Işıl Demirel
İlkokula başladığım yılları düşününce, zorla ezberletildiğinden olsa gerek, zihnime kazınan iki şey geliyor aklıma. İlki Türkiye’nin üç tarafı denizlerle çevrili bir ülke olması, ikincisi de “gâvur Yunanlıların” kahraman Türkler tarafından Ege denizine dökülmesi. Çocuk zihnim, üç tarafı denizlerle çevrili ülke kavramını ürkütücü bulmuştu. Kaygım, ya gitmek istersek diyeydi. Yüzme bilmeyenler gitmek isterse nereye, nasıl gidecekti? Çocukça bir kaygıydı elbet, ama bu kaygıyı pekiştiren de bizzat eğitim sistemi ve çokça yer verdiği cumhuriyet mitolojileriydi. Her 23 Nisan’da okulda yapılan törenlerde, temsilî Yunan askerlerinin temsilî kahraman Türkler tarafından denize dökülme sahnesi canlandırılırken, bu gösteri beni dehşete düşürürdü yine aynı kaygıyla. Korkulu sorular kaplardı aklımı: “Yunan askerleri denize dökülünce ne oldu? Boğuldular mı? Öldüler mi?”
Bu soruların cevabını ancak büyüdüğümde öğrendim. Yunan askerleri ölmemiş, limanda kendilerini bekleyen gemilerle ülkeyi terk etmişlerdi. Cumhuriyet mitolojisi bu olayı, ne denli vahşi olduğu üzerine düşünmeden “denize dökmek” olarak adlandırmayı ve tabii kendini kahramanlaştırmayı seçmişti. Millî eğitim kitaplarında “üç tarafı denizlerle kaplı cennet vatan” diye tanımlanan Türkiye’nin aslında ne denli bir mezar olduğunu iyice belledikten sonra daha da vahşice buldum bu “denize dökmek” tanımını. Sadece toprakları değil denizleri de kanla, cesetle, ölümle kaplıydı bize “cennet vatan” diye öğretilen toprak parçasının.
2015 yılının Eylül ayıydı. Sevdiğim birkaç dostum, Asos’un bir kıyı köyünde yazın son demlerinin tadını sessizlikle, huzur içinde çıkarmaya çalışıyordu. Kaldıkları evin hemen önünde gündüz tüm berraklığı “gel bana” diyerek çağıran, akşamları ise yıldızları, ayı yansıtarak yaptığı cilvelerle pırıl pırıl parlayan, “belki de dünyanın en güzel denizi bu” diye düşündükleri deniz, o yıl mezarlık olmuştu.
Tüm yaz boyunca plajları kalabalıktan geçilmeyen Bodrum’da, bir Eylül sabahı, kıyıya Aylan bebeğin minik bedeni vurmuştu. Onun Bodrum’da kıyıya vuran bedeni ile gerçek, hem tüm ülkenin ve dünyanın suratına bir tokat gibi inmiş, hem de tatilin sonunu getirmişti. Dostlarım o geceyi, her vicdanlı insan gibi kahırla, kederle geçirdikten sonraki sabah yine dünyanın belki de en güzel denizine uyanmışlardı. Ne bakıp keyif almak ne de yüzmek mümkündü artık o güzel sularda. Her an bir giysi, bir ayakkabı, cansız bir beden ile karşılaşabilecek olmanın verdiği o ağırlık tatilin sonunu getirmişti. Dünyanın belki de en güzel denizi, yalnızca küçücük bedeni haberlere, gazetelere malzeme olan Aylan bebeğin değil, daha adını bilmediğimiz onlarca, yüzlercesinin mezarıydı. Üstelik onlar bu denizlerin, bu coğrafyanın denizde yaşamı son bulan ilk mültecileri de değildi. Yahudi mültecileri taşıyan Struma gemisi de 1942 yılının Şubat ayında yine bu ülkenin karasularında batırılmış, deniz 768 kişiye mezar olmuştu. Üstelik Struma da ilk değildi.
