Atilla Dirim
Göçmenimizin adı Berta. Ataları, Rus Çariçesi II. Katarina tarafından Prut ile Dinyester nehirleri arasında kalan ve Besarabya olarak bilinen ülkeye, toprakları ıslah etmek ve çiftçilik yapmak üzere büyük vaatlerle getirilmişti. II. Katarina, aslında bir Alman soylusuydu. Yine kendisi gibi bir Alman soylusu olan ve Rusya tahtında oturan Çar III. Petro’nun saray muhafızları ve soylular tarafından tahttan indirilmesiyle birlikte, Çariçe ilan edilmişti. Uzun yıllar tahtta kalmış, Osmanlı’nın başına epey bela olmuş, ülkesinin sınırlarını genişletmiş ve aralarında Berta’nın atalarının da bulunduğu pek çok Alman’ı ülkenin çeşitli yerlerine iskân etmişti.
Besarabya’ya göç
Berta’nın atalarına yerleştikleri yerlerde müthiş olanaklar vaat edilmişti ama 1770’li yıllarda Besarabya’ya geldiklerinde, kendilerine verilen toprakların bataklıklarla dolu olduğunu görmüşlerdi. Ortada ne vaat edilen evler vardı, ne ziraat araçları, ne de tohumlar. Uzun süre büyük sıkıntılar çekerek bataklıkları kurutmuş, tarım yapmaya başlamış, kendilerine bir hayat inşa etmişlerdi.
Berta, 1902 yılında Brienne’de dünyaya gelmişti. Hayatı daha küçük yaşlardan itibaren zorluklarla dolu olmuştu. Babası öldükten sonra, annesi çiftliği tek başına idare edemediği için yeniden evlenmişti. Üvey baba, bu küçük kızdan hiç hoşlanmamış, daha çocuk yaştayken Berta’yı başka evlerde hizmetçilik yapmaya zorlamış, sonunda da evlatlık olarak bir akrabalarının yanına vermişti.
Teyzesi Olga’nın yanında büyüyen Berta, 1926 yılında kendisinden iki yaş küçük Albert ile evlenmişti. Birlikte, bir çiftliğin kâhyalığını yapmaya başlamışlardı. Zamanla hizmetlerinin karşılığı olarak ufak bir toprak parçası almış, bir ev inşa etmiş, kendi tarlalarını işlemeye başlamışlardı. Çok çalışmayı gerektiren, zor koşullarda Berta çocuklar doğurmuştu, kendi yağlarında kavrularak 1930’lu yıllara girmişlerdi.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Rusya idaresinde bulunan Besarabya’daki yaşam, o yıllarda Alman azınlık için çok zor bir hâl almıştı. Almanca eğitim veren okullar kapatılmış, Almanca gazeteler yasaklanmış, hele de savaş esnasında Almanya lehine faaliyet gösterdikleri gerekçesiyle, Alman azınlığın enterne edilmesi gündeme gelmişti. Devletin Almanların topraklarına zorla el koyacağı söylentileri ayyuka çıkmışken, 1917 Ekim Devrimi imdada yetişmişti. Besarabya, Rusya’dan ayrılarak Romanya idaresine girmiş, Alman azınlık rahat bir nefes almıştı.
Kriz, Naziler, göç
Ancak 1929 dünya ekonomik krizinin etkisi, kısa sürede burada da kendisini göstermeye başlanmıştı. İşsizlik, yoksulluk, güvensizlik Almanlar arasında da yayılıyordu. Artık kimse geleceğe yönelik umutlar beslemiyordu. Moral bozukluğu, karamsarlık alıp başını yürümüştü. Alman azınlık arasında, anavatandan dalga dalga gelen yeni fikirler de yayılmaya başlamıştı: Nasyonal sosyalizm. Yaşlı nüfus bu fikirlere pek itibar etmese de, gençler arasında heyecan ve ilgiyle karşılanıyordu. Nazi ajanları Besarabya’da cirit atmaya başlamıştı.
