Semih Gümüş
Komünist Hipotez
Alain Badiou
Encore Yayınları, 2011
Alain Badiou, en çok da Marksizm içinde olup onun bazen dışına çıkmaya, bazen uçlara savrulmaya kendini açık tuttuğu için zamanımızın önde gelen düşünce üreticileri ve enetelektüelleri arasında yer alıyor. En önemlisi, günümüzün en yeni ve sıcak sorunlarına, sözgelimi son küresel krizden sonraki dünyanın durumuna ilişkin çözümlemeler, sorunun derin yapısının bütününü kapsayacak biçimde yapılamadı ve Alain Badiou gibi düşünürler, bunu da yapmaya çalışıyor.
Kendilerini bugün de Marksizm içinde görenler için, yaşadığımız zamanları anlayıp geleceğe ilişkin tasarımlar yaparken Marksizm’in bugünü anlamak ve geleceğe ışık tutmak için olanaklı olup olmadığını sorgulamak da öncelik alıyor. 1991’de reel sosyalizmin yenilgisi tescillendikten sonra, önce olumsuz olanlar üstünde duruldu, dünyanın üçte birini etkisi altına alan büyük dalganın sönümlenmesinin nedenleri oradaydı; bir on yıl geçtikten sonra da olumlu yanların değerlendirilmesine başlandı. Alain Badiou, Komünist Hipotez kitabında, bu süreci ve hemen öncesini değerlendirirken, günümüzde yaşanan küresel krizi de tartıyor. 1966-76 yılları arasındaki dönemi “kızıl yıllar” olarak tanımlıyor Badiou, Çin’deki Kültür Devrimi yıllarına denk düşen dünyayı anlatmak için. Ama biz bunu 1968-1980 olarak düşünebiliriz pekâlâ. Hem Avrupa’nın yaşadıkları, hem de Türkiye’nin 68’de başlayan siyasallaşma sürecini anlatmak için uygun bir dönem bu. Badiou’nun “kızıl on yıl”ı Avrupa’ya izdüşürülemez, ama Türkiye için gerçek bir örtüşmeden de söz edilebilir.
Kızıl on iki yıl
Türkiye’nin 1968-1980 dönemi, bir kızıl on iki yıl olarak öylesine sıcak, sert, on yıllardır anlatılmasına karşın tam anlamıyla anlatılması öylesine olanaksız bir dönem oldu ki, hem sosyalizm düşüncesinin muazzam yükselişine ve özellikle 1974’ten sonra yığınsallaşmasına tanık oldu, hem de 12 Eylül darbesiyle birlikte hızlı çözülüşüne. İlginçtir, Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesi olurken, dünyada da 1980’lerde yeni bir sorgulama dönemi açılıyordu. Kızıl yıllar son bulmuştu.
1968-1980 arasında Avrupa’da sosyal demokrasi de kendini kaybetmişti, arada kalmak, onu soldan uzaklaştırıp yığın ilişkilerini bulabileceğini düşündüğü sağa savurdu. Komünistler buna hep demokrasi güçlerinin zaafa uğraması olarak baktı, ama bugün daha iyi anlaşılıyor ki, yersiz bir endişeydi: Sosyal demokrasinin varlığı bugün olduğundan daha çok güç vermiyordu demokrasi cephesine.
Badiou, günümüze de kalan sorunların bazılarını Paris Komünü bağlamında tartışıyor. İktidar sorunundan başlayarak. “İkinci tip başarısızlık,” diyor Komün’den söz ederken, “içerisinde birbiriyle tutarsız fakat oldukça kalabalık güçlerin yer aldığı, hakikaten bir iktidar hedefi saptamadan gerici devlet güçlerini sürekli olarak savunma durumunda bırakan geniş kitle hareketlerinin akıbetidir.” Badiou, Komün’ün olumlu sonuçlarından çok olumsuz olanlarını tartışıyor ve Marx’ın Komün derslerine ilişkin değerlendirmelerinde de yeterince anlamlı sonuçlar çıkarılmadığını düşünüyor.
Komünist Hipotez’in “bir felsefe kitabı olduğunun altını ısrarla çizmek isterim,” diyor Badiou. “İlk bakışta sanıldığının aksine doğrudan doğruya politikayı konu edinmiyor, olsa olsa politikaya bazı atıflarda bulunduğunu söyleyebiliriz.” Demek yetmiyor, örgütlü ve iktidar olmuş siyaseti konu edip kendince yargılarda bulunan bir kitabı felsefe metni olarak almak elbette olanaksız. Komünist Hipotez’i, önemli bir bölümünü “Kültür Devrimi”ne ayırmış, son iki yüzyılı aşkın bir zamanın siyasal gerçekliğini çözümleyen bir kitap olarak okumak, doğru bir okuma biçimi olur.
