Bugün toplumsal düzeydeki tüm geçmişle yüzleşme yöntemleri, “geçiş dönemi adaleti” kavramı altında ele alınıyor. Geçmişlerindeki büyük hak ihlalleri ile yüzleşmekte olan toplumların, barışı veya demokrasiyi tekrar inşa etmeye dayanan siyasî değişim süreçlerine geçiş dönemi diyebiliriz.
Bu süreçte izlenen yöntemler anayasal reform yapmaktan, yozlaşmış bürokratik kurumların temizlenmesine, savaş suçluları için uluslararası mahkemeler kurulmasından, ülke içi hakikat komisyonlarının kurulmasına kadar çeşitlendirilebilir. Örneğin, Güney Afrika’da apartheid rejimi ile hesaplaşma, 1995’te kurulan hakikat ve uzlaşma komisyonu ile gerçekleştirilmiştir. Bu komisyonun çağrısı “hakikat karşılığında af”tı, amacı tüm gerçeklerin ortaya çıkmasıydı ve yapısı yüzleşmenin ertesinde affetmeye (siyasî suç olmak şartıyla) dayanıyordu. Gana (1957-1993 arası özellikle askeri cuntalar altında işlenen insanlık suçlarını araştıran komisyon, 2002), Şili (Pinochet döneminde işlenen insanlık suçlarını araştırmak için, 1990) ve Uruguay (1973-1985 arasındaki askerî cunta dönemindeki kayıplar ve bağlantılı vakaları araştırmak için, 1985 ve 2000) gibi ülkelerde de benzer komisyonlar kurulmuştur. Ruanda (1994), Bosna-Hersek (2000) gibi ülkelerde ise savaş suçlarını inceleyen uluslararası veya karma mahkemeler kuruldu.
Geçiş dönemi adaleti sürecinde, farklı ülkelerin ortak yaklaşımlarından birisi de kurbanların anılarını onurlu bir biçimde temsil eden anıt-müzelerin inşa edilmesi. Bu anma mekânlarının kurulurum aşamasında mutlaka mağdurlara danışılması ve eski tutuklama merkezleri türünden kamu mekânlarının anıt parklara ve tanıtıcı mekânlara çevrilmesi önerilmektedir.
Özellikle 90’lı yıllardan bu yana gerçekleşen toplumsal hesaplaşmaların neticesinde, dünyanın çeşitli travma bölgelerinde birçok toplama kampı veya cezaevi geçmişle yüzleşme mekânına/müzeye dönüştürülmüş durumda. Fakat geçmişle hesaplaşmanın ve anma mekânları oluşturmanın kökenlerini 2. Dünya Savaşının bitimine kadar götürmek mümkün. Savaş sonrasının ilk yıllarında, Nürnberg mahkemelerine rağmen Batı Almanya halkında Nazi dönemi ile hesaplaşmak yerine daha çok bir bastırma eğilimi mevcuttu. 1950’lerde ise, başta edebiyat alanında olmak üzere, Almancası “Vergangenheitsbewältigung” olan ve Türkçeye kabaca “geçmişle hesaplaşma” olarak çevirebileceğimiz geçmişle yüzleşme girişimleri ortaya çıktı. Kamusal bilinçte her ne kadar Nazi dönemi kınanıyor olsa da, bu tam olarak bir hesaplaşmadan ziyade Alman toplumunun da bu savaştan dolayı mağdur olduğunu vurgulayan bir süreçti. Örneğin bir konuşmada veya bir romanda toplama kampı kurbanlarından bahsedilecekse yanında mutlaka “mağdur Alman”, “kurban Alman askeri” gibi imgeler de yer almaktaydı. Öte yandan, Doğu Almanya’da, faşizmin kötülüklerini topluma aktarmak bizzat devletin göreviydi. Devlet, kendi yapısının anti-faşist olduğunu vurgulamak için, Batı Almanya’nın o dönemle ilgili sorumluluğu olduğunu hatta eski kurmayların halen devlet yönetiminden tam olarak temizlenemediğini açık bir şekilde dile getiriyordu. Fakat tüm sorumluluğu Batı Almanya’ya atması Doğu Almanya toplumunun da gerçek bir geçmişle hesaplaşma süreci geçirmemesine neden olacaktı.