Hitler ile Stalin arasında 24 Ağustos 1939’da imzalanan ve gerçekte Doğu Avrupa topraklarının Almanya ile SSCB arasında paylaşılmasını öngören anlaşma, Besarabya Almanlarının kaderinde bir dönüm noktasıydı. Nazi Almanya’sı 1 Eylül 1939’da Polonya’yı işgal etmiş, ardından 28 Haziran 1940’ta Romanya SSCB tarafından işgal edilmişti.
Besarabya Almanları şaşkındı. Toprakları aniden “komünistler” tarafından ele geçirilmişti. Sovyet yönetimi, 14 yaşından büyük Almanlara, Besarabya’da kalmak ya da buradan ayrılmak arasında tercih yapabileceklerini ilan etmişti. Gitmek isteyenlere karışmayacaklardı. Aynı zamanda Almanya’daki Nazi hükümeti de “dış Almanlara” bir an önce Almanya’ya dönme çağrısında bulunuyordu. Nazilerin görevlendirdiği memurlar Besarabya’da evleri kapı kapı dolaşıyor, Almanları bin bir vaatle “anavatana” geri dönmeye ikna etmeye çalışıyordu. Yanlarına kişi başına 20 kilo eşya alabileceklerdi, çünkü Almanya’ya Tuna üzerinden gemilerle götürüleceklerdi, eşyalara yer yoktu. Ama Almanya’ya geldiklerinde bütün kayıpları tazmin edilecek, kendilerine toprak, çiftlik, araç gereç, ihtiyaç duydukları her şey verilecekti. Bir daha Ruslardan, Romenlerden çekinmelerine gerek kalmadan, ırkdaşlarıyla birlikte mutlu ve müreffeh bir yaşam süreceklerdi. Tabii Almanya’ya dönmenin bir koşulu vardı: Ancak safkan Alman olduklarını ispat edenler bu haktan faydalanabilecekti. Kanlarına Rus, Romen, Yahudi kanı karışmış olanlar Besarabya’da kalacaktı.
Nazilerin yalanları, boşa çıkan beklentiler
Böylece on binlerce Alman, 1940 sonbaharında sahip oldukları her şeyi bırakarak Tuna’da kendilerini bekleyen gemilere binmeye başlamıştı. Aralarında Berta da vardı. Kocası Albert, çocukları Lilli, Arthur, Gerda, Renate ve Bruno’yla birlikte gemiye binmişler, ama Yugoslavya’nın Senin limanında gemiden indirilmiş, trenlere bindirilerek yola devam ettirilmişlerdi. Almanya’ya bir türlü ulaşamıyor, o göçmen kampından bu göçmen kampına sürüklenip duruyorlardı.
Bu arada Nazilerin anlattığı her şeyin yalan olduğu ortaya çıkmıştı. Almanya’ya götürülecekleri falan yoktu. Aksine, Çekoslovakya ve özellikle de Polonya’ya yerleştirilmeleri, buradaki Alman nüfusunu artırmaları planlanmıştı. Daha da kötüsü, 22 Haziran 1941’de Almanya’nın Barbarossa Harekâtı’yla Sovyetlere saldırmasıyla birlikte, Alman erkeklerini askere almaya ve cepheye göndermeye başlamışlardı. Oysa bu hesapta yoktu! Hani savaş kısa süreli olacak, Almanya’da kendilerine verilecek çiftliklerde mutlu mesut yaşayacaklardı? Hani askere alınmayacaklardı? Çekoslovakya, Polonya da nereden çıkmıştı?
Ama yapacak bir şey yoktu. Nazilere direnmek söz konusu bile değildi. Berta, yine şanslıların arasındaydı. Ailesi, Polonya’ya yerleştirilecekti. Albert askere alınmamış, Polonya’ya ulaştıklarında, orada Wehrmacht için yiyecek temin etmekle görevlendirilmişti. 1941 sonbaharında, Çekoslovakya’nın Kratzau şehri yakınlarındaki bir göçmen kampındaydılar. Çocuklarından biri, Arthur, hayatını kaybetmiş, ancak son çocuğu Hildegard dünyaya gelmişti.
