Ahmet Eken
Bizans Tarihi
Dukas
Çev. Vl. Mirmiroğlu | İstanbul Enstitüsü Yayınları, 1956
Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve Bizans Devleti’nin çöküş dönemleriyle ilgilenenlerin göz ardı edemeyeceği kaynaklardan bir tanesi de Bizanslı yazarların kaleme aldığı kitaplardır. Türkçe yazılmış kaynakların azlığı göz önüne alınırsa bunun önemi daha iyi anlaşılır. Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi adlı eserinde, ²çöküş ve yıkılış² dönemini anlatırken, söz konusu yılların son kısmını anlatan dört Bizans yazarı olduğunu ifade ediyor: Georgios Frantzes, (ilk adı büyük ihtimalle Mihael olan) Dukas, Laonikos Halkokondiles ve Kritovulos. Her ne kadar içlerinde Frantzes dışında hiçbiri İstanbul’un alınışı sırasında şehirde bulunmamışsa da, devletlerini tarih sahnesinden silen bu olayı hepsi ellerinden geldiği kadar anlatmışlar.
Bu dört yazardan biri olan ve ön adı konusunda ancak tahminlerde bulunabileceğimiz Dukas, ardında bir tek kitap bırakmış ve yaşamı hakkında da elimizde çok fazla bilgi yok. Bazı çalışmalara göre Midilli’de, bazılarına göre Foça’da 1400 yılında doğmuş. Tarihinde yazdığına göre büyükbabası tanınmış bir bilim insanı olan Mihael Dukas saray içi çatışmalara karıştığı için tutuklanmış ve İstanbul’u terk etmek zorunda kalmış. Gençliğinde, Yeni Foça’nın Ceneviz kolonisi podesta’sı (şef) Gioanni Adordo’nun kâtipliğini yapmış. Daha sonra Midilli hükümdarının emrine giren Dukas, Osmanlıların kontrolündeki Edirne ve Filibe kentlerine ve Bizans başkentinin Osmanlılara geçmesinden sonra İstanbul’a II. Mehmed’e (Fatih) elçi olarak gitmiş. Midilli Osmanlılar tarafından alınınca İtalya’ya yerleşmiş ve 1470 yılında orada öldüğü tahmin ediliyor.
Büyük ve kalıcı değişiklikler
Dukas’ın eseri ilk defa 1649’da Paris’te Latince tercümesiyle beraber yayınlanmış. İlerleyen yıllarda başka tercümeleri de yapılmış. Çevirmen Mirmiroğlu, ²Dukas’ın tarihini Türkçe’ye çevirirken Bizans lisanı metninden yaptım² diyor. Feridun Birimtekin ise kitaptaki hatalı bilgileri notlarıyla düzeltmiş.
Dukas’ın tarihi dünyanın yaradılışı ile başlıyor. Ancak bu kısa girişten sonra, XIV ve XV. yüzyıllarda Balkanlar’da ve Batı Anadolu’da yaşanan olayları okuyoruz. Dönem hayli hareketli: Tarih sahnesine yeni çıkmaya çalışan beylikler, Ortodoks Kilisesi ile Katolik Kilisesi’nin sonu gelmeyen birleşme çabaları ve bunun Bizans’ın içindeki yarattığı sorunlar, Doğu Akdeniz’de söz sahibi olmak için uğraşan Venedik ve Bizans devletçikleri ve XV. yüzyılın ilk çeyreğinde Anadolu’da esen tahripkâr Timur fırtınası. Kısacası, yok yok. Geriye baktığımız zaman dönemin büyük ve kalıcı değişikliklerin yaşandığı bir dönem olduğunu çekinmeden söyleyebiliriz.
Büyük bir savaş gücüyle Batı’ya doğru ilerlemeye başlayan Timur’un yarımadaya girişi ve teslim olmayan şehirlerde yaptıkları, elbette tarihte ne bir ilkti ne de son, ama boyutlarıyla büyükler arasında yer alacak cinsten! Anadolu’da kaldığı sekiz ay süresi içinde bir dehşet dalgası estirip Beylikler dönemini canlandırmış, Bizans ve Memluk ülkesini nüfuzu altına almış. Bu arada yeni yeni vücut bulmaya çalışan Osmanlı’da da şehzadeler kavgası başlamış.
Yazar, yapılanlardan söz ederken bazı detaylar da aktarıyor. Ancak yazılacak cinsten değiller. Kısaca, Anadolu’da ikamet eden insanların başına gelmeyen kalmamış.
