Ferhat Kentel
Modern dünya tarihine bakıldığında, popülizm, her ne kadar seçkinciliğin (elitizmin) zıddı gibi görünse de, “halkı önceleyen” gerçek alternatif siyaset olmaktan çok, sadece halkın kültürel anlam dünyası ile irtibatı güçlü bir hegemonik söylemdir. Giriş amacıyla bir tanım yapmak gerekirse, popülizm, güç ilişkilerini ve sınıfsal eşitsizlikleri barındıran bir ekonomik oyun oynanırken, ekonomik ve siyasal güce sahip seçkinlerin başvurduğu, popüler sınıfların oyunun içinde kalmalarını sağlayan bir ideolojik eklemlenmedir. Daha da kısaca ifade edecek olursak, en genel olarak, seçkincilik ve popülizm aynı bütünün iki farklı yüzüdür.
Bugün dikkat çekici bir eğilim olarak, daha önceleri örnekleri olsa da, rasyonel ve teknokratik yapıların hakim olduğu Avrupa ya da ABD de dahil olmak üzere, dünyanın bütün coğrafyalarında popülist siyaset güden, “tehlikeli yabancılar”a karşı “otantik bir halk”a öncelik veren, bazen alenen ırkçı, bazen ırkçılığın sınırlarında dolaşan partilerin öne çıktığını görüyoruz.
Avusturya’da, Fransa’da, Almanya’da bu tür partilerin tecrübesine benzer bir örnek ABD’de yaşandı. Donald Trump, seçim kampanyası boyunca islamofobik, yabancı düşmanı söylemler kullanmış olmasına rağmen seçimleri kazandı. “Derin Amerika”, kendisi gibi konuşan popülist Trump’ı iktidara taşıdı.
Güvensiz dünyada sığınak aramak
Farklı ülkelerde, siyaset yelpazesinin farklı kanatlarında belirginleşen popülist politikalara rastlanabileceğini de göz ardı etmemek, ancak “ortak bir mesele” olduğunu görmek gerekiyor. Günümüzde, güçlülerin hep daha güçlü olması; öte yandan, yoksulların ve adaletsiz bir dünyada yaşamaya mahkûm olanların sayısının azalmak bir yana, artması bir güven kırılmasına, bir inanç erozyonuna yol açtı. Modernliğin sihirli bir değnek gibi, sorunlarımıza ilaç olamayacağı, fakat varolmak için sürekli ve neredeyse acımasız bir savaş verilmesi gerektiği fikri, modernliğin güler yüzlü, umutlu rüyasının yerine geçti.
Üretilen zenginlikten eşit pay almak için verilen sınıfsal mücadelelerin hakim olduğu klasik modern sanayi toplumunda üstleri örtülen her türlü kültürel kimlik, bugün kendilerine yeni sıcak bir dünya arıyor. Kalkınma, ilerleme yolunda rasyonel bir varoluş mantığı, bugün artık tam tatmin sağlayamıyor. İlerleme dünyasına da tam olarak girememiş insanlar sahip oldukları her türlü kültürel daire içinde saygı görmek ve tanınmak istiyor.
Giderek daha belirgin hâle gelen bu tatminsizlik ve egemen sınıflar cephesinde bu tatminsizliği örtme çabaları çok yeni bir durum değil; modern sanayi toplumuyla birlikte, köylülükten işçi sınıfına dönüşen ve arzu ettiği seviyeye bir türlü gelemeyen yeni kitleleri zapturapt altına almanın en kolay yollarından biri de onların kültürel referans dünyalarına hitap etmek ve ruhlarını okşamak oldu. Bu bazen insanların atalarından devraldıkları kültürel sermaye olarak dinleri, dilleri, gelenekleri ya da hemşerilik bağları oldu. Daha da çok modern devletin mütemmim cüzü olan ulusal kimlik, daha önceki kültürel referans dünyalarının yerine geçirilen bir strateji kıvamına ulaştıkça, kitlelerin ruhlarını okşayan ve onlara bir “ev” duygusu veren yeni kültür dünyası da milliyetçilik oldu.
Bugün, bir yandan küreselleşen, diğer yandan yerelleşen ve kimlikleşen dünyada ulus-devlet fikri her ne kadar yıprandıysa da, modernlikle sorunlu bir şekilde evlenen ve dolayısıyla “modern” olan insanların tahayyüllerinde çaresiz başvurulan bir referans olmaya devam ediyor.