Beynelminel Yahudi
Nazilerin 1933 yılının Ocak ayında iktidara gelmesiyle beraber, Almanya’da Yahudilerin durumu günden güne kötüleşmeye başlamıştır. Nazi hükümeti tarafından arka arkaya çıkarılan kanunlar ve kararnamelerle Yahudiler işten atılmış, okullardan uzaklaştırılmış, şehirlerin belirli bölgelerinde yaşamaları yasaklanmış, günün belirli saatleri dışında sokağa çıkmaları engellenmiş, koyulan alışveriş kısıtlamaları ile temel gıda maddelerine dahi ulaşımlarına mani olunmuştur. Naziler, yalnızca kanun ve kısıtlamalarla değil propaganda çalışmalarıyla da Yahudileri, Alman ırkı için alenî bir öteki olarak ilan etmiş, toplumdan dışlamaya ve soyutlamaya çalışmışlardır.
Nazilerin bu politikaları, kısa zaman içerisinde çeşitli Avrupa ülkelerinin de Nazilerce işgal edilmesiyle beraber Avrupa’nın geneline yayılmaya başlar. Naziler tarafından açılan ölüm kamplarının dedikodusu yayıldıkça Avrupa ülkelerinde yaşayan Yahudiler canlarını kurtarabilmek amacıyla yaşadıkları Nazi işgalindeki ülkelerden kaçmaya çalışılır. Ancak karayolları ve sınırlar kapalı olduğundan, Yahudiler için Avrupa’dan kaçabilmenin ve canlarını kurtarabilmenin tek yolu deniz yoluyla tarafsız ülkeler üzerinden Filistin’e gitmektir. Bu göç yolundaki ülkelerden biri de Türkiye’dir.
Corry Guttstadt’ın deyimiyle Türkiye’de 1930’lu yıllarda moda haline gelen “ithal antisemitizm” en çok Nazi iktidarının propaganda yöntemlerinden ve söylemlerinden etkilenmiştir. Modern antisemitizmin en önemli yazıları 1930’lu yıllar boyunca arka arkaya Türkçeye çevrilip yayımlanmıştır. Hitler’in Kavgam, Henry Ford’un Beynelminel Yahudi kitapları 1940’lı yıllarda devletin basına uyguladığı sıkı sansüre rağmen resmî makamların göz yummasıyla Türkçe olarak yayımlanmış ve birkaç baskı yapmıştır. Döneme yazı, karikatür ve yayınlarıyla damga vuran isimlerin başında Nihal Atsız, Cevat Rıfat Atilhan, Mustafa Mermi, Falih Rıfkı Atay, Nadir Nadi, Yusuf Ziya Ortaç, Ramiz Gökçe, Sedat Simavi gelir. Ülkenin neredeyse tüm en önemli ve yaygınca okunan yayınları antisemitizm furyasının neferi haline gelir. Devlet tarafından kolay kolay bir engelle karşılaşmayan bu yayınlarda, Nazilerin Almanya’da Yahudilere karşı giriştikleri amansız savaş bir “millî direniş” olarak tanımlanmaktadır.
Cumhuriyet gazetesi Yunus Nadi tarafından çıkartılmakta, oğlu Doğan Nadi ise gazetedeki başyazılarında antisemit fikirlerini ve çağrılarını saklamadan yayınlamaktadır. Yayınladığı yazılardan birinde Yahudi mültecilerle ilgili fikir ve görüşlerini şöyle belirtecektir: “Ve son vaziyetlerde en büyük endişeyi doğuran Musa’nın serseri ahfadının düşüncesiz ve gayesiz dolaşmalarında yollarını lütfen Türkiye’ye düşürmemelerine dua edelim. Hiç değilse kalabalık gelmesinler.”
