Hüseyin Çakır
Türkiye’de geleneksel sol, ulusalcılık/milliyetçilik ile işçi sınıfı enternasyonalizmi arasındaki keskin çelişki ile karşı karşıya. İşçi sınıfı enternasyonalizmi ve ulusalcılık/milliyetçilik ilişkisi ve çelişkisi, Türkiye solunu tarumar etmiş durumda.
Solun içinde ulusalcılık var mıdır? Ulusalcılık/milliyetçilik, enternasyonalizmin içine nasıl girdi ve solculuk olarak nasıl teorileştirildi? Bu yüzleşme yapılamadığı sürece ulusalcılık/milliyetçilik solculuk sanılmaya devam edilecektir.
Sosyal demokrasi ve komünizm
Marx ve Engels’in ulusal olana ve ulus devlete yaklaşımı, işçi sınıfının enternasyonalist olma özelliği ve niteliği noktasından olmuştur. “Uluslara sınıflar bütünlüğü” noktasından bakarlar ve “ulus”lar arasındaki ilişkilerden söz ettiklerinde “ulus”ların içindeki işçi sınıflarlarının enternasyonalist birliğinden söz ederler. Marx ve Engels’e göre, “devlet egemen sınıfların baskı aracıdır”. İşçi sınıfı, ulus devletin çıkarlarını savunmaz. İşçi sınıfının nihaî hedefi devletin tümüyle ortadan kaldırılmasıdır. Ulusalcılık ve milliyetçilik işçi sınıfı enternasyonalizminin karşıtıdır. Tek ülkede sosyalizm tartışmasıyla başlayan, devrim ve demokrasi tartışmasıyla devam eden Marksizm içi teorik tartışmada, kırılma ve kopuş Birinci Dünya savaşında olmuştur.
Alman Sosyal Demokrat Partisi içinde Birinci Dünya Savaşına Almanya’nın katılıp katılmaması tartışması, önceki teorik tartışmalarla birleşerek uzlaşılması imkânsız noktaya geldi. Savaşa katılmayı, egemen sınıfın çıkarlarını savunmak olarak eleştirenler, savaşı desteklemenin, Komünist Manifesto’da söylenen “işçilerin vatanı yoktur” tezine ihanet etmek olduğunu söyledi. Sert tartışmalar sonucu tarihsel kopuş gerçekleşti. Birinci Enternasyonal partileri, sosyal demokrat ve partiler ve komünist partileri olarak ikiye bölündü. Dünya Savaşında, Sosyal Demokratlar, ulusalcı/milliyetçilik çizgisinde, ulus-devletlerini ve ulusal çıkarlarını savundu. Komünistler, işçi sınıfı enternasyonalizmi çizgisinde, savaşa karşı çıktı.
Sosyal Demokratlar sosyal refah devleti, çoğulcu siyasal sistem, serbest pazar ekonomisini savunarak ulus devletlerini güçlendirmeye yönelirken, komünistler 1917 devrimiyle kolektif ekonomi, tek parti yönetimi ve proletarya diktatörlüğü altında “sosyalist devleti” güçlendirme yoluna girdi.
Solun ulusalcılaşması/milliyetçileşmesi
Marx ve Engels Komünist Manifesto’da “İçerik açısından değilse de biçim açısından proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi ilk aşamada ulusaldır. Her ülkenin proletaryası elbette önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmak durumundadır” der. Devamla, “Komünistlerin öteki proletarya partilerinden tek ayrıldıkları nokta, bir yandan proleterlerin çeşitli ulusal mücadeleleri içinde tüm proletaryanın ulusallıktan bağımsız ortak çıkarlarını öne getirerek geçerli kılmaları, öbür yandan da burjuvazi ile proletarya arasında yürüyen mücadelede her zaman hareketin bütününün çıkarlarını temsil ediyor olmalarıdır” derler.
Sovyet tipi sosyalizm denemesi, devletle sınıfı, sınıfla ulusu/toplumu tekdüzeleştirdi. Stalin tarafından, sosyalist devletin çıkarı işçi sınıfının çıkarı olarak formüle edildi. Bu çizginin dışına çıkanlar, emperyalizmin ajanları ve hain ilan edildi. Moskova Duruşmaları’nda bu zihniyetin sonucunda “ajan, hain” suçlamasıyla, öncelikle binlerce komünist idam edildi. “Tek ülkede sosyalizmin ayakta kalması için dünya işçi sınıfının desteği yeterli olmuyor, uluslararası arenada dost devletlerin de desteğine ihtiyaç var” gerekçesiyle, proletarya enternasyonalizmi bir kenara bırakıldı. Stalin’in Sovyet dış politikası Marksizm’in içine, “Leninci devrimci politika” olarak yerleştirildi. Ve “resmî Marksizm ideolojisi” oluşturulmuş oldu. Teori donduruldu. Dünya tanımı, Sosyalist Sistem ve Kapitalist Sistem olarak ayrıştırılarak, “ya o yandasın, ya bu yanda” gibi teoriye, düşünmeye gerek olmayan solculuk her şeye egemen oldu. Düşünme, analiz, eleştiri ve şüphenin yerini biat ve bağlılık aldı. Marx, Engels, Lenin metinleri kutsal metinler haline getirildi. Stalin bu metinleri kategorileştirerek hap gibi içilir hale getirdi. Resmî Marksizm ‘donmuş Marksizm’ olarak tek tipleşti.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin şubeleri gibi çalışan Komintern üyesi Komünist Partiler, Sovyetlerin çıkarlarının ve Sovyet dış politikasının gerektirdiği gibi çalışıyor, bu doğrultuda bazı partiler rejimle işbirliğine zorlanıyor, bazıları rejimle uzlaşmazlık içinde sert savaşıyordu. Bazıları legal çalışıyor, bazılarının legal çalışması sakıncalı görülüyordu.
