Atilla Dirim
Henrietta Franks, trene binip Köln’den ayrıldığında 15 yaşındaydı. Annesinden, babasından ve tüm sevdiklerinden ayrılması pek kolay olmamıştı. Annesiyle babası, canını kurtarmak için küçük kızlarını başka birçok çocukla birlikte bu işe tahsis edilmiş bir trene bindirmişlerdi. Onlar da sonra bir şekilde İngiltere’ye geçmeyi planlıyorlardı, hatta Belçika üzerinden Fransa’nın güneyine kaçmayı dahi başarmışlardı, ancak orada da Nazilerden kurtulamayacaklardı. Almanlar 1942 yılında Fransa’nın güneyini de işgal etti. Henrietta’nın babasının yakalanması uzun sürmedi. Bir punduna getirip eşine “İngiltere’de görüşürüz!” diye bağırmayı başarabilmişti, ancak bir daha ondan haber alan olmadı.
Kindertransport
Henrietta gibi binlerce Yahudi çocuk, 1938-1940 yılları arasında Almanya’dan ve Alman işgali ya da işgal tehdidi altında bulunan ülkelerden İngiltere’ye götürüldü. Bu geniş çaplı operasyona “Kindertransporten”, yani “çocuk nakliyatları” adı verilir.
Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesi ve Nürnberg Irk Yasaları’nın kabul edilmesiyle birlikte, hayat Yahudiler için dayanılmaz bir hâl almaya başlamıştı. Yahudiler vatandaşlık haklarından mahrum edildi, “Alman ya da Alman kanıyla ilişkili” kişilerle evlenmeleri ve cinsel ilişki kurmaları yasaklandı. Yahudilerin sahip oldukları mülkleri kaydettirmeleri ve işyerlerini “Arileştirmeleri” zorunlu kılınarak, onları yoksullaştırma hareketine girişildi. Yahudi işçiler ve yöneticiler işten atıldı, çoğu Yahudi işyeri Nazilerin belirlediği çok düşük fiyatlardan Yahudi olmayan Almanlara satıldı. Yahudi doktorların Yahudi olmayan hastaları tedavi etmesi ve Yahudi avukatların avukatlık yapması yasaklandı.
Bu durum karşısında Yahudiler ülkeden kaçmak ya da göç etmek için çaba göstermeye çalıştı, ancak Kristallnacht adı verilen pogrom sonrasında çeşitli toplama kamplarına (henüz ölüm kampları kurulmamıştı) gönderilmeye başlanınca, zor olsa bile, kaçış ve göç fikri eyleme dönüşmeye başladı. Aileler, en azından çocuklarının bir şekilde kurtulması için ellerinden gelen her şeyi yapmaya hazırdı. Böylece “Kindertransport” düşüncesi hayata geçirilmeye başlandı.
Sonradan “Refugee Children’s Movement” (RCM, Mülteci Çocuklar Hareketi) olarak anılacak olan bir örgüt, Yahudi örgütleriyle birlikte çocukların nakil işlemlerini hazırlamak üzere Almanya, Avusturya ve Çekoslovakya’ya temsilciler gönderdi. Yetimler, ebeveynleri toplama kamplarına gönderilmiş olanlar, fakir düşmüş ailelerin çocukları önceliğe sahipti.
Okulda vedalaşılacak!
Kindertransport’un akıllarda kalan isimlerinden biri, Erich Klibansky’dir. Klibansky, Almanya’nın Ren bölgesinde bulunan tek Yahudi okulu olan Köln’deki Jawne Lisesi’nde çalışıyordu. Hitler iktidara geldiğinde, okulun müdürü konumundaydı. Bu görevi, onun bir kahraman olarak anılmasına neden olacaktı.