Hükümetin resmî gazetesi niteliğindeki Cumhuriyet bu yayınlarla kuşkusuz devlet ideolojisinin de yankısı durumundadır. Her ne kadar 1933 yılında 58 Alman Yahudi bilim adamı bizzat devletin en yüksek makamı tarafından Türkiye’ye davet edilmiş ve üniversitelerde çalışmalarına izin verilmişse de, yıl 1938’e geldiğinde aynı hükümet tarafından Nazilerden kaçan Yahudilerin ülkeye girişlerini sınırlamak amacıyla Pasaport Kanunu ilan edilecektir. Kanun, Yahudi mültecilerin değil ülkeye giriş yapmalarına izin vermek, transit geçmelerine dahi engel olmayı amaçlamaktadır. Kanun sebebiyle, Avrupa’dan kaçan Yahudileri taşıyan pek çok kötü durumda ya da yardım ihtiyacında olan gemi duraklamak için dahi Türk limanlarına uğrayamamaktadır. Kimi haddinden fazla kalabalık, kimi yakıtı, yiyeceği bitmiş bu gemilerin limanlara giriş yapma girişimleri hükümet tarafından kovulmalarıyla sonuçlanır.
Salvador adlı bozuk bir gemi
Parita bu gemilerden yalnızca biridir. Almanya, Çekoslovakya ve Polonya gibi ülkelerden 800 kadar Yahudi mülteciyi Filistin’e götürmeye çalışan Parita, 1939 yılının bir Ağustos sabahında yakıtı bittiği için İzmir açıklarında demirlemek zorunda kalır. Yakıt ikmali yapılmayan gemi bir hafta kadar İzmir açıklarında bekletilir, temel ihtiyaç maddeleri ve içme suları tükenen Yahudi mültecilerin karaya çıkmalarına veya onlara yardım ulaştırılmasına izin verilmez. Yahudi yardım örgütleri bu temel ihtiyaçlar için yardım toplarsa da yardımın ulaşmasına izin vermeyen hükümet, bir süre sonra gemiyi yola devam etmeye mecbur eder. Yakıt ikmali yapılmadan Türkiye karasularından çıkması sağlanan geminin İzmir’i terk etmesinin ardından, Ulus gazetesi 15 Ağustos 1939 günü “Serserilik eden Yahudiler nihayet İzmir’den ayrıldılar” diyerek haberi duyurmuştur.
Bir buçuk yıl kadar sonra, 1940 yılının Aralık ayında bu kez de Bulgaristan’ın Varna şehrinden yola çıkan, Çekoslovakya ve Bulgaristan’dan 352 Yahudi mülteciyi taşımakta olan Salvador gemisine gelir sıra. Gemi, Naziler Bulgaristan sınırına dayandıkları anda Varna limanından hareket etmiştir. Canlarını Nazilerden kurtarmak amacıyla bozuk motorlu bir gemiyle ülkeyi terk etmeyi göze alan Yahudi mülteciler üç günlük zorlu bir yolculuğun ardından İstanbul’a ulaşmıştır. Daha önceki deneyimlerden Türk hükümetinin tutumu bilinmektedir, ancak kötü hava koşulları geminin devam etmesine engel olmuştur. İstanbul’a 6 Aralık 1940 günü ulaşan Salvador, hava koşulları nedeniyle duraklamış, hükümet ise gemiye altı gün kadar tahammül gösterdikten sonra 12 Aralık günü kötü hava koşullarının devam etmesine rağmen gemiyi denize açılmaya mecbur bırakmıştır. Denize açılmasıyla beraber gemi Silivri açıklarında şiddetli fırtınaya tutulur ve iki direğinin de kırılması sonucu batar. Salvador gemisinin taşıdığı 352 Yahudi mülteciden 127’si boğularak ve donarak yaşamını yitirir, 103 kişi kaybolur. Ölenlerden 70’i çocuktur. Gazetelerde köşe yazıları, Karikatür ve Akbaba gibi mizah dergilerinde karikatürler, sığınacak bir yer arayan Yahudi mültecilerle alay etmeye devam eder.
Geminin battığı 1940 yılının Ağustos ayında Romanya da Yahudi karşıtlığı furyasına katılır ve ırkçı yasalarla ülkeyi Yahudiler için yaşanmaz hâle getirmeye başlar. Artık göğüslerinde sarı yıldız taşımak zorunda kalan Romanyalı Yahudilerin yaşamları 1941 yılında Almanya’daki dindaşları ile hemen hemen aynıdır. Romanya Yahudileri için de kaçınılmaz sondan kurtulmanın tek yolu, yasadışı yollarla da olsa ülkeden çıkarak Filistin’e ulaşabilmektir.
