Ferhat Kentel
Küreselleşme çok boyutlu bir süreç. Bunlardan biri paraya ve güce dair bir boyut…
Dünyanın irili ufaklı tüm egemenleri, birbirlerine düşmanmış gibi görünüp bir yandan da sömürü konusunda birbirlerinden asla geri kalmıyorlar; Panama gibi vergi cenneti ülkelerin bankalarında paralarını biriktiriyorlar; en millî görünüm altında yerli tarımı ve tarıma bağlı gıda sanayiini baltalatıp küresel gıda ve tarım tekellerini içeri almak için kapıları açıyorlar. Öte yandan dost-düşman ikilemleri altında kafa göz kırıyorlar. Dünyada en egemen olanların kalıpları, ufak tefek egemen olmaya çalışanların tahayyüllerini de besliyor. Orijinal olmaya, “millî” falan olmaya çalışanlar da tepedekileri kopyalayıp duruyorlar. Kahramanlık filmleri yaptırıyorlar mesela; bir zamanlar İkinci Dünya Savaşı’ndaki ya da Vietnam’daki Amerikan askerlerinin “jönlüklerini”, “kahramanlıklarını” model alıyorlar.
Bu çok anormal, daha doğrusu beklenmedik bir durum değildir; hayatı “zayıflık ve güç” ikilemi içinde görenler her zaman güçlü olanı taklit ederler; güçlüler gibi olmaya çalışırlar. Kalkınma yarışında “geri” kaldıklarını düşünenler, çok dindar ya da çok laik olmaları fark etmez, güçlü düşmanlarının kıyafetlerini, marşlarını, heykellerini, otoritelerini, binalarını, seküler ya da dindar vatandaş yaratma konusunda manipülasyon teknolojilerini taklit ederler.
Epey bir zamandır bu taklit her boyutuyla tehlikeli bir hâl almaya başladı. Bölgesel düzeyde çok daha büyük felaketlere yol açacağı neredeyse açık olan militarizasyon hamleleri, çıkarlarla süslenmiş güçlülük gösterileri bir kenara; derin bir adaletsizlik hayatın her alanına sirayet ediyor.
Sözde rasyonel gereklerle (deprem riski, kentsel dönüşüm, daha fazla nüfus barındırmak için dikey kentleşme mecburiyeti…) gerekçesi süslenen devasa, kibir dolu gökdelenlerle doldurulan kentler, “insansızlaşmanın” sahnelendiği kentlere dönüşüyor. Güçlüler, güce tapanlar, ellerine geçen bütün fırsatları kullanıp, kendilerinden zayıf olanları fiziksel olarak, sembolik olarak eziyorlar. Kentler ucuz şiddetin olduğu kadar ulvî gerekçelerle inşa edilen şiddetin de meşruiyetini üreten mekânlara dönüşüyor.
Dünyanın en tepesindeki devlet-şirket kombinasyonlarında somutlaşan gücün kopyaları ve güç arzusu dalga dalga alt seviyelere, alt taraflardaki devlet-şirket ürünlerine taşınıyor. Ve oralardan da daha aşağıya, sokağa, sıradan ilişkilere iniyor.
Büyük bir bağlanma altında yaşanıyor bu güç arzusu… Her şeyi mubah kılabiliyor. Farklı olana tahammül edemiyor “güce tapanlar”…
Siyaseti “din gibi” yaşıyorlar; bu yüzden kendi dışlarında yer alanlar ancak “günahkâr” kategorisine girebiliyor. En süflî meseleleri bile en “dinî” görüntüler altına sokabiliyorlar. Kutsal bir yere gönderme yapıyormuş gibi göründükleri için, “ihanet” dilini bu kadar kolayca kullanıp bu kadar “linç meraklısı” olabiliyorlar. Kendilerinin sorgulanma riskini arttıranları mahalleden temizliyorlar, seslerini, soluklarını kesiyorlar, ama gene de kenardan köşeden küçük bir fısıltıyla konuşmaya çalışanların herhangi bir farklı yorumuna bu yüzden hiç tahammül edemiyorlar…
Çünkü kutsallıklarına, putlarına halel geliyor…
Erkeklik dünyası
En küreselden en yerele bu dünya “erkeklerin dünyası”… Kabadayılığın, haramiliğin, Deli Dumrulluğun dünyası… Siyasî bir faaliyeti eleştirenlerin peşine düşenlerden, Uberci avına çıkan taksi şoförlerine kadar geniş bir yelpazede karşımıza çıkıyor bu erkeklik…
Bu erkeklik, geçen yüzyılın başından beri, kendisini düşmanlarla kuran bir devlet ve onun ordusu, politikacıları ve milleti söz konusu olduğu için, bitmez tükenmez bir rövanş, nefret ve öfke sarmalı içinde yeniden ürüyor. Kendisini kurmak için hep dışarıdaki bir “ötekine” ihtiyaç duyuyor. Önce bir düşman icad ediyor ya da varolan başkalarını “düşman” görüntüsü altında araçsallaştırıyor.
