil, bölge hâlâ bir barut fıçısı ve emperyalistlerin entrikalarıyla her an yangın yerine dönüşme potansiyelini taşıyor. Bugüne dek emperyalistlerin bütün müdahaleleri bölgeye barış getirmek bir yana dursun, mevcut durumu daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramadı.
Ekim Devrimi’nin öncülerinden Leon Troçki, 1908-14 yılları arasında sürgün bulunduğu Viyana’da bazı Rus gazeteleri adına savaş muhabirliği yapmış, Balkan ülkelerini gezerek çeşitli makaleler yazmıştı. Bu makalelerinde dönemin askerî olaylarını, bunların sivil halk üzerindeki etkilerini çok çarpıcı bir dille anlatırken, Balkanlarda kalıcı barış ortamın nasıl sağlanacağına dair şu öneride bulunuyordu:
“Balkan yarımadasının birliği iki yolla sağlanabilir: Ya yukarıdan, en güçlüsü hangisiyse o Balkan devletini daha zayıf olanları yok etme pahasına genişleterek (bu, güçsüz ulusları ezen ve imha eden savaşları da içeren, monarşizmle militarizmi birleştiren bir yoldur); ya da aşağıdan, insanların kendiliklerinden birleşmeleriyle (bu devrimin yoludur, Balkan hanedanlıklarını yıkan ve bir Balkan federal cumhuriyetinin bayrağını açan yoldur).”
Emperyalist devletlerin askerî müdahaleleriyle çözüme ulaşmayı düşünmek, hem Balkanlarda hem Ortadoğu’da, her zaman olduğu gibi bugün de boş bir hayalden ibaret.