Bu amaçla küçük motorlarla Karadeniz’den geçerek Filistin’e kaçak olarak ulaşmayı hedefleyen bir grup Yahudi Türkiye karasularında seyir halindeyken yakalanır ve altı ay kadar hapiste tutulur. Romanya’dan kaçmaya çalışan Yahudilerin bir kısmı ise Panama bandıralı Struma gemisini tercih eder. Son derece lüks bir gemi olarak lanse edilen Struma, Yahudi mültecilere bin dolar karşılığında rahat ve güvenli bir yolculuk vaad etmektedir. Toplam 150 kişilik kapasiteye sahip Struma için 769 bilet satıldıktan sonra gemi 12 Aralık 1941 günü (Salvador gemisinin batmasından tam bir yıl sonra) Köstence’den hareket eder.
Struma, ne lanse edildiği gibi lüks ve rahattır ne de bu kadar insanı taşıyacak kapasiteye sahiptir. Üstelik motoru arızalıdır. Tüm bunları göze alarak gemiye binen Yahudi mülteciler için de geri dönmek söz konusu değildir.
Struma, yola çıkışından bir gün sonra 13 Aralık günü arızalanır ve rüzgârla sürüklenmeye başlar. Romanya açıklarında Struma’nın imdat sinyalini alan bir Romen şilebi, 150 bin dolar karşılığında gemiyi tamir etmeyi kabul ettiğinde, talep edilen meblağ yolcular tarafından toplanan ziynet eşyaları, mücevherler ve paralar ile ödenir. Gemi yeniden yola çıkmayı başarır, ama 14 Aralık günü yine arızalanır.
Bir gün boyunca sürüklenen gemiyi 15 Aralık 1941’de bir Türk römorku Sarayburnu açıklarına çeker. Burada demir atan Struma gemisi sarı bayrak çekilerek karantina altına alınır. Parita gemisinde olduğu gibi, resmî makamlar bu kez de ne Yahudi mültecilerin karaya ayak basmasına ne de gemiye yardım ulaştırılmasına izin verir. İçme suları ve yiyecekleri tükenen ve gemide baş gösteren salgın hastalıklar için ilaçları bulunmayan mülteciler, gemiye “Bizi Kurtarın” yazılı bir çarşaf asmışlardı. Bütün sahilden görülebilen bu pankarta cevap verilebilmesine tek engel Türk hükümeti idi. İstanbul’daki Yahudiler dindaşlarına yardım götürmeyi istedilerse de başarılı olamamışlardı. Üstelik kimilerinin akrabaları da Struma yolcusuydu. Struma, tam 70 gün yardım bekleyerek karantinada tutulduktan sonra, 23 Şubat günü bir römorkla hükümet tarafından Şile açıklarına çekildi ve kaderine terk edildi.
Şile açıklarında büyük bir patlama
Yola devam edemeyecekleri biliniyordu. Geminin motoru tamir edilmek üzere çıkarılmış ve geri takılmamıştı. Gıda ve su stokları tükenmişti. Salgın hastalıklar artmış, kış koşulları Boğaz sularında bekleyen gemide daha da ağır yaşanmıştı. Kaderine terk edildiği gecenin sabahında, erken saatlerde Şile açıklarında büyük bir patlama oldu. Sonraları bir Sovyet denizaltısı olduğu öğrenilen araçtan atılan bir torpido ile Struma Türk karasularında infilak etti. Patlama sebebiyle ölmeyip denize dökülen yolcuların haykırışları kimse tarafından duyulmadı. Patlamadan sağ kurtulanlar, Şubat soğuğunda, denizin ortasında donarak öldü. 24 Şubat 1942 Salı sabahı Şile açıklarında 769 Yahudi mülteciden 768’i öldü. 300 kadarı çocuktu.