Ve tabii ki bu erkekliğin ya da erkeklik gösterilerinin en önemli özelliği, kendi dışındakilerle arasında açık veya gizli bir şekilde “cinsellik” metaforuna başvurması… “Ketçap”, “yorgan”, “asansör” ya da “annesinin kolu” ile şehvet ve erotizm muhabbetinin yapıldığı bir memlekette, erkeklik gösterisi ya da erkekvari bir şekilde güçlü görünme çabaları, birbirleriyle ilişkili olarak, çok derin sorunlara işaret ediyor muhtemelen…
Bu kadar çok apışarası muhabbeti yapılan yerde belli ki çok sayıda insanın cinsellikle ilgili çok ciddi sorunları var. Geçtiğimiz günlerde küfür ve nefret sesleri ve görüntüleri yayınlayan bir aletin içinden konuşan bir adamın söyledikleri tam da cinselliği ve güç dilini bir araya yapıştırmanın fevkalade başarılı bir örneğiydi mesela…
“Cihangir Nişantaşı’ndaki avanelerin babaları anaları millî mücadele yılında kimin altına yatalım onun hesabını yapıyorlardı” diyen bu adam ve benzerlerinin “çok bilmiş” ve “çok kibirli” dili belli ki çok derin bir tatminsizliğin, ezilmişliğin yansıması… Ve gene belli ki, bu adam ve benzerlerinin bu ezilmişlikten çıkmak için, güce dair bir fırsat bulduklarında her türlü “güç dilini” nasıl yücelttiklerini gösteriyor.
Bu tür insanlarda “ruhsal röntgencilik” ya da dillere vuran bir tür “sapıklık” hâlleri var mıdır? Nereden kaynaklanır bu travmatik cinsellik? Herhalde psikologların, sosyal psikologların bir fikri vardır…
Ancak bu ortalama erkek tipinin en çok rastlananı “milliyetçi” söylemli olanlar olsa da, son zamanlarda “Müslüman” görünümlü olanları da çok arttı. Ve tabii bu küfürbaz, kabadayı insan türünün solcu, ulusalcı gibi olmak üzere çok çeşitli versiyonları da mevcut.
Dolayısıyla en tepeden başlayan, en aşağıda gündelik hayatın dehlizlerinde karşılığını bulan bu erkeklik performansı boğucu bir zemin hazırlıyor.
Bu durum bir zamanlar başka totaliter ülkelerde olup bitenlere ne kadar çok benziyor… Uzaktan uzağa, bir şeylere itiraz etmeye çalışan insanların sesleri, daha doğrusu mırıltıları geliyor. Ama daha çok etrafta mutsuzlaşan, içine kapanan insanların hikâyeleri hakim ortalığa…
Acılarını kendi kendilerine yaşayan, mesela erkekleşen ve acımasızlaşan bir çevrede intihar eden insanların kabaran sayıları aktarılıyor dilden dile…
İşlerinden, evlerinden atılan insanlar, hapislere atılıp aylarca tutuklu kalan insanlar, kanser olan eşler, astım olan çocuklar, nakliye parasını ödeyemediği için bedeniyle ödemesi teklif edilen kadınlara dair hikâyeler dolaşıyor ortalıkta…
“Güç” aramayan bir ses
Bunları yazacak basın-yayın organı olmadığı için fısıltı gazetesiyle dolaşıma giriyor bu hikâyeler. TASS’tan başka haber ajansı ve Pravda’dan başka gazetenin olmadığı Sovyetler Birliği’ni çökerten fısıltılar gibi…
Evet, bugün erkeklik dili ya da ataerkillik, erkekçilik vasıtasıyla, aidiyeti, kutsal bildiği ve güç devşirmek için başvurduğu retorik ne olursa olsun, kahramanlık ve hamasetle (milliyetçilik, keskin solculuk, dindar muhafazakârlık, etnik militarizm…) “adam” olanlar var…
Ve bunlar sanki başka çağlardan, çok acıklı bir şekilde bastırılmış ruhların derin komplekslere gark olmuş hâllerinden çıkıp geliyorlar. Ve erkeklik onların hem başvurdukları bir silah hem de iyileşmelerini hep zorlaştıran, hatta hasta kalmalarına neden olan bir referans dünyası olarak ortaya çıkıyor.
Küresel düzeyde “çıkar, güç ve savaş” evliliğinde, en “millî” gibi görünenler bir araya gelirken, gene küreselleşmenin altında bunların yarattıkları belalara karşı direnenler de birbirlerinden besleniyor. Küresel adalet talepleri, bazen çok cılız, bazen çok güçlü olmak üzere sınırları aşıyor…
Ve güce taparak, güçlü olmaya çalışarak, türlü çeşitli kompleksleri sergileyen bütün erkeklik tezahürlerine karşı en etkili mücadele, tam da erkekliğe karşı en anlamlı yerden, kadınlardan geliyor. Çok çeşitli kadın grupları mesela 8 Mart akşamı birlikte “erkekçi” dile karşı yürüyor… “Reçel Blog” gibi “Müslüman demokrat kadınlar”, aynı anda birçok alternatif dili üretiyor.
Mesela camilerde Müslümanlık yerine “erkeklik” yapan “dinsel pratik” uzmanlarının bütün kibirlerini ve güç tapınçlarını “Kadınlar camilerde” adlı girişim altında faaliyet gösteren kadınlar kırıyor. Kendilerini caminin sahibi olarak ilan edip kadınları kenara köşeye itmeye çalışan erkekçi zihniyete karşı kadınlar, kamusal alanda, sokakta, evlerde ve siyasette başka bir dilin mümkün olduğunu gösteriyor.
Sadece küfür ederek, bağırıp çağırarak, tehdit ederek, fiziksel ve sembolik şiddetle varolan bir zihniyet ve taşıyıcılarına karşı duyguların, alternatif bakma yollarının mümkün olduğunu gösteriyor kadınlar…
Başka alanlarda siyaset yapmaya çalışan, kimlik meseleleriyle iştigal eden ya da sadece varolmaya çalışan bireylerin, grupların ve kültürlerin kadınlara bakmalarında yarar var sanki…