Emre Tansu Keten
Son yıllarda Trakya’ya yönelik artan bir ilginin ve sempatinin varlığından söz edilebilir. Bence bunun nedenlerinin başında, toplumu tek bir kalıp içerisinde şekillendirme hevesi içerisindeki siyasî iktidarın otoriter uygulamaları geliyor. İnsanların keyiflendikleri ne varsa onu zehir etme azmindeki bu hoşgörüsüz, tahammülsüz ve gri zihniyetin karşısında Trakya’nın renkli ve coşkulu kültürü bir direnç odağı[1] olarak dikiliyor. Üstelik bu kültürü hedef almak için Cihangir veya Kadıköy’e yönelik kullandıkları söylem araçları da işe yaramıyor. Tarlasındaki işini bitirip kahvede birasını içerek hükümete “en içten duygularıyla” seslenen köylüye “elit” ve “Beyaz Türk” diye saldırmalarının imkânı yok.
Bunun yanı sıra, siyasî iktidarın politik hedeflerine karşı duran bir Trakya da var. Örneğin Gezi İsyanı’nda sokakları dolduran; iktidarın kutlamamayı tercih ettiği Cumhuriyet bayramlarını sokaklarda kitlesel olarak kutlayan; greve çıkan fabrika işçilerini ahalice kucaklayan; 16 Nisan Referandumu’nda en yüksek hayır oyunun çıktığı ikinci ilin Kırklareli, dördüncü ilin ise Edirne olmasının gösterdiği gibi, gitgide daha homojen bir politik yapıya bürünen bir Trakya.
İletişim Yayınları’nın “Memleket Kitapları” serisinden çıkan, Tuncay Bilecen ve İbrahim Dizman’ın derlediği Trakya’nın Renkli Dünyası: Aşrı Memleket tam da böyle bir atmosferde yayımlandı. Bölgeyi, tarihinden “öteki yakalarına”, barındırdığı farklı kültürel/etnik yapılardan gündelik yaşamına, eğlence ve kültüründen ekonomi-politik yapısına kadar etraflı bir şekilde ele alan çalışma meraklısı için iyi bir kaynak olurken, bu alandaki önemli bir eksikliği de gideriyor.
Göçe yazgılı olmak
Trakya denilince akla gelen ilk kelimelerden biri (diğerini tahmin edebilirsiniz) göç oluyor. Bu bölgeye yerleşimleri çok zaman öncesine dayanmayan Trakyalılar için “Nerelisin?” sorusunun iki aşamalı cevabı var: Birincisi, tabii ki, Trakyalılık (bölge üç şehirden oluşsa da “Nerelisin?” sorusuna “Trakyalıyım” diye cevap verilir), ikincisi ise nereden göçmüş oldukları. Balkan Savaşları sırasında başlayan göçler, Birinci Dünya Savaşı sırasında devam ediyor ve Mübadele ile birlikte bölgenin nüfus yapısı büyük oranda belirleniyor. Batı Trakya hariç olmak üzere Yunanistan’daki bütün Türkler Türkiye’ye gönderiliyor ve bunun ciddi bir kısmı Trakya’ya, Rumlardan boşalan köylere yerleştiriliyor.
Mübadele ile ilgili bir parantez açmak gerekirse, bir Batı Trakya Türkü olan Naci Hasanefendi’nin kitaptaki yazısından da anlayabileceğimiz gibi, Yunanistan devletinin kalan Türklere karşı çeşitli baskı politikaları uyguladığı bir olgu. Ancak, Türkiyeli Rumların nüfusunun iki binlere kadar düşmesini sağlayacak düzeyde kıyıcı bir azınlık politikası izlemediği de başka bir olgu. 6-7 Eylül, Varlık Vergisi gibi birçok baskı yöntemiyle Rum nüfus eritilirken, Batı Trakya Türklerinin aynı şiddette bir baskıya maruz kalmadığını, eski bir Ülkücü olduğunu anladığımız Hasanefendi’nin yazısından da çıkarabiliyoruz. Bu sayede bugün Batı Trakya bölgesinde, çok dilli, çok dinli ve çok kültürlü bir yaşam nefes alıp verebiliyor.
Bu göç olgusu sadece Trakya’yı değil, Ege başta olmak üzere bir dizi bölgeyi de şekillendiriyor. Yunanistan’a gönderilen Rumların, oradakiler tarafından yabancı gibi görülmesiyle, İzmir’e “Gâvur İzmir” denmesi arasında bir benzerlik var.
