Sinan Özbek
Engels, İlksel Hıristiyanlığın Tarihine Katkı adlı makalesinde Hıristiyanlığın tarihiyle modern işçi hareketi arasındaki benzerliklere işaret ediyor. Başlangıçta her ikisi de ezilenlerin hareketi. İlk Hıristiyanlar; köleler, azat edilmişler, yoksullar ve kendilerine hiçbir hak tanınmayan insanlar. Roma’nın hışmına uğramış tarumar edilmiş insanların dini Hıristiyanlık. Nasıl ki Hıristiyanlık bir öbür dünya ile amansız koşullardan kurtulmayı vaat ediyorsa, sosyalizm de bir başka dünya vaat ediyor. Bir farkla: Sosyalizm öbür dünyayı bu dünyaya taşıyor. Engels benzerlikleri anlatmaya devam ediyor ve her iki grubun da zulme uğradığını, sürgünlere gönderildiğini, işkencelere tabii tutulduğunu ekliyor. Ama her şeye rağmen her iki hareket de başarıyla engelleri yıkıyor, hedefine varıyor.
Engels, bu benzerliklere, iki hareketin de liderlere sahip olmasını ekliyor. Birinde peygamberlerin, diğerinde önderlerin olduğunu söylüyor. Ama bununla söz konusu hareketlerin bir önder hareketi olduğu sonucuna varmıyor. Aksine onları kitle hareketi olarak değerlendiriyor. Bütün kitle hareketleri başlangıcında çelişkiler taşıdığından, bu hareketlerin de karmaşa içinde olduğunu düşünüyor. Tıpkı sosyalistlerin parçalanmışlığı gibi ilk Hıristiyanların da sayısız mezhebe ayrılmış olduğunu anlatıyor. Bu parçalanmışlıktan da tartışmalar sayesinde gelecekteki birliğin doğacağını düşünüyor. Bir başka benzerliği de kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi sınırlayan inançlara karşı, Hıristiyanlığın ilk yüz yılında özgürlük ortamı sağlanmış olmasıyla, modern sosyalist hareketin cinsel özgürlüğü savunuyor olması arasında buluyor. Bir benzerlik daha ekleyelim: Başlangıçta Hıristiyan topluluklarda bütün bir dünyaya karşı mücadele etme ve başarma çıkma hırsı ve inancı var. Bunu Hıristiyanlar zamanla kaybediyor, yerini inanca dayalı bir ahlak öğretisi alıyor. Şimdi o inanç ve hırsı sosyalistler taşıyor.
Kuşkusuz Engels’in ortaya koyduğu bu benzerlikler yerinde. Ama benim daha çarpıcı bulduğum şu ifade: “Ve bizim ilk komünist işçi topluluklarımız gibi ilk Hıristiyanlar da öğretilerine uygun görünen şeylere karşı benzeri bulunmaz bir saflık içindeydiler”. Bunun üzerine bugün de düşünmenin verimli olacağı kanaatindeyim.