İşte bugün, kökleri uzun tarihî süreçlerde bulunabilecek olan sınıfsal ve kültürel çatışmalar eşliğindeki tatminsizlik bir korkuyla beraber yürüyor. Herkesin yeni bir şeyler anlatmaya çalıştığı ve gene herkesin tam da bu nedenle başkaları için bir korku ve tehdit oluşturduğu bir zaman diliminde milliyetçilik, kolayca başvurulan bir dayanak oluyor. Milliyetçilik, halkın ya da oy veren vatandaşların, bütün farklılıklarına ve parçalanmışlıklarına rağmen başvurabildiği ve daha da önemlisi kendine göre “yorumlayabildiği” bir ideoloji özelliği taşıyor.[1]
“Sağ”dan “sol”dan popülizm
Milliyetçilik çok farklı yorumları barındırabiliyor; bu yüzden çok çeşitli kaynaklardan beslenip çok çeşitli biçimler altında güçlü bir şekilde varolabiliyor. Milliyetçilik gibi ideolojileri ve farklı hassasiyetleri de eklemleyebilen popülizm ise çok daha güçlü bir söylem, ideoloji ve hareket olarak karşımıza çıkıyor.
Bu aşamada şu tespiti yapabiliriz: Milliyetçilik ya da onu da içine alabilen popülizm, gerçek insanların, gerçek sıkıntılarını anlatma yollarıdır. Kendi sahip olduğu çok geniş kültürel anlam dünyası, kimlik özellikleri ve değerlerinden hareketle aktör olma çabasıdır. Popülizm ise, geniş bir yelpazede varolan bu değerler ve anlamlar dünyasının daraltılmış, hem kendindeki hem de başkalarındaki farklılıklara yabancılaşmış, buna karşılık kendinde varsayımsal bir “öz” inşa eden, bunu da eklektik bir şekilde yapan bir ideolojidir.
Tarihsel serencamını izlediğimizde, popülizmin esas olarak iki ana damarda belirginleştiğini görüyoruz. Bunlardan biri, otantik, efsanevî ve gerçek bir halk söylemini araçsallaştıran, hatta bu halka “kutsal bir öz” atfeden ve daha ziyade etnik ya da “kırsal” referanslı[2] diyebileceğimiz bir popülizmdir. Rusya’da Sovyet dönemi öncesi Narodnik hareket ya da Kemalist dönemle örtüşen Anadolucu hareket bu popülizme örnek verilebilir. “Gerçek halk”ın değerlerini yücelten, onu “rehber” edindiğini dile getiren bir tür kurtuluş hareketi olarak bu popülizm günümüzde farklı tezahürler altında, örneğin Hindistan’da ve Türkiye’de çekim gücü bulabiliyor.
Öte yandan, “siyasî ağırlıklı popülizm” olarak adlandırılan[3] daha çok “siyaset” ya da “yönetim” dilini kullanan popülizm, toplumu bir bütün ve homojen bir kitle olarak tahayyül edip araçsallaştırır. Popülist dil, bütün bu kitleyi temsil ettiğini iddia eder. Bu açıdan, retorik içi bileşenlerine bakıldığında, popülizmin çok farklı siyasal ve ideolojik akımlarla iç içe geçebildiği ve bu akımlar tarafından kullanılabileceği anlaşılıyor.
Dünyadaki örnekleri hakkında da fikir verebilecek olan, ancak Türkiye’de kendine özgü bileşimler altında şekillenen popülizmler arasında “milliyetçi-muhafazakâr” dil altında inşa edilen versiyonun daha çok karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Yukarıda sözünü ettiğimiz birinci damara tekabül eden bu popülizmin yanı sıra, “anti-emperyalizm” söylemi eşliğinde ortaya çıkan “sol popülizmi”; her dönemde, solculara ya da dindarlara karşı “halk ya da millet adına idareye el koyan darbeci popülizmi”; ülkeyi işgal eden yabancılara, gericilere, Kürtlere (ya da göçmenlere) karşı dile gelen “ırkçı temelli popülizmi”; gene uluslararası güçlere, bir “üst akla” karşı, Kemalist versiyonuna dinsel boyut katan “Müslüman-Türk Anadolu insanı popülizmi” yukarıda sözünü ettiğimiz “kutsallaştırılmış bir öz”e atıf yapan popülizmlere örnek gösterilebilir.
Öte yandan, bunlarla etkileşim içinde bulunan ve bu sebeple kapsadığı alan daha da genişleyen, ikinci damarda yer alan güçlü bir popülizm, toplumdaki ve siyasetteki farklılıkları, farklı çıkarları görünmez kılan “hizmet” retorikli popülizmdir. Buna göre toplum bir bütündür ve yöneticiler “hizmet edilmeyi hak eden ve üstün bir öze sahip halk”a (“vatandaşlar”, “yurttaşlar”) “hizmet eder”. Ancak bu hizmet, her ne kadar mütevazı bir şekilde dile gelse de, “yukarıdan aşağı” götürülen ve halkın ne istediğini bildiğini iddia eden bir hizmettir. Özellikle muhafazakâr popülist akımlar tarafından başvurulan bu söylem, kapitalist toplum içinde, kalkınmacı bir ideolojik söylemle eklemlenir. Memleketin bütün sorunlarının çözümü “ekonomik faaliyetlerin” iyi yürütülmesiyle özdeşleşir. Halk bir bütün olduğu için, yapılacak köprüler, yollar, havaalanları “herkes için iyilik” getirecektir.