Şeyh Bedrettin isyanı
Yıldırım Beyazıd’ın 1402’de Timur’a yenilip esir olmasıyla parçalanan Osmanlı Devleti’nde başlayan şehzadeler savaşı 1413 yılında şehzade I. Mehmed’in kardeşlerini yok etmesiyle son bulunca Osmanlılar yeniden toparlanmaya başlamış. Yeni padişah döneminde (yedi yıl) Bizans devleti ile ilişkiler barışçıl olmuş. Tarihimizin unutulmayan olaylarından bir tanesi de bu dönemde yaşanmış: Şeyh Bedrettin ve müritlerinin isyanı.
Dukas kitabında ayrıntılı olarak Börklüce Mustafa’nın isyanını ve idamını anlatıyor. Araştırmacılar bu konuyu anlatan tek Bizanslı tarihçinin o olduğunu söylüyor. Okuyalım: ²O günlerde İonia Körfezi’nin ağzında bulunan dağın civarında ve Sakız Adası’nın karşılarında Stilarion (Karaburun) adlı yerde kendi kendine yaşayan bir köylü meydana çıktı. Bu zat Türklere fakirliği (yani mal mülk sahibi olmamağı) tedris etti. Kadınlardan başka her şeyin, yani yiyecek, giyecek, çift ve ekilmiş tarlaların insanlar arasında müşterek olması akidesini telkin ediyordu. ‘Ben senin evine kendi evim gibi, sen de benim evime kendi evin gibi girip çıkarsın, kadınlar müstesnadır’ diyordu. Bu telkinler ile, bütün cahil halkı iğfal ederek kendi tarafına çekiyordu. Hilekârlıkla, Hristiyanlarla da dostane münasebetler kurmaya çalışıyordu. Bu hususta başka bir telkinde daha bulunuyordu ve diyordu ki, ‘Türklerden herhangi bir kimse Hristiyanlar arasında takva ehli olmadığını söylerse kafirdir.’ Bu tarikatın müritleri bir Hristiyan’a tesadüf ettikleri vakit, buna karşı dost muamelesi yaptıkları gibi, kendisine Allah’ın meleği gibi hürmet ediyorlardı.²
Yazar, Börklüce’nin Hristiyanlarla diyaloğu konusunda ilginç bir ayrıntı aktarıyor: ²Bu zat, Sakız Adası’nda bulunan manastırların başrahiplerine ve kilise papazlarına, müritlerinden kimseler göndererek… Hristiyan dinine mensup olanlarla dinî işbirliği yapmaktan başka çare olmadığını söylüyordu. O zamanlarda Sakız Adası’nda Turleti adındaki manastırda Giritli ihtiyar bir keşiş oturuyordu, iki müridini bu keşişe göndererek selamlarını tebliğ ettirdi ve kendisine şu haberi gönderdi: ‘Ben de senin gibi keşişim… gece vakti gürültüsüz, yaya olarak denizi geçerken, ben seninle beraberdim.’ Hakiki keşiş sahte ‘baba’ tarafından iğfal olundu. O da onun lehine saçma sapan propagandaya başladı.²
Dukas, yıllar sonra bu keşişle görüşmüş ve “yoldan çıkan” keşişin, bir türlü “doğru yola dönmediğini” görmüş. Keşiş hâlâ ²Sisam adasında istirahat ederken, bu da benimle keşişlik yapıyordu, şimdi de gün aşırı buraya geçerek benimle konuşuyor” diyormuş.
Börklüce ve müritlerinin isyanı üzerine Sultan Mehmed isyanı bastırmak için üzerine asker gönderir, ancak isyancılar iki kez Osmanlı güçlerini bozguna uğratır. Sonunda, on iki yaşında bir çocuk olan oğlu Murad ve vezir Beyazıd Paşa komutasında bir güç isyancıların üzerine yürür, Murad geçtiği yerlerden asker toplayarak büyük bir kuvvetle yolda rast geldiği ihtiyar veya çocukları, erkek veya kadınları, yaş ve cins farkı gözetmeksizin merhametsizce kılıçtan geçirerek, tek gömleklilerin sığındıkları dağa ulaşır. Muharebe Börklüce ve adamlarının yenilgisiyle sonuçlanır ve Börklüce yakalanır. Yapılan işkencelere rağmen ²fikirlerinden ve itikadından vazgeçmez² ve asılarak 1419’da öldürülür.
