Şenol Karakaş
Karl Marx ve Friedrich Engesl tarafından kaleme alınmasının üzerinden 171 yıl geçmesine rağmen, neden bazılarımız Komünist Manifesto’nun güncelliğini koruduğunu düşünebiliyor? Kestirmeden gidip “Aradan bu kadar sene geçmiş, bir parti bildirgesinin güncelliği mi kalır?” demek çok daha kolayken, nedir bu Manifesto ısrarımızın altında yatan güdü? Sadece Manifesto’nun değil, bu kitapçığın gücüne vurgu yaptığı, tarihe sistematik bir şekilde bu kitap aracılığıyla “Ben varım!” diye seslenen işçi sınıfının gücünün kaybolduğu, sanayinin örgütlenmesinin bütünüyle değiştiği iddiaları yeniden entelektüel ortamı kaplamışken, bu küçük broşürün önemi ne olabilir ki?
Pırıl pırıl bir bakış açısı
Lenin Komünist Manifesto’yu şu sözlerle değerlendiriyordu: “Bu eser, yeni dünya görüşünü, sosyal yaşantıyı ve en kapsamlı ve derin gelişme doktrini olarak diyalektiği de içeren tutarlı materyalizmi, sınıf savaşının teorisini ve yeni, komünist bir toplumun yaratıcısı proletaryanın dünya ölçüsünde tarihsel devrimci rolünü dehanın açıklığı ve parlaklığıyla özetlemektedir.”
Manifesto, öncelikle kapitalizmin bir analizi ve eleştirisidir. Eşitsizliğin ve adaletsizliğin altını çizer. Sadece bu açıdan bakıldığında bile, sadece güncel değil, kehanetleri ne yazık ki doğrulanmış bir metindir: Savaşların, yoksulluğun, önlenebilir olan ama egemen sınıfların işine gelmediği için önlenmeyen hastalıkların sonuçları, göç sorunu, çocuk emeğinin istismarı, kadınların maruz kaldığı neredeyse bir iç savaş halini alan cinayetler, tecavüz, şiddet, gezegenin imhasında 21. yüzyılın başlarında gelinen düzey…
Manifesto’nun neden güncel olduğunu sorgulayan kişi önce şu cümleleri okumalıdır: “Üretim araçlarının, mülkiyetin ve nüfusun parçalılığını adım adım ortadan kaldırıyor burjuvazi. Nüfusu bir çimento bağlamında bütünleyip üretim araçlarını merkezleştiriyor ve mülkiyeti az kişinin ellerinde yoğunlaştırıyor.”
Sonra da şu verilere bakmalı: İngiliz yardım kuruluşu Oxfam’ın verilerine göre 2017 yılında dünyanın en zengin 8 kişisinin serveti 426 milyar doları bulmuştu ve bu miktar dünya nüfusunun yarısının sahip olduğu varlıkların toplamından daha fazlaydı.
Dünyada 2020 yılına girildiğinde günde 1,25 dolarla geçinmek zorunda kalacağı tahmin edilen insan sayısı 826 milyon. 826 milyon açlık sınırında yaşamak zorundayken 8 kişi aranan cenneti bu gezegende inşa etmiş durumda. Manifesto’nun 171 sene önce altını çizdiği eşitsizlik tahammül edilemez boyutlarıyla kitabın öngörülerinin çok ötesine geçmiş vaziyette. Türkiye’de 1 milyar dolardan fazla servete sahip olan 40 kişi varken, aylık 2000 lira civarında bir maaş almak için çalışırken iş cinayetlerinde ölen insan sayısı 2018 yılında 1923’tü.
Birikim için birikim
Kapitalizm, bu adaletsizliği, sermaye birikimini her şeyin üzerinde görmek zorunda olan doğası nedeniyle yaratır. Daha sonra Marx, Kapital adlı eserinde bu birikim güdüsünü şöyle özetleyecektir: “[Kapitalistlerin] kendi özel tüketimleri sermaye birikimine karşı işlenmiş bir soygunculuktur… Birikim! Birikim!… Musa ve tüm peygamberler aşkına!… Öyleyse, tasarruf, tasarruf, yani artık değerin veya artık üretimin mümkün olan en büyük kesimini yeniden sermayeye çevirmek! Birikim uğruna birikim, üretim uğruna üretim…”
Sermayenin bir ilişki olarak, gezegen üzerinde var olan her şeyi bu birikim için birikim güdüsüne göre ele almasını mümkün kılan ise işçi sınıfının, yani doğrudan üreticilerin üretim araçlarının mülkiyetinden kopuk olması ve birden fazla sermayenin, yani rekabet hâlindeki sermayelerin söz konusu olması.
