Serdar Korucu
Türkiye’deki Suriyeliler için kayıtlı oldukları şehirlere gönderilme kararı tartışma yarattı. Benzeri kararlar Osmanlı’da da, Cumhuriyet Türkiye’sinde de alınmıştı.
Osmanlı’nın devlet mekanizması 19. yüzyıl reformlarıyla karmaşıklaştı. Özellikle asayiş, güvenlik ve ekonomik nedenlerle “eşkâle dayalı iç pasaport sistemi olan mürûr tezkereleri” oluşturmaya başlandı. Nalan Turna’nın Seyahat, Göç ve Asayiş Belgeleri: Mürûr Tezkereleri (Kaknüs Yayınları, 2013) kitabına göre, bu uygulama giderek merkezîleşen devletin gözetleme ve denetleme pratiklerinin birer yansımasıydı. Mürûr tezkereleri savaşlar, isyanlar, işgaller ve reformlara karşı direnişlerin olduğu bir dönemde, merkezî devletin hem imparatorluk içerisinde hem de imparatorluktan dışarıya göç hareketlerini denetlemek ve vergi tahsilatı ve asayişi sağlamak gerekçeleriyle hayata geçirilmişti.
Kayserilioğlu Nişan Ohannes
Turna’nın örneklediği tezkereler içinde Ermeniler de bulunuyordu. Bunlardan biri 1898’de Hicaz’a gitmek için mürûr tezkeresi başvurusunda bulunan Mustafa isimli bir Osmanlı vatandaşıydı. Bu başvuru üzerine nizamnâme gereği olarak tahkikat yapılıyor, aslında bu kişinin Erzurumlu olduğu ve Kayserilioğlu Nişan Ohannes isminde bir Ermeni olduğu ortaya çıkıyordu.
KayserilioğluNişan Ohannes, başvurusundan önce, 1891’de Batum’a gitmiş, orada 2,5 sene kaldıktan sonra memleketi Erzurum’a dönmüştü. Kendi ifadesiyle “Ermeni işleri” henüz son bulmadığından, 15 gün kadar saraç ustalarından Arif adlı bir kişinin evinde saklanmak zorunda kalmış ve sonrasında Sivas’a, oradan da Yozgat ve Kayseri yoluyla Adana’ya gitmişti. İki ay kadar pamuk tarlalarında çalıştıktan sonra önce İskenderun’a, ardından Magosa’ya geçmiş ve bir buçuk yıl kadar Şamlı Ebu Reşid isimli birinin yanında yazmacılık yapmıştı. Buradan Lefkoşa’ya geçtikten sonra Nalband Hacı Ali isimli birinin nasihatleriyle Müslüman kimliği alacaktı.
Hayatına Mustafa Bey olarak devam eden KayserilioğluNişan Ohannes, Beyrut’a geçiyor, sonra yeniden Kıbrıs’a dönüyordu. Bölgedeki tek Ermeni de kendisi değildi; kendi aktarımıyla, “Halep Vilayeti’nden Lefkoşa’ya firarî giden bir Ermeni cemaati” de bulunmaktaydı. Tahkikat sonunda Hicaz’a gitmek için yaptığı başvuru “karmaşık” görülecek, Ermenilerle “siyasî” bir ilişki içerisinde olabileceği kanısına varılacaktı. Bu örnek ilk değildi, Ermenilerle ilgili tahkikatlar 19. yüzyıl boyunca sürecekti.
Şehre girmeye çalışan Ermeniler
Osmanlı başkenti İstanbul, bu dönemde kayıtlı olmayan bir nüfusu sık sık tartışacaktı. Problem, o dönem şehre girmeye çalışan Ermenilerdi. Kaçmalarının nedeniyse bölgelerindeki katliamlardı.