9-10 Kasım 1938 günü yaşanan Kristallnacht’tan sonra, Klibansky mümkün olduğu kadar fazla çocuğu kurtarmaya karar vermişti. İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain konuyu pogromun hemen ertesinde, 21 Kasım günü parlamentoya getirmişti ve hemen bazı somut kararlar alınmıştı. Buna göre Almanya, Avusturya ve Çekoslovakya tabiiyetinde olan 5-17 yaş arasında çocuklar, çocuk başına 50 sterlinlik bir garanti bedeli ödenmesi kaydıyla, turist vizesiyle İngiltere’ye gelebilecekti. Bu çocukların her biri için bir koruyucu aile tespit edilecekti, çocuklar yanlarında ebeveyn olmadan gelecekti ve uygun ortam oluşunca geri gönderileceklerdi. Çocuk sayısı için belirli bir kota konulmamıştı.
Klibansky bu fırsatı değerlendirerek RCM temsilcileriyle temas kurdu, öğrencilerini Cambridge Certificate of Proficiency in English sınavı için hazırlamaya ve onları İngiltere’ye gidecek gemiye götürecek bir tren ayarlamak için çalışmaya başladı. Bir süre sonra, treni ayarladığında, okula şu telgrafı çekiyordu. “Çocuklar 17:13’te hareket ediyor. Okulda vedalaşılacak!”
Klibansky, toplamda beş sınıfı İngiltere’ye götürmeyi başarmıştı. Yani 9354 çocuktan 130’unu. Çocukların yaşının 17’den büyük olmaması, ruhsal veya bedensel hastalıklarının bulunmaması gerekiyordu.
Almanya Yahudileri Temsilciliği ile Viyana İsrail Kültür Cemaati, çocukların göçü için Nazi makamlarıyla birçok görüşme yapmıştı. Naziler bu göç şekline itiraz etmemişlerdi, hatta özel trenler bile ayarlamışlardı. Ancak göçün Alman devletine malî yük getirmemesi gerekiyordu ve 10.000’den fazla çocuğa izin verilmeyecekti.
“Ninem ağlıyor, annem de ağlıyor”
Bu çok acı veren bir süreçti. Seyahat haberinin alınmasıyla hareket ânı arasında genellikle 24 saat bile olmuyordu. Çocuklar genellikle yanlarına sadece taşıyabilecekleri kadar eşya alabiliyordu. Kız kardeşi 1938’de trene binen Viyanalı bir kadın, günlüğüne şunları yazmıştı:
“Dita gitti… Evimizde artık bir boşluk var… Ninem ağlıyor, annem de ağlıyor… Dün her şey hep anlatıldığı gibiydi… Yahudi bekçiler cep fenerleriyle yolu aydınlatıyordu. Ve 17 yaşına kadar çocuklar, oğlanlar ve kızlar, ellerinde çıkınları ve valizleriyle. Bir öpücük daha. Son bir öpücük, bir daha… Dört yaşındaki küçükler ağlıyor ve bağırıyordu… Tabii anneleri de! Küçüklerin babaları Dachau toplama kampındaydı. Dita’yla annem de birbirlerini son bir kez öpmek istiyorlardı… ama bekçi onları birbirlerinden ayırdı. ‘Şu işi daha da zorlaştırmayın’ dedi.”
Ernst Kohlmann da Jawne’de okula giden çocuklardan biriydi. Okul numarası 351’di. “Tren Hollanda’ya girdiğinde korkularımdan kurtuldum, nihayet özgürdüm.” Ebeveynlerini bir daha asla göremeyecekti: 1944 yılında öldürüleceklerdi. Okul müdürü Klibansky, bu tarihten iki yıl önce ölmüştü. İngiltere için giriş vizesine sahip olmasına rağmen Almanya’da kalmıştı. 20 Temmuz 1942’de, ailesi ve kurtaramadığı öğrencileriyle birlikte kamplara gönderilmek üzere Köln Garı’ndaydı. Klibansky, Minsk’te katledilecekti.