Polonya’daki çiftlik
İki yıl boyunca Kratzau’daki kampta kalmışlardı. Derken 1943’te kendilerine Polonya’nın Werachany şehrine yakın bir çiftliğin tahsis edildiği bildirilmişti. Oraya gidecek ve çiftliğe yerleşeceklerdi. Bu karardan ne Berta, ne de Albert memnundu. Bu köylerin Alman ordusu tarafından kanlı bir şekilde boşaltıldığı, erkeklerin öldürüldüğü, kadınların da evlerine yerleştirilen göçmenlerin emrine hizmetçi olarak verildiği çoktan kulaklarına gelmişti. Polonyalı erkeklerden kurtulabilenler ise partizan gruplarına katılıyor, geceleri köyleri basarak buldukları Almanları öldürüyordu. Ne göçmenler buraya zorla gönderildiklerini anlatabiliyor, ne de Polonyalılar – anlaşılır bir şekilde – onları dinliyordu.
Ama yapacak bir şey yoktu. Trenle yaptıkları uzun bir yolculuğun sonunda Werachany’ye gelip, kendilerine gösterilen çiftliğe yerleşmişlerdi. Burada iki sene boyunca, son derece ağır koşullar altında yaşamaya çalışmışlardı. Albert gündüzleri çiftçilik yapıyor, geceleri de köy korucusu olarak devriyeye çıkıyordu. Berta da ev işleriyle ve hayvanlarla ilgileniyordu. Evin asıl sahibesi olan Anja ismindeki genç kadınla, bu kötü günleri atlatana kadar dost kalma, birbirlerine destek olma konusunda anlaşmıştı. Elbette bunu gizlice yapacak, görünürde evin hanımı ve hizmetçisi olacaklardı. Çünkü Naziler Alman göçmenlerin yerli halkla işbirliği yapmalarını ya da “kardeşçe” ilişkiler geliştirmelerini en ağır şekilde cezalandırıyordu.
Bazı geceler partizanlar köyleri basıyor, silah sesleri, haykırışlar işitiliyordu. Berta bu gecelerde ölesiye korkuyordu. Anja ile birlikte evin bodrumuna bir kovuk kazmış, içini iyi kötü samanla döşemiş, kısmen oturulabilir bir hâle getirmişti. Silah seslerinin yaklaştığı, kapıların yumruklandığı gecelerde hep birlikte bu kovuğa saklanıyor, korkudan tir tir titreyerek bu dehşetin son bulmasını bekliyorlardı.
Tanklar yaklaşıyor, kaçın!
Aradan iki yıl geçtiğinde, 1945 yılına girildiğinde, birden bölgenin Alman yöneticisinden bir emir gelmişti: Bütün Alman kadınları ve çocukları batıdaki kamplara gitmek üzere hazırlanacaktı. Erkekler burada kalacak ve “çiftliklerini” koruyacaktı. Bu sadece geçici bir tedbirdi, çünkü nasıl olsa nihaî zafer yakındı ve geri dönüp mülklerinde yaşamaya devam edeceklerdi. Bir Nazi yalanı daha! Çünkü göçmenler Sovyet tanklarının yaklaşmaya başladığını duymuşlardı. Dolayısıyla sonun yaklaşmakta olduğunu da hissediyorlardı.
Berta, bir kez daha yollara düşme hazırlığı yapmaya başlamıştı. Önceki seferlerden tecrübeli olduğu için, önce doğum belgeleri, vaftiz belgeleri, kimlik kartları gibi önemli evrakı bir araya toplamış, sonra çiftlikte ne kadar kanatlı varsa hepsini kestirip etlerini yanına almak üzere hazırlamıştı. Kamplarda daha önce de yiyecek sıkıntısı yaşanmıştı, bu kez herhalde daha da kötü olacaktı.
Bir kez daha kamplardan kamplara yolculuk başlamıştı. Son olarak geldikleri Kalisch kampında, göçmenler artık birer mülteciye dönüşmüştü. Etrafta yüzlerce, binlerce aç insan vardı. Kendilerine kamptan ayrılma emri verilmişti ama karınları açtı! Kampın deposunda yiyecek olduğunu, ancak Nazi yöneticilerin bunları kendilerine sakladığını da biliyorlardı! Mülteciler bir anda öfkeyle kampın deposuna saldırmaya ve yiyecekleri yağmalamaya başlamıştı. Berta’nın en büyük kızı Lilli de yağmacıların arasındaydı. Raflardan birine uzanmış ve eline geçen ilk şeyi almıştı. Taş gibi, donmuş bir sunî bal kütlesiydi bu!