Her iki Almanya halkının, kendilerinin de o dönemde sorumlulukları olabileceğini kavraması ancak yeni kuşakların daha fazla cevap talep etmesi ve muhalif seslerin yükselmesiyle beraber 1970’lere denk gelir. 1990’larda Almanya’nın birleşmesi, yeni soruların ortaya atılmasına ve geçmişle yüzleşmenin daha cesurca yapılmasına olanak sağladı. Anma/yüzleşme mekânlarının da, ancak bu “geçmişle hesaplaşma” süreci iyice rayına oturduktan sonra sağlıklı bir toplumsal zemine kavuştuklarının altını çizmek gerekiyor. Büyük toplumsal katliam kurbanlarının acılarının en doğru biçimde nasıl temsil edileceği sorusu hakkında o tarihlerden bugüne uluslararası akademik alanda geniş bir külliyat oluşmuştur. Almanya özelinde sorun daha karmaşıktı; toplumun bizzat kendi sorumluluğunun da bulunduğu bir katliamın temsili nasıl olmalıydı? Klasik epik anıtların ikonografisi böyle bir özeleştiriyi karşılayamıyordu ve bu form anlayışını totaliter rejimler çokça kullanmışlardı. Örneğin, totalitarizmle yüzleşmenin temsilinde iktidar veya ataerkil güç kavramlarının doğrudan göstergesi olan dikey formlar kullanılamaz. Ayrıca, bu figüratif anıtları anlamak herhangi bir yorum uğraşısı gerektirmediği için, hikâyeler tek taraflı dikte edilmiş oluyor, izleyiciler sözsüz/belleksiz bırakılıyordu. Bunun üzerine yeni kuşak sanatçılar ve mimarlar, izleyiciyi avutmak yerine daha çok onu rahatsız eden, hafızasını sürekli dinç tutacak form arayışlarına yöneldi.
Hafızanın deneyim yoluyla aktarılması
Orijinal adı “Denkmal für die ermordeten Juden Europas” (Avrupa’nın öldürülen Yahudilerine anıt) olan “Berlin Holokost Anıtı” 2005 yılında tamamlanıp açıldığında birçok tartışmayı da beraberinde getirdi. Anıtın Nazizm’in Roman, eşcinsel ve komünist kurbanları da dâhil olmak üzere neden tüm kurbanlarına değil de sadece Yahudi kurbanlarına ithaf edildiği tartışmalarının dışında, gelen eleştirilerin bir kısmı da Holokost Anıtı’nın biçimi ile ilgiliydi. Anıt, yaklaşık 19.000 metre karelik eğimli bir topografyaya, yatay ve dikey koordinatlarda yerleştirilen yüksekçe dikdörtgen beton prizmalardan oluşuyordu. Ziyaretçiler ise bu geniş alanda beton prizmaların arasında dolaşıyordu. Prizmaların koyu rengi ve düzenleniş biçimiyle alışılageldik anıt-heykellerden farklı olan Holokost Anıtı, mimarî ve heykel arasında bir yerde kendini konumlandırıyordu ve bir anıttan ziyade mezarlığı andırıyordu.
Bazı eleştirmenler, anıtı ziyaret edenlerin, neyi ziyaret ettiklerini tam olarak idrak edemeyeceklerini iddia ediyor, kimileri ise anıtın soyut biçiminin Holokost’un vahşi etkisini azalttığını öne sürüyordu. Mimar Peter Eisenman ise “Mimarînin dilinden değil, sessizliğinden konuştum” diyerek, anıtın ne Yahudilikle ne de “hatırlama edimi” ile ilgili olmadığını belirtiyor, yapmak istediği şeyin herhangi bir sembolden muaf, bir “Kendinde-şey (Ding an sich)” olduğunu söylüyordu. Öte yandan, son derece minimal olan bu anma mekânının ziyaretçiler üzerinde her şeye rağmen etkisi vardı; ziyaretçiler, labirenti andıran beton dikdörtgenlerin arasında gezindikçe klostrofobik bir deneyim yaşıyor, “korku ile karışık bir huşu duygusu içinde bir nevi nutuk tutulması yaşadıklarını” ifade ediyorlardı.
İzleyicileri bedensel deneyime sokan bir başka Holokost yapısı da Berlin Yahudi Müzesinde (2001) bulunan “Holokost Kulesi”dir. Yaklaşık 24 metre yüksekliğindeki bu odaya girildikten sonra arkadan kapı kapanıyor ve ışık ve ses içeri ancak yukarıdaki ince bir çatlaktan sızabiliyor. Isıtması olmayan ve beton duvarlardan oluşan bu dar ve yüksek odada belli belirsiz yankılanan seslerle oluşan atmosfer sayesinde, ziyaretçi bir nevi gaz odasına girmiş gibi oluyor. Geleneksel anıtların resmi belleği ifade ettiğini ve kaderlerinin yıkılmak olduğunu belirten Andreas Huyssen, yaşayan belleğin tam tersine “her zaman bireysel bedenlerde, onların deneyimlerinde ve acılarında yer aldığını” söylemektedir. Soykırım, savaş, işkence gibi özellikle de mağdurları tarafından kelimelere dökülmesi çok zor olan olayları sonraki kuşaklara aktarmadaki etkili yollardan birinin, doğrudan bedensel alışkanlıkları alt üst eden ve böylece “ortak” bir hafızayı da tetikleyen fiziksel deneyimler olduğunu söyleyebiliriz. Mimarînin bu şekilde kurgulanmasıyla, Nazi rejimini yaşamamış/bilmeyen bir kişi, etkilerini doğrudan bedeninde hissedebileceği deneyimler sayesinde faşizmin vahşetini kavramsal düzeyde algılamış oluyor.