Manifesto’yu güncel kılan temel vurgulardan birisi de budur. Doğrudan üreticilerin üretim araçlarıyla kurdukları ilişki hiçbir şekilde değişmemiştir ve sermaye hâlâ sermayeler arası rekabet anlamına da gelen bir ilişki olarak varlığını sürdürmektedir.
İşçi sınıfının gücü
Manifesto’nun neden Lenin’in altını çizdiği gibi bir deha ürünü olduğunu anlamak istersek, kitapçığın yazıldığı günlerde bildiğimiz anlamda modern işçi sınıfının sayısal etkisi oldukça düşükken bu toplumsal gücün kolektif yeteneğine Marx ve Engels’in yaptığı vurguyu, işçi sınıfı sayısal olarak dünyanın en büyük, en kitlesel, en sarsıcı gücü hâline gelmişken işçilerin tarihin öznesi olma yeteneğini yitirdiğini iddia edenlerin iddialarıyla kıyaslamak yeterli. Tony Cliff’in yıllar önce yazdığı gibi, “Bugün sadece Güney Kore’deki işçi sayısı Marx’ın zamanında tüm dünyada varolan işçi sayısından daha fazla.”
Kapitalizm için yeni bir sermaye birikim dönemi olan neoliberal dönemin 1980’lerde başlangıcından bugüne küresel işçi sayısı ikiye katlandı; günümüzde dünyada 3 milyarın üzerinde ücretli çalışan var. Oysa aynı dönemde nüfus yüzde 40 civarında arttı, yani işçi sayısı oransal olarak daha hızlı artıyor.
Hindistan’da 2019 yılının başında 200 milyon işçinin katıldığı bir genel grev gerçekleşti. Bu, dünya tarihinin gördüğü en büyük işçi greviydi. Dünya nüfusunun 1850 yılında 1 milyar 200 milyon kişi olduğu tahmin ediliyor. Bugün sadece Hindistan’da greve çıkan işçi sayısı 200 milyon!
Marx ve Engels’in kaleme aldığı broşür, sadece işçi sınıfının sayısal gücüne yapılan vurgunun sürekli olarak doğrulanması nedeniyle değil, aynı zamanda bu toplumsal sınıfın kolektif gücüne yapılan vurgunun geçerliliğini koruması nedeniyle de güncel bir eser. İşçiler, sadece yaşamak için emek güçlerinden başka satacak bir şeyleri olmayan kadın ve erkeklerin oluşturduğu bir toplumsal sınıf değil. İşçi sınıfı, insanlık tarihinin içinde şekillenip açığa çıkan sınıflar arasında, kendi toplumsal kurtuluşu ancak tüm insanlığın kurtuluşuyla mümkün olan tek sınıf. Bu ise Marx’ın hoş bir öngörüsü nedeniyle değil, bizzat kapitalist üretim ve yeniden üretim sürecinin örgütlenme tarzı nedeniyle böyle. İşçi sınıfı, tüm sınıf ayrımlarını ortadan kaldırmadan kendi sömürüsü üzerinde yükselen sistemden kurtulamaz. İşçi sınıfının bir kesimi, diğer kesimleri sömürülürken kendisini özgürleştiremez. Zira, dünya pazarı, dünya ekonomisi, dünya kapitalizmi bir bütündür ve sanayi kompleksleri ve üretim birimleri, ancak diğer sanayi kompleksleri ve üretim birimleriyle birlikte, onlara yaşamsal bir bağla bağlı olarak üretim yapmaya devam edebilir.
İşçi sınıfına toplumu kolektif olarak değiştirme gücünü veren, kapitalist örgütlenmenin bu niteliğidir ve bu nitelik kuşkusuz değişmekte, ama Manifesto’nun işaret ettiği yönde, işçi sınıfının kolektif gücünü pekiştirmesi anlamında değişmektedir.
Değişmeyen tek şey işçi sınıfı eleştirmenleri!