Koruyucu aile arayışı
Böylece, yaklaşık 10.000 kadar çocuk, İngiltere’nin Harwich limanına ayak bastı. Çocuklar İngiltere’de önce kamplara yerleştirildi. Koruyucu aile arayışında ise bazı zorluklar yaşanıyordu. Ortodoks ailelerden gelmeyen kız çocukları nispeten daha hızlı bir şekilde bakıcı aileler bulurken, özellikle Ortodoks oğlanlar için bu neredeyse imkânsızdı. Bunlar genellikle bağışlarla yaşamaya çalışan, ancak İngiliz hükümetinden de destek alan yurtlara yerleştiriliyordu. Yine de çocukların büyük kısmı için İngiliz toplumuna uyum sağlamak uzun ve zorlu bir süreçti. Bazı koruyucu aileler çocukları ucuz işgücü olarak kullandı, bazı çocuklar ise din değiştirmeye zorlandı. En kötüsüyse, savaş ilanından sonra yürürlüğe giren “Yabancı uyruklular” ile ilgili yasalar çerçevesinde, 1.000 kadar çocuğun yabancı ülke ajanı olmaları gerekçesiyle toplanıp Man Adası’ndaki kamplara kapatılmasıydı. Bir kısmı da yine aynı gerekçeyle Kanada veya Avustralya’ya sürüldü.
Çocukların birçoğu ABD ya da Filistin’e göç etti, sadece pek azı geldikleri yerlere geri döndü. 1989 yılında hayatta kalanları bir araya getiren 50. yıl buluşması, Kindertransport’un bir kez daha hatırlanmasına neden oldu. Bundan önce mahkemeler yaşadıkları travma nedeniyle onlara tazminat ödenmesini reddetmişti.
Ama en önemlisi şu ki, bu çocukların büyük kısmı bir daha ne annelerini görebildi, ne babalarını…
İKİNCİ TREN
Ruth Heber 10 yaşında bir kız çocuğuyken 18 Aralık 1938’de Viyana’nın Westbahnhof garından erkek kardeşi Harry ve yüzlerce başka çocukla trene binmiş. Almanya ve Hollanda üzerinden çocukları İngiltere’ye götüren tren, daha sonra Kindertransport adını alacak olan trenlerin ikincisiymiş.
Londra’da 75 yaşında iken Heber o günü şöyle anlatmıştır:
“Babamız bizi giydirdi ve gara gittik. Ne olup bittiğini halkın anlamaması için akşam geç saatte kalkıyordu tren. Annem, babam ve anneannemin platforma gelmesine izin verilmedi. ‘Uslu ol, kardeşine iyi bak. Size hep yazacağız ve hep sizi düşüneceğiz. Sonra da çok yakında biz de geleceğiz’ dediler. Çantalarımızda sadece kıyafetler vardı, bir de benim renkli boyama kalemlerim.”
“Annemle babam sanki hiç kötü bir şey olmuyormuş gibi davranmaya, bizi korkutmamaya çalışıyorlardı. Hayatlarımıza ne olduğunu hiç anlayamamıştık.”
“Tren sınırı geçip Almanya’dan Hollanda’ya girdiğinde daha büyükçe olan çocuklardan sevinç naraları yükselmişti. Neyi geride bıraktıklarını biliyorlardı; bizim ise hiçbir şeyden haberimiz yoktu.”
“Hollanda’da tren istasyonlarda durduğunda platformdan kadınlar bize çok iyi davranıyor, süt ve çikolata veriyorlardı.”
“Hiçbirimiz tek kelime İngilizce bilmiyorduk. Bizim yerleştirildiğimiz küçük şehirde bir gün yerel halk para toplamış, hepimizi sinemaya götürdüler. Sinemaya vardık ki, her koltuğa küçük bir çikolata koymuşlar. Ne kadar güzel bir davranış! Ne kadar sevindiğimizi hâlâ unutamam.”