Tarihi ele geçirmek
Holokost veya Güney Afrika Apartheid rejimi gibi örneklerin üzerinden artık hatırı sayılır bir zaman geçmiş durumda. 1960 ve 1970’lerden itibaren askerî darbeler ve iç savaşlarda yüz binlerce insanın öldüğü Güney Amerika ülkeleri ise büyük toplumsal mücadeleler sonrasında geçiş dönemi adaleti süreçlerine yeni girebildiler ve dolayısıyla acıları halen taze.
1976-1983 yılları arasında süren cunta döneminde yaklaşık otuz binden fazla kişinin kaybedildiği Arjantin’de adalet talebi süreci, Plaza de Mayo Meydanı’nda her cumartesi oturma eylemi yapan kayıp anneleri ile başladı ve 1983’te ülkenin demokrasiye geçmesiyle birlikte başkan seçilen Raul Alfonsin’in inisiyatifiyle, ülkede “Kayıplar Hakkında Ulusal Komisyon” (CONADEP) kuruldu. CONADEP’in 1984’te sunduğu rapor (Bir Daha Asla – Nunca Más) sayesinde davalar açıldı ve darbeci dokuz üst düzey komutan yargılanıp beşi 1985’te hüküm giydi. Fakat davalar ordunun alt kademelerine doğru giderek genişledikçe, orduda ciddi rahatsızlıklar baş gösterdi ve Alfonsin bu sefer tam tersi bir hamleyle kirli savaş döneminde sorumluluğu bulunan tüm ordu ve polis mensuplarının yargılanmalarını engelleyen iki yasa çıkarttı. İki yasanın da kaldırılmasının gündeme gelmesi, ancak güçlü bir kamuoyu talebinin önüne geçilemeyeceği anlaşıldığında gerçekleşmiştir. Önce 2001 yılının Mart ayında federal hâkim Gabriel Cavallo, ‘uluslararası anlaşmalar iç hukuktan üstündür’ ilkesine dayanarak, bu iki yasanın boş ve hükümsüz olduğunu ilan etti.
2003 yılında Arjantin Senatosu yasaları geçersiz ilan eden bir yasa çıkarttı ve 2005 yılında Anayasa Mahkemesi yasaların mevcudiyetinin insanlığa karşı işlenen suçların araştırılmasına engel teşkil ettiği ve devletin görevinin bu suçları araştırmak olduğu gerekçesiyle yasaları iptal etti. Bu çalkantılı sürecin sonunda, yargı süreçleri aksayan veya affedilen darbecilerin tekrar yargılanmaları mümkün oldu. 2010 yılında Arjantin, 56 kişinin işkence görmesinden ve ölümünden doğrudan sorumlu General Bignone’yi 25 yıla, 1985’te hüküm giydikten sonra sadece beş yıl yatıp affedilen cunta lideri Jorge Videla’yı ise ömür boyu hapse mahkûm etmeyi başardı.
Arjantin veya Şili gibi ülkelerde geçmişle hesaplaşma, devam eden aktif süreçler ve toplumsal dinamiklerin hassas olduğu koşullarda yapılıyor. Bu ülkelerdeki durum, Almanya örneğinde olduğu gibi suçlularla bağını koparmış bir ülkenin kendi tarihiyle hesaplaşması değil de, askerî darbe süreçlerinin yargılanması olduğu için, cunta kadroları ve uzantısı olan ideolojik unsurlar ile mağdur kesimler arasındaki toplumsal çekişmeler halen güncel. Bu yüzden bu ülkelerdeki geçmişle hesaplaşmanın daha çok “Tarihi kim yazacak?” sorusu üzerinden şekillendiğini söyleyebiliriz. Bu sebeple Güney Amerika ülkelerinde öncelikli olarak cunta dönemlerinin simgeleri olan binalar veya işkence merkezleri, el değiştirerek anma mekânlarına dönüştürülüyor.