Komünist Manifesto’nun uzunca bir bölümü, farklı sosyalizm anlayışlarının eleştirisine ayrılmıştır ve ne kadar ilginçtir ki 1840’lı yılların farklı sosyalizm yorumları değişik derecelerde bugün hâlâ varlığını ve eleştirilerini koruyor! Gerici sosyalizm, küçük burjuva sosyalizmi, Alman hakiki sosyalizmi, burjuva sosyalizmi ve eleştirel ve ütopyacı sosyalizm olarak Manifesto’da listenen ve eleştirilen sosyalizm yorumlarını hangi bakış açısıyla eleştirdiklerini görmek için, Manifesto’nun komünistler ve işçi sınıfı arasındaki ilişkiyi ele aldığı bölüme bakmak yeterli olacaktır. Bu, Podemosları, Syrizaları, asla böyle kitleselleşemeyen Türkiye’deki tek kişilik parti şeflerinin kendilerini yücelttikleri ve sahiden de üniversite öğrencileri arasında kendilerini yücelten tilmizler buldukları sektleri, işçi sınıfına sürekli olarak ilke dayatan garip örgütlenmeleri, iktidar talebini Rusça dile getiren sloganlarla eylemlere katılmakta beis görmeyen örgütçükleri, işçi sınıfının gücünü bazen öğrencilerle, bazen genel olarak halklar, bazen de o dönemin öne çıkan hareketiyle eşitleyenleri kavramamıza yarayacak ve bu açıdan Manifesto’nun bugün en yön gösterici bölümlerinden birisidir:
“Komünistlerin proleterlerle ilişkisinin aslı nedir? Öteki işçi partileri karşısında komünistler özel bir parti değildir. Komünistlerin, tüm proletaryanın çıkarlarından ayrı bir çıkarları yoktur.
Proletarya hareketini biçimlemek üzere özel ilkeler koymazlar. Komünistlerin öteki proletarya partilerinden tek ayrıldıkları nokta, bir yandan proleterlerin çeşitli ulusal mücadeleleri içinde, tüm proletaryanın ulusallıktan bağımsız ortak çıkarlarını öne getirerek geçerli kılmaları, öbür yandan da burjuvazi ile proletarya arasında yürüyen mücadelede her zaman hareketin bütününün çıkarlarını temsil ediyor olmalarıdır. Demek ki komünistler pratikte, bütün ülkelerin işçi partilerinin en kararlı, hep ileriye götüren kesimleridir; kuramsal olarak komünistler, proletaryanın öteki kitleleri önünde, proleter hareketin koşullarını, gidişini ve genel sonuçlarını gören bir öncüllüğe sahiptir. Tüm öteki proletarya partileri gibi komünistlerin de ilk amacı: proletaryanın sınıf düzeyinde oluşması, burjuva egemenliğinin yıkılması ve proletaryanın siyasal iktidarı ele geçirmesi. Komünistlerin kuramsal ifadeleri asla şu ya da bu dünya düzelticisinin icat ettiği ya da keşfettiği fikirlere, ilkelere dayanmaz. Onların söyledikleri yalnızca, mevcut bir sınıf mücadelesinin, gözler önünde cereyan eden bir tarihsel hareketin somut ifadeleridir.”
Aşağıdan mücadelenin, ezilenlerin hareketinin en derinlerdeki örgütlenmesi ihtiyacına odaklanan bir Manifesto, sektlerin sosyalizm geleneğinin, parlamentarizme odaklanan mücadele anlayışlarının, kitle hareketlerini aşağılayan, bu hareketlere güvenmeyen ve kendisinde bu hareketlere güvenmeme hakkını bularak işçi kitlelerinin mücadelesine sırtını dönenlerin siyasî eğilimlerindeki temel hataları görmeleri için hala kütüphanelerde okunmayı bekliyor.
Manifesto, işçi sınıfını hem maddî yaşamın hem de teorinin merkezinde konumlandırıyor. Kapitalist özel mülkiyetle üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişkinin sürdürülemezliğinin altını çizmesi, işçi sınıfının tarihsel mücadelesinin her şeyden önce enternasyonal karakterini belirgin bir şekilde vurgulaması, Manifesto’nun Marksizmin parlak bir özeti, bir ilk girişi olması anlamına geliyor. Kısa bir broşürün 171 sene sonra açıklama gücünden, parlaklığından ve etkisinden hiçbir şey yitirmemiş olması, sadece Marx ve Engels’in açıklama güçleri ve devrimci enerjilerinin büyüklüğünden değil, Manifesto’nun sözcüsü olduğu sınıfın kendi eyleminden öğrenme yeteneğini günümüzde sergileyebilmesinden kaynaklanıyor.