II. Abdülhamid döneminde yükselen Ermenilere yönelik şiddet, 1895-1897’de doruk noktasına ulaşıyordu. Talin Suciyan’ın Aras Yayıncılık’tan çıkan Modern Türkiye’de Ermeniler kitabına göre, Patrik Mağakya Ormanyan, ölümünden sonra yayımlanan Khohk yev khosk [Düşünce ve Söz] başlıklı anılarında 300.000 Ermeni’nin öldürüldüğünü ifade ettiği katliamları da anlatıyordu. Ormanyan’a göre, vilayetlerde yaşayan Ermeniler İstanbul’a akın ediyordu, ancak Ermenilerin İstanbul’a göçü yasak olduğu için köylerine geri gönderileceklerdi. Bölgedeki Ermenilerin bazılarıysa yabancı ülkelere kaçıyordu. Bu kesimin Osmanlı topraklarına geri dönmelerine izin verilmeyecekti.
Ermeniler, 1895-1897 katliamları sırasında olduğu gibi, 1915’ten sonra da İstanbul’u Küçük Asya şehirleri ve doğu vilayetlerinden daha güvenli göreceklerdi. Özellikle Mondros Mütarekesi’nden sonra Ermeni sürgünler trenle Halep’ten İstanbul’a getirileceklerdi. Dönemin patriği Zaven Der Yeğyayan’a göre, sürgünlerin sayısı 35 bin civarındaydı.
Patrik anılarında, cemaatin bu sorunla başa çıkmak için üç yapı kurduğunu anlatacaktı: Bunlardan ilki, yetimlerin bakımını üstlenecek olan Yetimlere Yardım Komitesi (Vorpakhnam); ikincisi Sürgünler Cemiyeti (Darakrelots Ingerutyun) ve üçüncüsü Ermeni Kızılhaçı’ydı. Bunlardan ikinci ve üçüncüsü, 28 Şubat 1919’da birleşerek Ermeni Millî Yardım Komitesi’ni (Hay Azkayin Khnamadarutyun) oluşturacaktı.
Patrik Der Yeğyayan, anılarında bu örgütün İstanbul’un bütün ilçelerinde şubeleri olduğunu, sürgünler ve kurtulanlar için merkezler açtığını yazıyordu. Ancak durumun daha da kötüleştiğini ve bağışların yeterli olmadığını gören Ermeni Millî Meclisi, Anavatan Vergisi adıyla özel bir vergi yürürlüğe koyacaktı. Der Yeğyayan da bu vergiyi, “Perişan ve evsiz Ermeni kardeşlerimizin ihtiyaçları, anavatanlarında düzenlerini kuruncaya kadar bu vergiden elde edilen gelirle karşılanacaktı, adı bunun için Anavatan Vergisi’ydi” sözleriyle açıklayacaktı.
Yetimhaneler ve soykırımdan kurtulanlar için açılan sığınma evlerinin çoğu 1920’de ağzına kadar doluyordu. Fakat savaşın seyrinin değişmesiyle, Refet Bele’nin Kasım 1922’de İstanbul’a gelişinden sonra üzerindeki baskılar artan Patrik Der Yeğyayan, Mustafa Kemal’in çevresi tarafından persona non grata (istenmeyen kişi) ilan edilecek, 10 Aralık 1922’de görevini bırakıp İstanbul’u terk etmek zorunda bırakılacaktı. Bu süreç yetimhaneler ve sığınma evlerini de etkileyecek, 1922’de İstanbul’daki yetimhaneler Yunanistan’a; Harput, Sivas, Kayseri ve Diyarbakır’dakiler de Halep’e taşınacaktı.
İstanbul dışında gayrimüslim bırakmamak
Ermeniler çeşitli nedenlerle İstanbul’a gelmeye devam etti. 1923 sonrası dönem boyunca devlet politikaları, özellikle Küçük Asya ve Kuzey Mezopotamya’da Ermeni okullarının yeniden açılmasına izin vermeyerek, Ermenileri İstanbul’a göç etmeye zorladı. Ermenilerin vilayetlerden İstanbul’a göçü, Cumhuriyet’in ilk on yıllarında büyük bir tartışma konusu olacak, Ermeni toplumu, sayısız başka şeyin yanında, barınacak yere, işe ve gıdaya ihtiyacı olan binlerce kişiye ev sahipliği yapacaktı. Patrik ve cemaat kurumları bu meseleyi kendi imkânlarıyla hâle yola koymaya çalışıyordu.