Anadolu Ajansı 24 Şubat 1942 günü resmî bir açıklama yaptı:
“İçinde 769 Romanyalı Yahudi bulunan Panama bandıralı Struma vapuru İstanbul’a 15 Kanunuevvel 1941 tarihinde geldi. Gemi, makinesinde tamiri müşkül ve hatta kasten olduğu intibaını veren arızaların bu Yahudiler’i kabul edebilmesi ihtimali olan devletlerin Ankara’daki mümessillerine birkaç defa müracaat edildiği gibi bu Yahudileri geldikleri memlekete iade etmek imkânı olup olmadığı araştırıldı. Yahudilere ya yollarına devam etmeleri veya geri dönmeleri için birkaç kere tebligatta bulunuldu. Müracaat edilen devletlerden kimi alaka göstermedi, kimi de kabul edemeyeceğini bildirdi. Geminin tamiri hitam bulduğu halde, bizzat Yahudiler ne yollarına devam ettiler ne de geriye döndüler. Binaenaleyh gemiyi geldiği denize iade etmekten başka imkân kalmadığı cihetle bu hususta alaka gösterecekleri zannedilen devletlerin mümessillerine haber verildi ve badehu gemi, 23 Şubat’ta Karadeniz’e iade edildi. Ertesi günü sabahleyin Boğaz dışında Yön Burnu’nun 4-5 mil kadar açığında bir infilaktan sonra geminin batmakta olduğu haber alınarak mahalline tahlisiyeler gönderildi.”
Struma gemisiyle ilgili gerçeklerin Anadolu Ajansı’nın anlattığı gibi olmadığı yıllar sonra ortaya çıkacaktı. 768 Yahudi mültecinin ölmesiyle son bulan katliamda payı olan herkes deşifre edildi, yaşananlar belgelendi. Holokost’un baş sorumlusu Almanya, kendi vatandaşlarını Naziler gibi dışlayıcı ve ayrımcı politikalara maruz bırakan ve dahası bozuk bir gemi ile ülkeyi terk etmelerine ses çıkarmayan Romanya, Yahudi mültecilerin Türkiye üzerinden Filistin’e gitmelerine izin vermeyen İngiltere, motoru arızalı ve temel ihtiyaç stokları bulunmayan bir gemiyi kendi karasularından çıkmaya zorlayan Türkiye ve Struma’yı sonraları “Alman gemisi zannedildiği” gibi bir yalan ile batıran Rusya bugün hâlâ bir arada bu insanlık suçunda pay sahibi olmanın sorumluluğunu üstlenmiş değil.
Ne Sarayburnu’nda her sene Türk hükümeti tarafından yapılan ve asla yüzleşme barındırmayan konuşmalar, ne de denize bırakılan çiçekler işlenen bu insanlık suçlarını hafifletebilir. Dönemin koşullarını, Türk hükümetinin topraklarını korumak ve savaşta tarafsız kalmak kaygısını öne sürerek ölüme gönderilen yüzlerce, binlerce insanı telafi etmek mümkün değildir.
Yüzleşmek gerekir: Türkiye hükümeti, İkinci Dünya Savaşı’nın Yahudiler için yarattığı sonuçları göz ardı etmiş, Yahudi mültecileri insan olarak görmemiş, kurtarmaya değer bulmamıştır. Günümüzde de ideolojik ve politik olarak kabul gören veya reddedilen mültecilerin var olma hâlinin gerçeği, bunca ölümden sonra dahi hâlâ ne devlet nezdinde ne de toplumun büyük kesimi tarafından kavranmış durumdadır.
Kabul edelim, üç tarafı denizlerle kaplı Türkiye’nin kıyılarına vuran ilk cansız beden Aylan bebeğinki değildi. Ve yazık ki mültecilik konusunda güdülen insanlık dışı tutum, politika ve devlet stratejileri değişmedikçe onun bedeni kıyıya ulaşan son beden de olmayacaktır.
Bu yazı üç tarafı denizlerle çevrili ülkemin denizlerinde ölümle buluşmak zorunda bırakılan tüm mültecilere ithaf edilmiştir.