Hapishanede zengin bir adam
Engels, makalesinde Hıristiyanlık tarihinden örnekler aktarıyor. Uzunca bir alıntıyla Peregrinus’tan bahsediyor. Peregrinus kendine epey bir maceradan sonra Proteus ismini verdiği için ben de bu ismi kullanacağım. Proteus, daha genç yaşta eşini aldatmaya başlıyor ve suçüstü yakalanıyor. Bunun cezası linç edilmek. Proteus şans eseri linçten kurtuluyor. Babasıyla ilişkisi iyice bozuluyor. Bu, baba oğul tartışması sınırlarını aşıyor ve Proteus babasını öldürüyor. Filistin’e kaçıyor. Asıl ilginç serüven burada başlıyor. Proteus ilk Hıristiyan toplulukların içine giriyor. Filistin’de rahiplerle, âlimlerle düşüp kalkarak Hıristiyanların o dönemde hayranlık yaratan bilgeliklerini ediniyor. Proteus o kadar hızlı öğreniyor ki hocaları yanında çömez gibi kalıyor. Kısa bir sürede cemaat lideri, sinagogun ustası, peygamber gibi sıfatlarla anılıyor. Kutsal metni yorumlamaya, öğretmeye dahası kendi de yazmaya başlıyor. Çok sayıda Hıristiyan onun takipçisi oluyor, buyruklarını dinliyor. Hıristiyan olması nedeniyle bir ara tutuklanıp içeri atılıyor. Hıristiyanlar, serbest kalabilmesi için her yolu deniyor. Yoldaşları bunu başaramıyor ama sabahın ilk ışıklarıyla hapishanenin kapısında toplanmaya başlıyorlar. Kimler mi? Anneler, dullar, yoksullar, yetimler… Cemaatin önde gelenleri gardiyanları ayarlayarak zamanlarını onla geçirmek için can atıyor, yiyecekler, kitaplar taşıyor, kutsal metni birlikte okuyorlar. Proteus’u yeni bir Sokrates olarak görüyorlar. Küçük Asya kentlerinden cemaat önderleri bütün imkânlarını onun için seferber ediyor. Şaşırtıcı bir hızla örgütleniyor ve Proteus için hiçbir masrafı esirgemiyorlar. Her taraftan Proteus’a para akmaya başlıyor. Proteus’un da hapishanenin bir zenginlik kaynağı olduğunu keşfetmesi çok zaman almıyor. Kendine sunulan yardımlar, hediyelerle hatırı sayılır bir zenginlik biriktiriyor. Hapishaneden zengin bir adam olarak çıkıyor.
Engels bu örnekten hareketle “inançlı insanların, komünistlerin akıl almaz saflığına” işaret ediyor. Nasıl oluyor da bu insanlar dünyayı fethetme, değiştirme mücadelesi için hayatlarını ortaya koyabilecek kadar kahramanken, akıl almaz oranda saf olabiliyor? Bu çelişkili bir durum değil mi? Bunu sağlayan nedir? Bu saflık diğer inananlara da taşınabilir mi? Örneğin, Avrupa’da çalışan inançlı Müslüman işçilerin “İslamî” olduğu söylenen firmalar tarafından defalarca dolandırılmış olması bu saflığa bağlanabilir mi? Yıllardır biriktirdikleri, çok sıkı korudukları paralarını, son kuruşuna kadar Müslüman bir retorikle kapılarını çalan firmalara aynı saflıkla mı teslim ettiler? Bu Müslüman işçilerin her birinin hikâyesi yürek yakıyor. Daha geçenlerde bu işçilerden biriyle bütün parasını kaptırdığı yerde konuştum. Kafasına kurşun sıkan birini dahi affedebileceğini, ama ahirette iki elinin onu dolandıranların yakasında olacağını söyledi. Kendisine yapılan haksızlığın hesabını sormayı Tanrı’ya havale etmekten başka yolu yoktu. Dolandırılmasına yol açan inanç birliğiydi ve dolandırılmanın hesabını yine inanca sığınarak sormayı bekliyordu. İşte buna sarsılmaz inanç deniyor.
Komünistin saflığı
İnananların çocuksu saflığını anlamaya çalışıyorum: Ortak bir başka dünya tasarımı ulvî bir değer. Devrimci, bu tasarım için mücadele etmeye başladığı andan itibaren yalnızlaşıyor. En yakınlarıyla sürtüşmeler yaşıyor, aile ilk karşısına çıkan güç oluyor çoğu zaman. Aileyle mücadele, en sevilenlerin kaybedilmesine gidebilecek bir serüvenin başlangıcı. Devrimci, toplumla cebelleşiyor; gelenekleri, alışılagelmiş yaşama biçimlerini sorguluyor, yargılıyor reddediyor. Giderek kurulu düzen, devlet ve bütün kurumlarına bir meydan okuma devrimcinin yaşamı. Bu, müthiş güçlü insanın başarabileceği bir şey. Böylesine devasa bir gücün karşısına çıkmak, dikilmek güçlü olmayı gerektiriyor. Devrimci, aileye, topluma, devlete ve bütün kurumlarına karşı mücadele ederken, ailenin, toplumun, devletin ve kurumlarının verdiği şefkatten, güvenden mahrum kalıyor.