Totalitarizmin alt basamağı olarak popülizm
Bu hâliyle popülizmin her iki ana damarı ya da bileşeni toplumdaki güç ilişkilerini, sınıfsal farklılıkları, kültürel olarak eşitsizliğe ve adaletsizliğe maruz kalanları görmeyen bir akıma/harekete dönüşür. Başka bir deyişle, popülizm, bir yanıyla sınıfsal ya da kültürel olarak varolma çabasında olan toplumsal grupların duygularına seslenirken, diğer yanda, yaşadığımız dönemde olduğu gibi, konjonktürel olarak kriz zamanlarında ortaya çıkan ve kapitalizmin üstünü örten, yaşanan sosyal adalet sorunları karşısında “yabancılaşma” yaratan bir akımdır.
Son olarak, sosyo-psikolojik bir perspektiften baktığımızda, özellikle Türkiye gibi, otoriter yönetimlerin, darbelerin yaşandığı, totaliter vatandaşlık inşasının iniş çıkışlara rağmen süreklilik arzettiği ülkelerde, baskılarla örselenen toplumsal kesimler için popülizm bir tür “yuva” duygusu veren güçlü bir söylem olarak nitelendirilebilir. Mecazî anlamda, “devlet baba” figürü altında ezilen, “huzurlu bir yuva” duygusunu yaşayamayan toplumsal kesimlerin, cemaatlerin ve bireylerin seçkinlerden gelen duygusal onarıcı söylemle örtüşme hâlidir. Bir yandan toplumsal kesimler için bir duygusal ihtiyaç, diğer yandan seçkinler için bir araçtır. Seçkinlerin rasyonel ve soğuk dünyası altında yaşayan insanlara dönük, bizzat bu seçkinler için mükemmel iş gören bir söylem, ideoloji ve harekettir.
Popülizm,“gerçek halk” retoriğini kullanırken de, o “halkın değerleri”nden bahsederken de, “bütün halk adına” konuştuğunu iddia ederken de bir varsayımdır. Bir “öz” varsayar ve farklılıkları görmeyen toptancı bir dil kurar. Bu hâliyle totalitarizme giden yolun hazırlayıcısıdır. İnsanların aktör olma, saygı görme gibi çok temel hassasiyetlerinden hareket ettiği için, yani halkın içinden beslendiği için; diğer yandan tam da bu hassasiyetler seçkinler tarafından kullandığı için toplumu totalize eden, aynılaştıran bir ideoloji ve harekettir. Kendini “ortalama kimliğin” içine atan kesimlere “güvenli” bir kalkan sunan, ancak öte yanda ortalamaya girmesi mümkün olmayan dinî, etnik azınlıklara, mültecilere, farklı toplumsal cinsiyet gruplarına hayat hakkı tanımayan baskıcı bir özellik sunar.
Bu hâliyle popülizm, devlet ve toplum arasındaki çok farklı kademeleri, farklı aktörleri, onların demokratik temsillerini ortadan kaldırır; çünkü tüm halkı tanıyan, onun ne arzu ettiğini bilen bir otorite, gerekli bilgiye, duyguya ve kudrete sahiptir.
Sonuç olarak, popülizmin halkın isteklerine duyarlı olmayıp bu istekleri ve
halkın duygularını seçkinler tarafından “kullanılabilir” araçlara dönüşten bir
akım olduğu göz önüne alındığında, popülizmin yarattığı yabancılaşmayı aşmak
için, öncelikle toplumun asla tek bir sıfata hapsedilemeyecek kadar karmaşık ve
çoğul bir yapı olduğunu teslim etmek gerekir. Akabinde, bu çoğulluğun bir arada
yaşayabilmesi için, farklı olanın kültürel dünyasına saygı göstermek ve sosyal
adalet konusunda kırılgan olanların yapısal dezavantajlarını ortadan kaldıracak
politikaları uygulamaya koymak gerekir.
[1] Bu konuda, TESEV bünyesinde ve Türkiye çapında gerçekleştirdiğimiz bir araştırma, Milletin Bölünmez Bütünlüğü – Demokratikleşme Sürecinde Parçalayan Milliyetçilik(ler), örnek gösterilebilir: http://tesev.org.tr/wp-content/uploads/2015/11/Milletin_Bolunmez_Butunlugu_Demokratiklesme_Surecinde_Parcalayan_Milliyetcilik.pdf
[2] Tanıl Bora, Nergis Canefe, “Türkiye’de Popülist Milliyetçilik”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, cilt 4, İletişim Yayınları, 2002, s. 635-662.
[3] Tanıl Bora, Nergis Canefe, a.g.m.