Eric Ruder
Gallup ve Rasmussen’in bir süre önce yaptığı anketlere göre, Amerikalıların üçte birinden çoğu “sosyalizm” hakkında olumlu şeyler düşünüyor. Ancak sosyalizmin hayatlarında büyük bir ilerleme sağlayacağını düşünen Amerikalıların bile çoğunlukla sosyalizm hakkında belirsiz fikirleri olduğunu varsaymak yanlış olmaz.
Bir sosyalist olarak insanlar bana sık sık “Senin sosyalizm modelin nasıl bir şey?” diye soruyor. Hangi “sosyalist ülke”nin benim istediğime en yakın model olduğunu öğrenmek istiyorlar.
Bu soruya verdiğim cevabı şaşırtıcı buluyorlar. Bugün dünyada sosyalist olarak tanımlayabileceğim bir ülke olmadığını söylediğimde kafaları karışıyor. İsveç veya Fransa da mı değil? Peki ya Küba? Veya 1989 öncesi Sovyetler Birliği ve Doğu Almanya?
Bu kafa karışıklığını anlayabiliyorum. Onlarca yıldır tüm dünyaya, sosyalizmin sağlayacağı özgürlük, ekonomik güvence ve gerçek demokrasiyi sağlamayan iki model sosyalizm olarak sunuldu.
Sosyal demokrasi
Bir tarafta, Avrupa’nın serbest piyasa kapitalizmine bir alternatif sunuyormuş gibi görünen İsveç, Norveç ve Danimarka gibi sosyal demokrasileri var. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasındaki refah döneminde işçiler bu ülkelerde görece yüksek bir yaşam standardına sahip oldu.
Fakat makul ücret ve cömert yan ödemeler özgül koşullara bağlıydı: ucuz enerji kaynakları, bol miktarda hammade, Batı Avrupa’nın ihraç pazarlarına yakınlık ve yüksek düzeyde sınai uzmanlaşma. Ayrıca Avrupa’nın diğer bölgelerindeki radikal işçi hareketleri de siyasî ve ekonomik yöneticileri, işçilere önemli reformlar vererek bir devrim olasılığını savuşturmaya ikna etmişti.
Ve 1990’ların başından beri geçen 20 yılda sosyal demokrat ülkeler, özelleştirme, sosyal harcamalarda kesintiler ve piyasa üzerindeki kontrollerin kaldırılması gibi Milton Friedman’ın bile yüzünü kızartacak derecede neoliberal politikaların peşinden koşuyor.
Christian Science Monitor‘da yayınlanan bir rapora göre 2009’da İsveç’te:
“İktidardaki merkez-sağ hükümet, 2006’da başlatılan iddialı liberal ekonomik reform programı kapsamında, ülkenin kamu mülkiyetindeki son şirketlerini, devlet eczanelerini satmaya başladı.
İşsizlik Sigortası Kurumu ülkedeki işsizlerin neredeyse yarısının işsizlik yardımlarından faydalanamadığını ortaya koydu. Bunların birçoğu geçtiğimiz yıl üyelik aidatlarına yapılan zammın ardından sigorta programından çekildi, geri kalanı ise yardımlara uygun görülmedi.”
“Yorumcular son on yılda emeklilik sistemi, okullar, sağlık hizmetleri, toplu taşıma ve postanelerin tamamen ya da kısmen özelleştirilmesiyle İsveç’in dünyanın en serbest piyasa odaklı ekonomilerinden biri haline geldiğini söylüyor.”
“İsveç Enstitüsü’nün yönetim kurulu üyesi ve eski New York başkonsolosu Olle Wästberg, ‘Birçok alanda diğer Avrupa ülkelerine ve Amerika’ya nazaran daha fazla özel mülkiyete sahibiz. Yeni okulların yaklaşık yüzde 80’i özel; aynısı demiryolları ve metro sistemi için de geçerli’ diyor.”
SSCB ve Doğu Bloku
Diğer tarafta eski Sovyetler Birliği (ve Doğu Avrupa’da aynı ekonomik sisteme sahip birçok ülke) muhalefetin gördüğü baskılara, demokrasinin yokluğuna, ekonomik eşitsizliğe ve kadınların, ulusal azınlıkların, geylerin ve lezbiyenlerin ezilmesine rağmen, solun bir kesimi tarafından sosyalizme model olarak gösteriliyordu.
Stalinizm’in ve Doğu Bloku’nun 1991’de çökmesi Batı tipi kapitalizmin savunucularında bir zafer, “komünizmin başarısız olduğu” fikrine kapılan soldakiler içinse bir yenilgi havası yarattı.
Zamanında Sovyetler Birliği’nden ekonomik yardım alan başlıca ülkelerden olan (ve hâlâ ABD’nin uyguladığı acımasız bir ambargoya karşı mücadele veren) Küba, Stalinist rejimlerden farklı olarak 1959’da ABD destekli bir diktatörü deviren bir devrimle kurulmasına rağmen, ekonomik ve politik olarak bu rejimlere benzer bir yapıya sahipti. İsveç gibi Küba da bugün dünya ekonomisinde rekabet edebilmek amacıyla çeşitli neoliberal önlemleri uygulamaya sokuyor.