İşte gücün kaynağı bu: Şefkate ve güvenliğe hayır diyebilmek. Devrimcinin bu zor mücadelede yoldaşları oluyor; kendi gibi düşünen ve davrananlar. Yoldaş; aileye, topluma, devlete ve kurumlarına diklenirken, birlikte hareket edilen kale. Yoldaşlarla kurulan dünya, ezici bir gücün karşısında direnebilmenin surları. Yoldaş; ailenin, toplumun, devletin ve kurumlarının kaybedilmesiyle meydana çıkan güvenlik, şefkat boşluğunun ikame edildiği şahsiyet aynı zamanda. İşte burası yoldaşlık bağına ne denli büyük anlam yüklenmiş olduğunu anlayacağımız yer ve burası yoldaşa inanmanın pekiştiği yer. Böylece devrimcinin gücü, güçsüzlüğünün de ortaya çıktığı nokta. Komünistin saflığının kaynağı onun gücü. “Hayır” dediklerinin büyüklüğü kadar “evet” diyerek inanmış olması.
Başka bir cepheden de bakmak gerek: Engels’in, Proteus örneğinden inançlı insanların saflığını tartışmaya başlaması yerinde. Ancak bu örnekten hareketle bir başka tartışma da açılabilir: Bir insan nasıl olur da Proteus olur? Kendisine sadece dostluk ve iyilik sunulan bir insan, nasıl olur da bunu ona sunanları kullanır? Engels’in bize anlattığı Proteus, saf Hıristiyanları soymak için aralarına planlayarak sızmış bir sahtekâr değil. Proteus, yoldaş olduğu insanları kandırabileceğini, kullanabileceğini kavramış ve bunu yapmış biri. Kendi çıkarlarını parçası olduğu topluluğun üzerinde görmüş, parçası olduğu topluluğu kendi çıkarları için bir araç haline getirmiş biri. Ancak Proteus’un tekil bir ahlaksızlık örneği olduğunu söyleyerek işin içinden çıkamayız. Bu ve benzeri örneklerden inançlı insanların saflığı tespitine varıyorsak, tıpkı bunun gibi Proteusların devamlılığı sonucuna da varmalıyız. Proteus’u bir sembol olarak alıp onun ismiyle bir ilişki kurma, bir hayat tarzını tanımlamayı deniyorum.
Bunu daha çok siyaset alanında tartışmayı verimli buluyorum. Her siyasî hareketin kendi Proteus’unu taşıyor olabileceğini düşünüyorum. Sosyalistler arasında Proteusların yer bulup bulmadığına bakarsak nasıl bir manzara çıkar ortaya? Günümüzde de sosyalistler, sosyalist olduğunu söyleyenler tarafından suiistimal edilebiliyor mu?
Yeni bir dünya tasarlamak ve bu dünya uğruna davranmak, mücadele etmek bedeli çok ağır bir eylem. Eylemin bedeli sürgünler, hapisler, işkenceler ve ölüm. Bir insanın bir değer için hayatını ortaya koymuş olması, başka her şeyi anlamsız ve çok küçük kılıyor. Hayatını ortaya koymuş insanı, küçük çıkarların insanı olarak düşünmek akla, mantığa sığmıyor. Hayatı ortaya koyacak kadar büyük bir değere sahip olmak göz kamaştırıyor. Onun ufak hesaplar yapabileceğini görmeye engel oluyor. Ortak ya da gıpta edilen değerler nedeniyle çekilmiş acılar bir sahiplenme, acıma duygusu yaratıyor. Yeni bir dünya için mücadele ederken, zulme uğrayanların çektiği acılar, bu zulme uğramamış ya da daha az uğramış olanların üzerine çöküyor. Ortak tasarlanmış bir “suçun” bedelini sanki sadece bir kişi ödemiş gibi.