68’in özgürlük ruhu
Mayıs 68 üstüne yorumları da, başkaları için dediği gibi, “sadece nostaljiden ve folklordan ibaret” değil. Sözgelimi Badiou’nun çıkardığı, “Mayıs 68’in asıl sonucu ve gerçek kahramanı zincirinden boşanmış liberal kapitalizm olmuştur” sonucu, kapitalizmin kendini krizler içinde bile o günden bugüne güçlendirdiğini de anlatır. Bu noktaki eleştiriler ya ümitsizlik diye getiriliyor ya da yapılan yorumlara tepki. Oysa kapitalizmin dünyayı ahtapot gibi kıskaçlarıyla tuttuğu gerçeğini belirtmek başka, sosyalizmin kendini bir gelecek ideali olarak yeniden üretmesi ve Marksizm’in yıpranmış yanlarını onarıp yeniden yorumlanması başka.
Avrupa’nın Mayıs 68’i geleneksel değerleri yerinden edip bireysel özgürlüklerin bayrağını yükseltirken, kadın hareketlerinden eşcinsel haklarına uzanan bir dizi yeni sorunu toplumsallaştırıyordu. Öte yandan: “Tüm bunlar yeni bir tiyatro fikrinin, yeni politik ifade biçimlerinin, yeni tarz kolektif eylemin, izleyicinin de katılımıyla şekillenen doğaçlama sanatsal etkinliklerin öne çıkması ve sinemaya yansımasıyla kültürel alanı da etkileyecektir.”
Mayıs 68 dendiği zaman önce özgürlük gelir akla, siyasal olanın da dışındaki toplumsal dünyayı anlatan özgürlük. Siyasal çoğulculuğun, dolayısıyla karşıtlıkların çokluğu geleneksel siyaseti gözden düşürürken, yalnızca Marksizm’in yeniden yükselişini sağlamadı, Marksizm’le çatışan radikal düşüncelerin önündeki engelleri de kaldırdı. Mayıs 68 hakkında çok konuşuldu ve yazıldı belki, ama konuşulup yazılacaklar hâlâ tükenmiş değil.
68’in özgürlük ruhu ve siyasal çoğulculuğu, Avrupa’dan başlayarak dünyanın yeni bir sol dalga içinde kalmasının da başlıca nedenlerinden oldu. İlk tamamlayıcı Vietnam’dı. Vietnam, Küba devriminden sonra bütün ilerici ve sol güçlerin bayrağı olarak dünyanın bir ucundan öteki ucuna doğru sallanıyordu. 1975’te art arda hem Vietnam’ın kurtuluşu hem de İspanya ve Portekiz’deki faşist diktatörlüklerin yıkılışı, 68-80 arasındaki kızıl yılları perçinledi. Badiou, ilginçtir, Komünist Hipotez’in “Kültür Devrimi”ni temize çekmeye çalıştığı sayfaları arasında Vietnam’ı değerlendirmiyor. Oysa tam da anlattığı dönemin simgelerindendi.
Sıradan hayatların başına gelenler
Bu arada bugün de, “68 Mayısı’nın doğurduğu zorlu sorularla cebelleştiğimizi söyleyebiliriz”, elbette ve neyse ki. Badiou 68’in çağdaşı olduğumuzu söylüyor; acaba Sovyetler Birliği’nden bütün bütüne kopuk oluşundan mı; çünkü 1991’den sonra, 68 ile günümüzdeki sol hareketler arasında iki ayrı çağın kültürü arasındaki kadar uzaklık olduğu kuşkusuz. Badiou bugün yaşayanların 68’in nöbetçileri olduğunu belirtiyor, ama romantik bir saptama bu da.
Herhalde sosyalistlerin temel kusurları arasında, sorunları tartışırken ve çözüm yolları ararken siyasal çıkarlar, yani toplumun seçkinlerinin bakış açısı içinde kalmak vardır. Oysa, “Konuya her zaman sıradan hayatların başına gelenler açısından” bakılmalıdır. Latin Amerika’da radikal solun iktidar başarısı kazanmasında sorunlara hep halkın, yoksulların çıkarları açısından bakılması da önemli bir etken olmalı. Oysa Türkiye’nin de içinde bulunduğu Avrupa düşüncesi, sıradan hayatlara siyasal azınlıkların düşünceleri açısından bakmaya yatkın olduğu için, kalıcı toplumsal karşılıklar yaratmakta güçlük çekmeyi sürdürüyor.
Mayıs 68’i değerlendirme biçimiyle “Kültür Devrimi” çözümlemeleri bağdaşır mı, Badiou bunun içinden çıkamıyor aslında. Parti ve iktidar tasallutuna karşı bir yığın hareketi olarak “Kültür Devrimi”ni savunma refleksi anlamlı değil. Orada da örgütlü tasallut var. Sonunda, siyasal bir kıyımdı onun da sonucu. Bugün Badiou’nun savunduğu komünizm ideası, ancak parti ya da öncü rolünü oynayacak öznelerden kurtarılabildiğinde tartışmaya değer olacaktır. Yoksa amaç yalnızca siyasal iktidarı ele geçirmek ve bunun öncü gücü olan partiyi örgütlemekse, orada düşünceye de, idea’ya da gerek yoktur. Badiou da zaten komünizm sözcüğünü bir işleyiş olarak aldığını belirtiyor. Açmazı da bu.
O kızıl yılların içinde yaşamak, hayallerimizi sürekli zihnimizde taşımaksa, bundan kurtulamıyoruz; ama eski düşünce ve savaşım biçimlerini koruyanlarla aynı düşünceleri paylaşamayacağımız da apaçık.