Bu iki tür rejimin de (hem Batı Avrupa tipi sosyal demokrasileri hem de Stalinist ülkeler) “sosyalist” olarak tanımlanmaları, ekonominin devlet mülkiyetine geçirilmesiyle sosyalizmi özdeşleştiren yaygın fakat yanlış kanıya dayanıyor.
Sosyalizm ekonominin tamamen veya kısmen devlet mülkiyetine geçmesine indirgenemez. Tüm kapitalist Batı devletleri şu veya bu ölçüde (özellikle de kriz dönemlerinde hayatî önem atfettikleri ulusal sanayilerin veya şirketlerin zararını nüfusun geneline yayabilmek amacıyla) ekonomilerinin önemli bir kısmına yatırım yapmışlardır.
Gerçek sosyalist gelenek ise, tamamen farklı bir sosyalizm anlayışından yola çıkar: Üretimi işçi sınıfının kontrol etmesi ve kaynakların toplumsal olarak nasıl paylaşılacağı konusunda toplumun zenginliğini üretenlerin demokratik söz hakkı.
Kapitalizmin yararları
Sosyalist olduğu iddia edilen çeşitli ülkeler de aslında sosyalist değilse geriye ne kalıyor? Birden fazla kez bana “Bu, eskiye çağlara dönüp kendi kıyafetlerimizi kendimiz dikeceğimiz, kendi yiyeceğimizi kendimiz yetiştireceğimiz ve kendi evlerimizi kendimiz inşa edeceğimiz anlamına mı geliyor?” diye sorulduğu olmuştur. Belki de, diye düşünüyor insanlar çok zaman, sorun sanayi üretiminin getirdiği büyüklüğün, karmaşanın (ve çevresel felaketlerin) bizzat kendisidir.
Ama gerçekte, bu bağlamda, kapitalizm bize iyilik etmiştir. Karl Marx ve Friedrich Engels’in Komünist Manifesto‘da ortaya koyduğu gibi:
“Burjuvazi, yüz yılı ancak bulan egemenliği süresince, daha önceki tüm nesillerin yarattığından daha büyük ve daha muazzam üretici güçler oluşturdu. Doğanın güçlerinin insan tarafından dizginlenişi, makineleşme, kimyanın sanayide ve tarımda kullanılması, buharlı gemiler, demiryolları, elektrikli telgraflar, dünyanın her kıtasında toprağın işlenebilir hale gelmesi, nehirlerin kanallaştırılması, yerinden koparılan topluluklar – daha önceki hangi yüzyıl toplumsal emeğin koynunda böylesi bir üretici güç yattığını sezebilmiştir?”
Toplumun “üretici güçleri”nin (yani, yaşamsal gereklilikleri verimli bir biçimde üretme kapasitesinin) büyümesi, tarihte ilk kez, insanlığın gıda, giyinme ve barınma ihtiyaçlarını karşılarken aynı zamanda insanların eğitim düzeylerini geliştirecek, toplumun gideceği yönle ilgili karar mekanizmalarına katılabilecek ve daha önce düşünülemeyecek bir düzeyde kendilerine vakit ayırabilecek zaman bulabilmeleri anlamına geliyor.
Sorun şu ki, kapitalizm altında neyin nasıl üretileceği çok basit bir faktöre bağlıdır: Nasıl daha fazla kâr edileceği. Ekonomi bu ilkeye bağlı olarak düzenlendiği sürece, işçilerin sömürülmesi, çevresel yıkıntılar ve askeri çatışmalara evrilen uluslararası rekabet de varlığını sürdürecek.
Bunun sosyalist alternatifi ise, ne üretileceğine, nasıl üretileceğine ve kolektif ürünlerin yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası düzeyde nasıl dağıtılacağına dair karar mekanizmalarının başına kapitalistler yerine işçilerin geçmesidir.
Elbette sermaye sahipleri ekonomiyi devretmeye kolayca ikna edilemez. Bunun için savaşmak gerekir. Ayrıca sosyalist hareket acı tecrübelerle şunu da öğrenmiştir ki, kapitalist sınıfın mülksüzleştirilmesini tamamlamak umuduyla sosyalistleri seçimle başa getirmek de başarısızlığa mahkûmdur.
Marx’ın işçi devrimini tanımladığı biçimiyle işçi sınıfının kendini özgürleştirmesi, kapitalist sınıf ve devlet devrimci bir meydan okuma olmadan yenilemeyeceği için zorunlu değildir sadece.
İşçilerin kendilerini ekonomik ve siyasî olarak özgürleştirmelerini sağlayan mücadele, aynı zamanda işçilerin kendi kolektif güçlerini ve başka cinsiyetten, ırktan, etnisiteden veya dinden işçilerle paylaştıkları ortak çıkarları keşfetmelerinde de önemli bir rol oynar.