Arjantin’de cunta döneminde bir işkencehane olarak işletilmiş olan ordunun makinecilik okulu Esma, 2008 yılında ordunun elinden alınıp İnsan Hakları müzesine dönüştürüldü. Sadece Esma’da askerî diktatörlük döneminde yaklaşık beş binden fazla kişinin öldürüldüğü tahmin ediliyor. Aralıksız sürdürülen işkencelerin yanı sıra, insanları canlı bir şekilde uçakla nehre atmaların gerçekleştirildiği, hamile kadın tutukluların burada doğurdukları bebeklerin ellerinden alındığı bir merkez Esma. 17 hektarlık geniş bir alana yayılan Esma’da bugün Plazo de Mayo kayıp annelerine de toplanmaları için bir bina ayrılmış durumda. Esma merkez binası, geçmişte birçok tadilat ve değişiklik geçirmiş, bunun nedeniyse tanık ifadelerinin güvenirliğini sarsmak. Fakat bina müze olarak tekrar açıldığında, mimarînin kendisinin konuşması tercih edilmiş ve işkencelerin yapıldığı bölümlerde herhangi bir yeniden canlandırma gerçekleştirilmemiş. Bugün Esma, çeşitli insan hakları toplantılarının da yapıldığı sürekli gelişen bir insan hakları merkezi. El Salvador, Peru, Meksika ve Şili gibi benzer cunta dönemlerinden geçmiş ülkelerde de birer birer bellek müzeleri açılmaya başlandı.
Geçmişle hesaplaşma süreçlerinin nereye kadar ilerleyeceğini, müzeler açılınca bitip bitmeyeceklerini toplumsal iradeler belirleyecek. Jorge Videla 2010 yılında yargılanırken, eğer darbe yapmasalardı bugün Arjantin’i “teröristlerin” yöneteceğini iddia etmişti. Videla’nın iddiasının, “Biz darbe yapmasaydık Taksim Kızıl Meydan olacaktı” sözü ile olan benzerliğini gözden kaçırmak imkânsız.
Kaynakça:
1- Geniş Liste için bkz: “Truth Commisissions” Amnesty International, http://www.amnesty.org/en/international-justice/issues/truth-commissions
2 – “Geçiş Dönemi Adaleti Nedir?”, The Encyclopedia of Genocide and Crimes Against Humanity (Macmillan Reference USA, 2004), cilt 3, s. 1045-1047. http://www.hakikatadalethafiza.org/sayfa.aspx?PageId=13
3 – Helmut Peitsch, “Towards a History of “Vergangenheitsbewältigung”: East and West German War Novels of the1950s” Monatshefte, c. 87, No. 3 (Fall, 1995), s. 287-308
4 – Volkhard Knigge ile röportaj. Goethe-Institut. http://www.goethe.de/ges/pok/dun/en6784090.htm
5 – James E. Young, “The Texture of Memory: Holocaust Memorials in History”, Cultural Memory Studies: An International and Interdisciplinary Handbook, ed. Astrid Erll, Ansgar Nünning (Berlin: Walter de Gruyter, 2008): 360
6 – Johan Ahr, “Memory and Mourning in Berlin: On Peter Eisenman’s Holocaust-Mahnmal” Modern Judaism vol.28 No. 3 (2008):283-305.
7 – Age
8 – Andreas Huyssen, Present Pasts: Urban Palimpsests and the Politics of Memory (USA: Stranford University Press, 2003), 110.
9 – Yasaların isimleri Punto Final (Full Stop-1986) ve Obediencia Debida (Due Obedience-1987). İlk yasada, suçlanan ordu mensuplarına karşı dava açmak isteyenlere sadece 60 günlük bir mühlet tanınıyordu, Punto Final, bu tanınan sürenin dolmasından sonra 1983 tarihinden önceki dönemde işlenen suçların araştıramayacağına dair bir af yasasıydı. Fakat buna rağmen ordu açılan davaların önüne geçemeyince 1987’de bu sefer alt kadroları da kapsayan ikinci bir yasa çıkartıldı. Bu yasada, ordu, polis ve cezaevi görevlilerinin emir altında oldukları için sorumlu tutulamayacakları belirtiliyordu. Arjantin’le birlikte Şili, El Salvador, Peru ve Güney Afrika süreçleri için bkz: Uluslararası Geçiş Dönemi Adaleti Kurumunun hazırladığı rapor, 2008. http://www.ictj.org/static/Americas/ICTJ_Research_Brief-Country_case_studies_on_the_use_of_pardons.pdf
10 – Age