Bir de Timur gündeme gelince
Kitapta tükenmiş bir devletin son saatlerini okuyoruz. Düzenli olarak toprak kaybediyor ya da girdiği her çatışmadan en fazla eski konumunu muhafaza ederek çıkıyor. Devlet o kadar güçsüz ki, Yıldırım Beyazıd’ın tehdidinden sonra başkentinin surlarını onaramıyor, İstanbul’da bir Türk-Müslüman mahallesinin kurulmasına ve başına bir kadı atanmasına izin verilmeyince de Yıldırım Beyazıd İstanbul’u abluka altına alıyor.
Yazar, ²Şehirde ne ocak kullananlar, ne harman işletenler kaldı, yalnız şiddetli açlık halkı kırıyordu. Beyazıd şehre karşı harp açmadı. Kalelerin ve surların tahribi ile de meşgul olmadığı gibi, çarpışma da yapmadı, hiçbir harp tahribine de tevessül etmedi… (sadece) içeriye kimsenin girip çıkmamasını temin ile şehri ablukaya aldı… buğday, şarap, zeytinyağı vesaire kıtlığı başladı… odun kalmadığından güzelim evler yıkılarak enkazı yakılıyordu…² diyor. Şehri düşmekten kurtaran, daha sonra Niğbolu’da yenilecek olan (1396) Haçlı kuvvetlerinin yola çıkması olmuş. Ardından bir de Timur gündeme gelince, Yıldırım Beyazıd düşündüğünü yapamamış.
Ancak çeyrek asır sonra torunu II. Murad, Bizans Devleti ile aralarındaki sorunların çözümlenmemesi üzerine harekete geçmiş ve 1422’de şehrin kapılarına dayanmış. Çatışmalar sürerken, İmparator II. Manuil, saltanat iddiasında olan Sultan Murad’ın kardeşi Şehzade Mustafa’yı ayaklandırmış ve bunu öğrenen Sultan, ²Bizans İmparatoru beni altüst etmek için başıma bir Mustafa daha çıkardı² diyerek şehrin zaptından vazgeçmiş ve ordusunu geri çekmiş.
Kitapta sık sık kardeş kavgalarını, aile içi çatışmaları, verilip tutulmayan sözleri, yapılıp uyulmayan anlaşmaları… okuyoruz. Ve kaybedenlerin başına gelmeyen kalmıyor.
Kuşatmayı başarı ile atlatsa da Bizans Devleti’nin kendini toparlayacak mecali yoktur. İmparatorluk, sadece kalın surlarla çevrili tarihî yarımadadan ibarettir. Anadolu yakası fiilen Osmanlı egemenliğinin hâkim olduğu bir bölgedir, Haliç’in karşı kıyısı ise İtalyan devletçiklerinden Venedik ve Ceneviz’in kontrolü altındadır.
Bizans’ın o günlerde bir sorunu daha vardır: Doğu ve Batı Kiliselerinin birleşmesi. İmparator’un da katıldığı İtalya toplantısında bir birleşme kararı alınmıştır ama Bizans dünyası bunu kabul etmez, pek çok kişi ²dinini kaybettiğini² düşünür. Yazar birleşme yanlısı bir kişi, muhtemelen bunun bir nedeni de Yeni Foça ve Midilli’de yanlarında görev yaptığı koyu Katolik yöneticilerden etkilenmiş olması. Birleşmeyi kabul etmeyenlerden söz ederken kullandığı sıfatlar ağza alınacak gibi değil. Bizanslıların günahlar içinde olduğunu ve günah işlemeye devam ettiklerini söylüyor.
Eserin önemli bir bölümünde Fatih Sultan Mehmed’in siyasî ve askerî faaliyetlerini ve İstanbul’un alınışını okuyoruz. Dukas, Bizans’ın son günlerinde İstanbul’da bulunmuş bir kişi değil, aktardığı bilgiler görgü şahitlerinden derlediği bilgiler. Bazen bariz yanlışlar yapabiliyor. Bunlar Feridun Birimtekin tarafından düzeltilmiş.
İstanbul’un kaybı, Bizans Devleti için bir kentini kaybetmekten öte imparatorluğun sonu olmuş… Yine Fatih, Bizans’ın son kalıntıları olan Atina Dukalığı ve Trabzon Rum İmparatorluğu’na son vermiş. Ege denizindeki askerî faaliyetleri sırasında aldığı adalardan biri de Midilli (1462). Dukas, harekâtın başlangıcı hakkında kısa bir bilgi veriyorsa da sürdürmüyor ve kitabını bitiriyor.