Marx’ın Alman İdeolojisi‘nde dediği gibi, “Bu yüzden devrim, yalnızca egemen sınıf başka biçimde devrilemeyeceği için değil, aynı zamanda işçi sınıfı ancak bir devrimle kendisini çağların pisliğinden arındırabileceği ve toplumu yeniden kurabileceği için gereklidir.”
Ekim Devrimi’nin yenilgisi
Eski düzeni devirip toplumu yeniden kurmakta başarılı olan bir devrimin üzerinden -1917 Ekim Devrimi’nin üzerinden- neredeyse 100 yıl geçti. Ama 10 yıllık bir süre içinde Ekim Devrimi, devrimin işçi ayaklanmalarıyla sarsılan Batı Avrupa’da tek bir ülkeye bile yayılamaması sonucu boğularak kendi zıddına dönüştü.
Gerçekte Rus işçi sınıfının karşı karşıya kaldığı sorun sanayileşme değil, sanayileşmenin yokluğuydu. Yıllar süren iç savaş ve 14 emperyalist ülkenin işgali esasen Rus işçi sınıfını yok etti; işçilerin üretimi denetlemesini ve toplumsal işlerin yönetiminde işçi demokrasisisin uygulanmasını imkânsız hale getirdi.
Stalin’e iktidarı bürokrasinin elinde toplama ve tüm muhaliflerini acımasızca yok etme imkanı sunan da buydu.
Mücadele ve iktidar organları
Üretim ve dağıtımda işçi kontrolü, işçilerin eski devletin yıkıntıları üzerinde kendi demokratik devletlerini kurmalarını, üretim ve dağıtımın kontrolünü ele geçirmelerini ve ekonomik yaşamın bu alanlarını kârı arttırmak yerine insan ihtiyaçlarına göre düzenlemelerini gerektirir.
Kapitalizme direnme sürecinde işçiler, tekrar tekrar, kolektif mücadelenin organları olarak ortaya çıkan fakat devlet gücünün kurumları haline evrilme potansiyeline sahip karşıt kurumlar inşa eder.
Bu tür kurumların zengin bir tarihi vardır, ancak sıradan insanların etraflarındaki dünyayı şekillendiren mücadelelerini görmezden gelip yalnızca devlet başkanlarına odaklanan ve bu tür kurumların işçilerin mücadelesinin organik bir parçası olarak defalarca ortaya çıktığını görmezden gelen tarihçilerin çalışmalarında bu tarih gizlenir.
Bunların ortaya çıktığı dönemlerin en meşhurlarının kısa bir listesi şunları içerecektir: 1871’de Paris, 1917’de Rusya ve 1918’de Almanya, 1956’da Macaristan, 1973’te Şili, 1979’da İran ve 1981’de Polonya.
Bu örneklerin her birinde işçiler içinde bulundukları sömürü ve baskı koşullarına karşı grevler ve başka türden direnişler örgütlediler, ama aynı zamanda bir adım daha ileri gittiler. Faaliyetlerini düzenlemek için (her seferinde farklı isimler alan, ama aynı işlevi gören) işçi konseyleri oluşturdular.
Aynı zamanda bu örgütlenme biçimleri işçilere üretimi kendi kontrolleri altına alma ve kendi emeklerinin ürününün eski düzenin savunucularını değil, statükoya karşı kendi direnişlerini beslemek için kullanılmasını sağlama imkânı sundu.
Sosyalist bir toplumda, okul, hastane, depo ve fabrika düzeyinde işyerlerinin günlük işleyişiyle ilgili olarak işçilerin söz hakkı olması esastır. Her işyeri konseyi ayrıca sanayi çapında ve ekonomi çapındaki kararları düzenleyecek temsilcileri belirler.
Bu temsilciler doğrudan tabandan seçileceği ve tabana hesap vermek zorunda olacağı için, işyerindeki diğer işçilerle aynı ücreti alacağı ve iş arkadaşları tarafından tanınıyor olacağı için, kendisini seçenlerin taleplerini karşılamakta başarısız olursa geri çağrılabileceği için, bu tür konseyler işçilere toplumun her düzeyinde gerçek söz hakkı verecektir.
Elbette bu örneklerde mevcut siyasî yapıların ve patronların, sahip oldukları zenginliği, gücü ve ayrıcalığı savaşmadan teslim etmediklerini söylemeye gerek yok. Bu sebeple, üretim üzerinde işçilerin demokratik kontrolünün sağlanması uzun vadede devletle karşı karşıya gelmeyi gerektirir.
Sonuç olarak, devletin çeşitli reformları hayata geçirmesiyle ve giderek ekonominin daha büyük bölümlerini kendi mülkiyetine geçirmesiyle tedrici olarak veya yavaş yavaş kapitalizmden sosyalizme geçiş mümkün değildir. Aksine, sosyalizm mevcut sistemden devrimci bir kopuşu temsil eder; işçilerin aktif mücadelesine dayanır; sermayenin kâr hırsını değil, insan ihtiyacını temel alarak, kendi çıkarlarına göre toplumu her açıdan yönetmelerine dayanır.