Ama bir yeri yağmalarken, çabuk olmak lazımdı. Ve oradan derhal ayrılmak! Lilli bunu yapamamıştı; arkasını döndüğü anda, kamp komutanıyla burun buruna gelmişti. Adamın yüzü öfkeden kıpkırmızıydı ve elindeki tabancayı Lilli’nin yüzüne doğrultmuştu. Lilli, elindeki bal kütlesini yere bırakarak, titreyen ellerini havaya kaldırmıştı. Tam o esnada Berta içeri girmişti. Durumu görür görmez, Lilli’nin önüne geçerek göğsünü germiş ve adama önce kendisini vurmasını söylemişti.
Kamp komutanı öfkeyle onlara bakmış, silahını indirmiş, dişlerinin arasından defolun diye bağırmış ve bal kütlesine bir tekme atarak dolabın altına, kimsenin almasının mümkün olmayacağı bir yere göndermişti. Bu arada Albert de onlara katılmıştı, çünkü Sovyet tankları giderek yaklaşıyordu. Savaş kaybedilmiş, Almanya yenilmişti. Binlerce insan, bulabildiği her türlü vasıtayla batıya kaçmaya çalışıyordu.
İtin, itin, itin!..
Aylardan ocaktı, dışarıda dondurucu bir soğuk vardı. Albert bir yerlerden büyükçe bir kızak bulmuştu. Ellerinde kalan üç beş eşyayı kızağa yüklemişlerdi. Birkaç parça giysi, çamaşır, battaniyeler, azıcık erzak, içinde önemli belgelerin bulunduğu bir kutu. Küçük Hildegard bir battaniyeye sıkı sıkı sarılmış ve eşyaların üzerine oturtulmuştu. Albert kızağın önüne geçmişti; yük hayvanı falan olmadığı için kızağı o çekiyor, Berta ve çocuklar arkadan itiyordu. Yolu bulmak kolaydı: Binlerce, on binlerce insan, Sovyet tanklarının altında ezilmemek için Weichsel nehrini geçmeye çalışıyordu. İtin!, diye bağırıyordu Albert, itin, itin, itin!
Kar diz boyuydu, hava buz gibiydi. Berta’nın gücü tükenmişti, giderek daha geride kalıyordu. Küçük Renate de. Albert bunu fark ettiğinde, ani bir kararla kızağın üzerinde ne varsa aşağı atmış, Berta ile Renate’yi üzerine oturtmuş ve battaniyenin içindeki Hildegard’ı annesinin kucağına vermişti. Berta, en küçük kızının hiç kımıldamadığını, neredeyse donmak üzere olduğunu fark etmişti. Onu koynuna sokarak, vücuduyla ısıtmaya çalışmıştı. Albert ise Bruno, Renate, Gerda ve Lilli’ye bağırmaya devam ediyordu: İtin, itin!…
Bu esnada yukarıdan uçaklar uçuyor ve yakın civara bıraktıkları bombalar korkunç seslerle patlıyordu. Sonunda bir tren istasyonuna vardıklarında, hepsinin gücü tükenmişti. Burada onlara içmeleri için sıcak bir şeyler verilmişti. Derken bir tren gelmişti. Mülteciler hayvan taşımaya mahsus yük vagonlarına tıkıştırılmıştı. Vagonların üstü açıktı ve hava daha da soğumuştu. Berta yeni doğum yapmış genç bir kadın görmüştü. Kadın, ölü bebeğini göğsüne bastırarak ona ninniler söylüyordu. Sonunda bebeği alıp karların üzerine bıraktıklarında, ninni kesilmişti. Baştaki öfke ve isyan nöbetleri, küfürler, yerini bir kabul ve teslimiyet duygusuna bırakmıştı.