“Öyleymiş gibi yapma”
İşte gerçek hayatlarında sosyalist olmaya ilişkin hiçbir şey kalmamış kimi eski solcular bunu tıpkı Proteus gibi seziyor. Ezilen halkların kimi unsurları da Proteusist oluyor. Ezilen halkın hiçbir sorununa karşı ilgi duymaz ve bu doğrultuda davranmazken, “öyleymiş gibi yapma”nın kimi topluluklarda iş göreceğini çok iyi biliyorlar. Mazlum, ezilen, dışlanan, ırkçılığa muhatap olan halkın bir unsuru olmak, işte o topluluklarda dayanışma, acıma duygularını harekete geçiriyor. Sadece böylesine duyarlılıkları olan topluluklar karşısında etnik kimlikler hatırlanıyor nedense. Göçmen işçiler arasında sıklıkla Proteusistler ortaya çıkıyor. Göçmenliğin, horlanmanın, uzaklarda olmanın yarattığı acıma, çok hızlı bir şekilde duygu sömürüsüne ve buradan da çıkar sağlamaya dönüşüyor.
Proteusistler günlük ilişkilerinin tecrübesinden sonuçlar çıkarıyor. Geçmişte çektikleri acıları, hapishane günlerini, işkenceleri, uzakta kalan akrabaları, ata topraklarını anlatarak karşıdakini kuşatıyor. Hayatı ortaya koyacak kadar erdemli olmanın hayranlık yaratığını deneyerek görüyor. İşkence görmüş, özgürlüğü sınırlanmış, yurt hasreti çekmiş, ırkçı aşağılanmaya maruz kalmış olmanın acıma duygusu yaratığını biliyor. Protuesist, hayranlık ve acıma duygusunu harekete geçirmek için oynuyor. Her iki duygunun da harekete geçmesi durumunda yardımlaşmanın, dayanışmanın başlayacağını biliyor. Hayranlık ve acıma duyulana olanakların seferber edildiğini tecrübe ediyor. Protuesist bu yolla kazanıyor. Ama oynadığı için hakikiliği yok, kaygan bir varlık, bir şey değil. Seferber edilen imkânlar üzerinden yaşamayı beceriyor.
Ta ki samimiyetsizliği ortaya çıkana kadar. Üzerinden yaşanan insanlar geç de olsa çoğu zaman Proteusist’i deşifre ediyor. Deşifre olan Proteusist kendisiyle yüzleşmiyor, bu yüzleşmeden kaçma konusunda son derece mahir ve ne olduğunun artık biliniyor olmasından rahatsızlık duymuyor. Bu duruma gelen Proteusist çevre değiştiriyor, yeni çevrede yoluna devam ediyor. Onun tarafından kullanılmış insanlar, inançlılar, komünistler onun hakkında konuşmayı değil susmayı tercih ediyor. İşte bu değerlere, bu değerlerden dolayı geçmişte bedel ödemiş olmaya, geçmişte bir şey olmaya, mazlum oluşa, ırkçılığın nesnesi olmaya vb. dayanarak sürdürülen asalak yaşama tarzını, ilişki kurma tarzını siyasi Proteusizm diye adlandırıyorum.
Siyasi Proteusizm, hayatın birçok alanında karşımıza çıkıyor. Sadece küçük insanların varlığını sürdürebilme çabası olarak dışlaşmıyor. Bir kahve, meyhane köşesinde hatıra anlatıcılığından, gazetede köşe yazarlığına, roman, şiir yazarlığına kadar uzuyor. Oysa anıları anlatmak üzerine yerleşmiş solculuk, solculuğun da artık anı olduğunu gösteriyor… Proteusist bunu biliyor, onu dinleyenler bilmiyor…