Suciyan’a göre, Cumhuriyet’in Kemalist elitinin hedeflerinden biri İstanbul dışında yaşayan gayrimüslim bırakmamaktı. Bu sadece Ermenilerle sınırlı kalmamış, Rumlara karşı da benzer bir tutum sergilenmiş, 1922’de nüfus mübadelesi yapıldığında sadece İstanbul ve iki adada – Bozcaada (Tenedos) ile Gökçeada (İmroz) – kalmalarına izin verilmişti. Cumhuriyet döneminin daha sonraki yıllarında Rumları adalardan kovmaya yönelik sistematik politikalar uygulanacaktı. Sonunda İstanbul, Rum nüfusun bulunduğu tek şehir olarak kalacaktı.
Ankara’nın atacağı adımlar İstanbul içinde kalanların da yaşam alanlarını sınırlıyordu. Tüm gayrimüslimler için 1925’te farklı bir dönem başlayacak, seyahat özgürlüklerine ciddi kısıtlamalar getirilecek, İstanbul içinde kayıtlı olmayanların şehre gelmesine kısıtlama uygulanacaktı. Üsküdar Valiliği, 2 Şubat 1925 tarihli bir hükümet tamimine dayanarak Kartal, Maltepe ve Pendik’teki gayrimüslimlerin İstanbul’a seyahatini yasaklıyor ve insanların işlerine gidebilmek için her gün Ankara’dan izin istemelerini öngörüyordu. Böylece Dahiliye Vekaleti’nin gayrimüslimlere seyahat etme izni verdiği bölge, o zaman İstanbul kentinin sınırları anlamına gelen Gebze’den Çatalca’ya kadar olacaktı. Bakanlar Kurulu, gerekçe olarak Seyr-ü Sefer Talimatnamesi’nde getirilen sınırlamaları gösterecek, Anadolu’dan Ermeni inşaat işçileri ve çavuşların yol inşaatında çalışmak üzere İstanbul’a gelmelerini yasaklayacaktı.
İstanbul içinde yaşayanların da hareketleri kısıtlanıyordu. Mesela 1928’de İstanbul Valisi’nin kısıtlama kararı sadece gayrimüslimlere yönelikti ve gayrimüslimlerin yazlarını Kilyos, Polonezköy ve Yakacık’ta geçirmelerine izin veriyordu. Seyahat yerel yöneticiler için ciddi bir sorun özelliğini sürdürecekti. Gayrimüslimlerin İstanbul’a yolculukları, nereden yola çıktıkları ve şehrin hangi mahallesine gideceklerine bakılmaksızın, sıkı kontrol altındaydı. Mesela 1929’da askerî bölgelerin güvenliği konusundaki bir başka kararname yayınlanıyordu. Bu kararname ile gayrimüslimlerin Mayıs-Haziran ayları arasında yalnızca Bursa, Tuzla, Yalova ve Çeşme’ye gitmelerine izin verilecekti.
Suciyan’a göre, bu örnekler İstanbul’a gayrimüslimlerin attıkları her adımın yakından izlenebileceği bir sıkı kontrol bölgesi ya da daha doğrusu bir panoptikon olarak ne kadar önem verildiğini göstermekte. Panoptikon mahkûmları kontrol altında tutmak için tasarlanan bir hapishane modeliydi. Burada ise bütün bir kent, insanların yalnızca polis ya da güvenlik güçleri tarafından değil, diğer araçlarla da, örneğin komşu, tanıdık, bakkal tarafından da kontrol altında tutulduğu bir cezaevi hâline getirilmişti. Bu politika Cumhuriyet’in sancılı birkaç yılıyla da sınırlı kalmayacaktı…