Bir süre sonra durdukları bir istasyonda, Kızılhaç görevlilerinin ekmek dağıttığını görmüşlerdi. Albert ve 14 yaşındaki Gerda trenden inmiş, ekmeğe hücum eden mültecilerin arasına karışmıştı. Albert bir somun ekmek alarak vagona dönmüştü ama Gerda ortada yoktu. O da bir somun ekmek almıştı ama henüz çok küçüktü. Göğsüne bastırdığı ekmekle mültecilerin arasından geçmeye çalışırken, etrafındaki sayısız insan kızın ekmeğinden bir parça kopartmış ve trene ulaşabildiğinde elinde hiçbir şey kalmamıştı. Ve o boş ellerle dışarıda, ailesi hareket eden trenin içindeydi. Albert elini ona doğru uzatmıştı ama artık çok geçti. Vagondan atlamaya çalışan Berta’yı, tekerleklerin altında kalarak öleceğini bildikleri için güçlükle zapt etmişlerdi. Çığlıklar ve ağlamalar arasında tren uzaklaşırken, Gerda karla kaplı ıssız bir ovanın ortasındaki istasyonda öylece kalakalmıştı.
İstasyon şefi onun yanına gitmiş, kim olduğunu sormuş, telefonla uzun uzun görüşmeler yapmış ve kıza bir mucizenin gerçekleştiğini söylemişti: Ailesinin bulunduğu tren, Gerda’nın hemen o an unuttuğu bir sebepten ötürü tekrar geri dönecekti. Nitekim yarım saat sonra aile yeniden bir araya gelmişti ama ömürlerinden kim bilir kaç yıl giderek…
Yeni yuva, ama…
Yine kamplardan kamplara geçerek, sonunda Franken adı verilen bir bölgede, Untermerzbach adlı küçük bir köye ulaşmışlardı. Mülteciler burada kampa dönüştürülmüş eski bir şatoya yerleştirilmişti. Berta’nın ailesine burada bir oda verilmişti. Bulundukları yer, Amerikan işgal bölgesiydi. Şatonun mahzeninde bol miktarda şarap vardı, Amerikan askerleri bunu çabuk fark etmiş, dahası, genç kadınların hangi odalarda bulunduğunu da öğrenmişlerdi.
Bir gece, Albert’in bir iş için dışarıda bulunduğu bir anda, iki sarhoş Amerikan askeri ailenin odasına dalmıştı. Üst ranzadaki yatakta örtülerin altına saklanmış olan 18 yaşındaki Lilli ile 14 yaşındaki Gerda’yı bulmaları fazla uzun sürmemişti. Berta bir kez daha askerlerin karşısına dikilmişti, Lilli üçüncü katın penceresinin pervazına çıkarak aşağı atlamaya hazırlanıyordu, Gerda ve diğer çocuklar avazları çıktığı kadar ağlamaya başlamıştı. Tam o esnada çok iyi Almanca konuşan bir subay odaya girerek iki sarhoş askeri dışarı atmış ve penceredeki Lilli’yi içeri çekmişti. Bir badireyi daha atlatmışlardı ama bunların izi hepsinde kalacaktı elbette…
Böylece anneannem Berta, dedem Albert, annem Hildegard, teyzelerim Lilli, Gerda ve Renate, dayım Bruno, Untermerzbach’da üzerlerindeki giysilerden başka neredeyse hiçbir şeye sahip olmadan ve birer “öteki” olarak hayata yeniden başlamıştı. Annem Hildegard yıllar sonra babamla evlenerek Türkiye’ye geldi; böylece ablam ve ben de savaşın ve mülteciliğin nasıl bir felaket olduğunu birinci ağızdan öğrenmiş olduk.
Bu anlattığım elbette sadece bize mahsus bir şey değil; bu satırları okuyan herkesin ailesinin tarihinde bir göçmenlik hadisesi yaşandığına eminim. Bugün en azılı göçmen düşmanları, geçmişte kendileri de göç etmiştir. Hatta insan türü, Homo sapiens dahi, Afrika’dan göç ederek dünyaya yayılmıştır. Göçmen düşmanlarına buradan bir çağrı yapayım: Kendine düşman olduğunun farkında mısın? Anlatılan senin hikâyen yahu …