Komintern döneminde, “sınıfa karşı sınıf” ya da “saf sınıf mücadelesi” teorisinden kalkılarak, önce sosyal demokratlar “sosyal faşist” ilan edildi. Komünistler içinde cadı avı denilebilecek bir dönem yaşandı. Herkes içinde hain arıyordu. Sonra bu sekter politikadan vazgeçildi. Yerine tam tersi yöne savrularak “halk cephesi” politikalarıyla, sınıf mücadelesi/sınıf çıkarı yerine ulusal çıkarlar ve Sovyetler’i destekleyen hükümetlerin iktidar olma politikasını desteklenme dönemi başladı. Stalin önce Komünistleri, Nazilerle, Frankocularla, Metaktasçılarla işbirliğine zorladı.
Türkiye’de, Komünist Partisi’nin (TKP)70 yıl (1920-1990) illegal ve yasaklı olması, Kemalist rejimin çok güçlü olmasından mı; yoksa Sovyet-Türkiye devlet ilişkilerinde, Sovyetler-Türkiye dış politika stratejisinde, TKP’nin illegal ve yasaklı olmasının iki devletin çıkarına olmasından mıydı? Türkiye solunun seyr-ü seferine dair, sınıf mücadelesi yerine anti-emperyalizmi öne çıkartarak Kemalizm’le iç içe “kaynaşmış tek millet ideolojisini” benimsemesine dair, sanırım Rusya ve Türkiye’de devlet belgeleri açıldığında çok şey ortaya çıkacaktır.
Ulusal kurtuluşçuluk
Türkiye solu, Sovyet kaynaklarında ulusalcılığını/milliyetçiliğini resmî Marksizm’e dayandıracak çok sayıda dayanak buldu. Ve resmî Marksizm’i Kemalizm’in ikiz kardeşi olarak görmek bu anlamda normal kabul edildi. Resmî Marksizm/Kemalizm’in tezleri, “ulusu” sınıfın yerine koyup ulus-devlet içindeki diğer sınıf ve kimliklerin tümünü görünmez hale getirdi.
Türkiye’de solu ulusalcığın/milliyetçiliğin içine çeken ikinci kaynak, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’de “Ulusal Kurtuluş/Bağımsızlık” savaşına vermiş olduğu destekti. Sovyetlerin “Anadolu’nun Milli Kurtuluş, Milli Mücadele veya Ulusal Kurtuluş Hareketi”ni desteklemesi meselesi, Lenin-Atatürk ilişkisine yüklenen devrimci ilişki efsaneleştirilmiştir. “Milli Mücadele veya Ulusal Kurtuluş Savaşı” tarihe sonradan eklenmiş bir sayfa olmasına rağmen, solun neredeyse tamamı bu ekleme tarihi, devrimci mücadele tarihinin başlangıcı haline getirmiştir.
Lenin’in İstanbul hükümeti yerine Mustafa Kemal’i desteklemesi , “mazlum halkların kurtuluşu”na destekle verme meselesi de “hikaye”dir. Lenin ile Mustafa Kemal ilişkisi iki “ulus-devlet” kurucusunun pragmatik işbirliğidir. Bana göre bu sınıfsal/devrimci dayanışma değil, iki devlet arasında karşılıklı çıkar politikasıdır.
Mustafa Suphi ile Mustafa Kemal ilişki/yazışmasında, Lenin ve Mustafa Kemal Mustafa Suphi’yi harcamışlardır. Mustafa Suphi, Lenin’le Mustafa Kemal’in ilişkisini ve Sovyetler ile TC ilişkisini doğru okuyamadı. Eski bir ittihatçı olan Mustafa Suphi’nin “Ulusal Kurtuluş Savaşına” katılmak ve 1909 burjuva demokratik devriminden belki sosyalist devrim çıkar düşüncesiyle Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti direnişine destek yolculuğu katliamla sonlandı. Sovyetler bu konuda Kemalistlere hiçbir şey sormadı. Yaptırımda bulunmadı, ilşkilerini kesmedi. Lenin’le Atatürk, Stalin’le İnönü, Brejnev’le Demirel ilişkisi kesinsiz devam etti.
Dünden bugüne
Tarihi atlatıp güncele geldiğimizde, geleneksel solun neredeyse tamamının, ulusalcılık/milliyetçilik refleksleriyle hareketinin teorik/ideolojik dayanağının “Marksizm içinde” olduğu görülüyor. Devrim için mücadele ve devrim, emperyalizme karşı mücadeleden ibaret olarak görüldüğünden, “Yeniden Ulusal Kurtuluş” adına, Kemalizm’i ve Cumhuriyet’i savunmak devrimci mücadele kabul ediliyor. Böylece, ulus devleti/statükoyu/vesayet rejimini savunarak , karşı durduğunu sandıklarıyla yan yana duruyorlar. Bu anlamda da, demokrasi mücadelesi ve demokratik adımlar fasa fiso olarak görülüyor.
Eleştirel yaklaşım ve tarihsel kopuş noktası bana göre, ulus-devlet paradigmasının savunulması ile enternasyonalizm çelişkisinde düğümleniyor. Yeni enternasyonalizme/küreselleşmeye karşı çıkarak ulus devleti savunmak, ideolojik ve tarihsel olarak irticacılık/gericilik değil midir?