Hilal Şenel
“Kimsenin olmadığı bir ormanda bir ağaç devrilse, ses çıkar mı?”
Bir Zen koanı
İklim krizi başta olmak üzere sayısız krizleriyle eyvahlar! içinde olan sevgili dünyamızda bir şeyler yapabilmek için tüm bu olan bitene bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşmaya çalışmak hayatî, gerçekten hayatî bir önem taşıyor. Sayısız canlı türüyle beraber biz insanların da yegâne yaşam alanı olan Dünya gezegeninin giderek ısınmasıyla oluşagelen korkunçlukları burada saymakla bitirmem mümkün değilse de, şunları söyleyebilirim: Küresel ısınmanın etkisiyle yüzde beş yüze kadar artan orman yangınları, kuraklık sebepli iklim göçleri ve savaşlar çıkmaya başladı ve artarak devam edecek gibi görünüyor.
Fakat bu yıkımların sebebini yalnızca iklim değişikliğine indirgemek ciddi bir epistemolojik hata olur. İnsan-ekoloji ilişkisini gözardı etmek (Antroposen Riski); devletlerin uyguladığı yanlış/eksik sosyal, ekonomik, kültürel politikaların bu gibi felaketlere hazırladığı zemini görünmez kılıyor. Bütüncül bakalım derken kastedilen de bu: Görünmez veçheleri de görünür kılalım ki çözümlerimiz de her koldan, bütünlüklü olabilsin. Ben sanatı da bu bütüncül bakışın bir parçası olarak tartışmak istiyorum.
Daha zekice (şu ana kadarki yöntemler zekice değildi anlamında değil; bir öncekini aşmak, kendini aşmak…), daha kapsayıcı, daha ayrıştırmaksızın nasıl derdimizi aktarabiliriz? Elimize pankartları alıp sokağa çıkmayalım demiyorum, aksine Greta’nın da söylediği gibi “sokaklarda görüşürüz”, fakat gidilmemiş yollara gitmeyi denemeye gayret etmek işte bahsettiğim (ve süreç boyunca, biraz daha şefkat lütfen).
Kültür sürekli bizler tarafından
şekillenen ve aynı esnada bizi de şekillendiren, daima kıpır kıpır
bir olgu. Düşüncelerimizi de karşılaşmalarımız şekillendiriyor. Bu yüzden
politikalar kadar, yalnızca zengin/aristokrat burjuvanın ulaştığı değil, halkın
mümkün olan her kesimine ulaşmak üzere tasarlanmış sanat olayları da çok önemli, tıpkı sokak performansları gibi, tıpkı bienal gibi.
Bu noktada bazı “aktivistler”, “sanatçılar” olarak dev fosil yakıt yatırımları
olan, otomotiv sektöründen büyük patronların ve
nicelerinin sponsoru olduğu “7. Kıta” temalı 16. İstanbul Bienali’ne dahil olmayı kabul ettiğimizi söylemem gerekir. Bazı
kararlar kolay değildir, upuzun tartışmalar sonucunda verilir. “Sanatı
piyasalaştırdığınız gibi aktivizmi de piyasalaştırmayın” dendi bienale dahil
olanlara. Eh, “ayıplansak” da, aktivistliğimiz, sanatçılığımız tırnak içine alınsa da, tıpkı bu tartışmanın yapılmasının
gerekliliğine ve önemine çokça inandığım gibi Bienal’de olmamızın önemine de (böylesi bir acil durumda etkileşim alanımızı
genişletmesi bakımından) aynı şekilde inanıyorum (Burada ufak ama gerekli bir
parantez: Dışlayıcı, baskılayıcı ve azalmaya yöneltici bu aynı yolda gittiğim
insanı benden farklı yöntemlerinden ötürü kınama ve ayıplama kültürünün en
başta geride bırakılması gereken ağır taşlardan biri olduğu bunca zaman sona hâlâ açık değil mi?)
İnsanlara ulaşabildiğimiz, bu konuyu konuşulabilir kıldığımız her yerde konuşacağız. Öte yandan, kapitalizm var olduğu müddetçe sanat ne zaman bir “piyasa”, bir endüstri değildi ki? Sermayedarları her zaman kimdi? Öyleyse sanata dahil olup piyasaya dahil olmamak diye bir seçenek var mı gerçekten? Daha büyük bir çerçeveden bakacak olursak, birilerini sistemin (piyasanın) parçası olduğu için suçlayarak kendimizi de sistemin dışındaymışçasına konumlandırmak ne sanatta ne aktivizmde ne de yaşamın hiçbir alanında bana pek de gerçekçi görünmüyor. Öyleyse her birimizin bir parçası olmamaya karar vermesinin mümkün olmadığı bu sistemi değiştirmekten başka çaremiz yok. Bunu yapabilmek için de ulaşmaya, anlatmaya ve olabildiğimiz her yerde olmaya ihtiyacımız var.
Benim performansıma gelelim. Bir kumaşa tırmanmış, bedenine, elbiselerine kömür süren genç bir kadın performansın sonunda kendini ayaklarından kumaşa asıp aşağıya sallandırıyor. Bu insan ne yapıyor? İsteyen performans sanatı, isteyen bir aktivist eylem veya beyhudelik olarak tanımlayabilir; ben basitçe işaret etmek diyeceğim – tekrar, tekrar, tekrar. Didaktiklikten ve tanımlamalardan -çünkü bir şeyi tanımladığınızda o olmayan her şeyden ayrıştırmış da oluyorsunuz- uzak bir yerlerde buluşsak, anlatmak istediğimiz bir şeyi nasıl anlatırız? Benim cevabım “bu böyledir!”dense, “buraya bakın, burada ilginç bir şey var!”
Kapsayıcılık işe yarıyor. Örneğin, Yokoluş İsyanı olarak birkaç ay evvel bir birleşme fitili ateşledik. Çağrımızla ondan fazla iklim/çevre/ekoloji kuruluşu ne mutlu ki “İklim için Birleş”tik ve “Sıfır Gelecek” isimli bir kampanya başlattık. Pek çok eylem yapıldı -performansım da dahil olmak üzere- ve eğitimler, söyleşiler düzenlendi. Greta Thunberg çağrısıyla ve Fridays for Future’ın öncülüğünü ettiği, 20 Eylül Küresel İklim Grevi’nde Türkiye’de gelmiş geçmiş en birleşik eylemliliklerden biri gerçekleşti. Extinction Rebellion’ın (Yokoluş İsyanı) İngiltere başta olmak üzere -Moda Eylemi’nden (Fashion Action), Red Brigade’lerine kadar- her yer yaratıcı performatif işaret araçlarıyla dolup taşıyor. Bunu bir yandan iyileştirici bir şekilde kullanmaya çalışıyorlar, çalışıyoruz (regenerative culture). Özetle binlerce yıldır tartışılan, neye sanat dediğimiz mevzusundan bağımsız olarak, bu her türlü yaratıcı sürecin ürünlerinin de etkililiğini somut olarak, küresel çapta tecrübe ediyoruz.
Son olarak, “Deleuze’ün 1968 tarihli Spinoza incelemesinde öne sürdüğü gibi, etik bir yaşam sürmek insanın kendisini
‘rastlantısal karşılaşmalardan ve peş peşe gelen kederli tutkular’dan
kurtarmasını, ‘iyi karşılaşmalar örgütlemesini’
gerektirir: yani, kendi tabiatıyla uyumlu olan ilişkileri birleştirip ‘akla
uygun bir birliktelik’ oluşturmasını”. Benim performansımdan tüm eylemlere,
bütün derdim(iz) de bu: İyi karşılaşmalar örgütlemek.