Trakya halklarının yazgısının göçle çizilmesi, “büyük” politikanın “küçük” yaşamları darmaduman etmesi bu bölge insanında milliyetçi bir hınç duygusundan ziyade bir arada yaşama arzusu doğuruyor diyebiliriz (bir istisna ile). Bu bölgede yaşayanlar Gacallar, Macırlar, Pomaklar, Boşnaklar, Arnavutlar olarak ayrılsa da, bu ayrımların gündelik hayatta çok önemli karşılıkları olmuyor. Kitapta da anlatıldığı gibi, köyler homojen bir şekilde kurulmuyor, birçok köyün nüfusunu farklı kökenlerden insanlar oluşturuyor. Dostluklar ve evlilikler konusunda da benzer bir rahatlık söz konusu. Örneğin, kendi ailemden örnek verecek olursam, Gacal olan anneannemin aretliği (ahirete kadar olan dost) bir Pomak. Aynı düzeyde bir açıklığın varlığı konusunda çok emin olmasam da, Aleviler ile Sünnilerin ilişkileri de, ülkenin geri kalanından bir farklılık arz ediyor. Balkanlardan göçmüş Bektaşiler ile, asimilasyon amacıyla Anadolu’dan koparılıp buraya yerleştirilmiş Aleviler, Sünni nüfus ile aynı köylerde yaşıyor, dinî ve kültürel faaliyetlerini rahatça sürdürüyor. Sürekli göç etmenin ve Balkanlarda diğer milletlerden/dinlerden insanlarla yüzyıllar boyunca birlikte yaşamanın getirdiği bir hoşgörü kültüründen bahsedebiliriz sanırım.
Trakya’da Yahudiler vardı
Yukarıda, bir arada yaşama arzusuna bir istisna olarak işaret ettiğim olay, kitapta Işıl Demirel’in aydınlatıcı bir yazıyla anlattığı 1934 Trakya olaylarıdır. Ermenilerin ve Rumların Trakya’dan göç ettirilmesiyle birlikte, ticaret ve zanaatkârlık konusunda tek yetkin grup olarak kalan Trakya Yahudileri, bir zaman sonra devletin ilgisini çekmeye başlar. Mahmut Esad Bozkurt’un 1930’da “bu memleketin efendisi Türktür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır”[2] şeklinde özetlediği devlet politikası ve güçlenen Nazilerin Türk hayranları olan Atsız gibi ırkçıların Yahudi karşıtı propagandası sonucu var olan ilgi yerini nefrete bırakmaya başlar. Trakya Umumi Müfettişliği’ne 1934 yılında atanan İbrahim Tali Bey, hazırladığı raporlarda Trakya için temel sorunun Yahudi sorunu olduğunu, Yahudilerin Türk kültürünü ve Türk ülküsünü benimsemeye yanaşmadığını, bunların Bulgaristan için casusluk yapmaya meyilli olduklarını bildirir.
İbrahim Tali Bey’in Trakya’yı incelemesinin üzerinden çok geçmeden Yahudilere yönelik saldırılar başlar. Sırasıyla Çanakkale, Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ’da “Yahudilere Ölüm!” sloganıyla dükkânlar ve evler yağmalanır, insanlar dövülür, işkence görür. Bütün bunlar olurken resmî makamlar sadece seyreder ve Yahudilere şehirleri terk etmelerini tavsiye eder. Olayların sonunda, yaklaşık 15 bin Yahudi varlıklarını yok pahasına elden çıkararak Trakya’yı terk eder. Arkalarında birden zenginleşen yağmacılar kalır. Türk ülküsü kurtarılmıştır.
Necmi Erdoğan, “Türkiye bir toplum mu?” yazısında şunları söyler: “Türkiye toplumunu bir arada tutan pozitif bir etiko-politik içerik yoksa, bir arada durduran şey ne peki? Bence buna verilebilecek tek değilse de ana cevap ‘suç ortaklığı’dır. Yani Türkiye bir ‘toplum’ ise, olsa olsa suç ortaklığı toplumudur. Makro ve mikro faşizmin kol gezdiği, sömürücülük, zalimlik ve hırsızlığın gururla taşınan payeler haline geldiği, saldırgan bir mülk edinici bireyciliğin alenen hüküm sürdüğü, bütün doğal ve tarihsel güzelliklerin arsızca yağmalandığı ve dahi bütün bunlar olurken gündelik hayatın hiçbir şey olmuyormuş gibi devam ettirilebildiği bir yerde negatif de olsa aslî bağ suç ortaklığıdır.”[3] Trakya’da bu suç ortaklığının çok profesyonel bir şekliyle karşı karşıyayızdır. Söz gelimi, Anadolu’da insanlar Ermeni ve Rum köylerinin geçmişi hakkında konuşmaktan pek çekinmez, hatta bunu bir turizm malzemesi olarak kullanırken; Trakya’da Yahudilerin varlığı hakkında bir şeye, oturup özel olarak araştırmazsanız, gündelik hayat içerisinde rastlamanız imkânsızdır. Delillerin yok edildiği kolektif bir gasptır 1934.
İşçi sınıfının Trakya’sı
Trakya, işçi sınıfının memleketidir aynı zamanda. Küçüklükten aklımda kalan sahnelerden biri, henüz hava aydınlanmamışken sokaklarında binlerce işçinin börek yiyerek, işkembe çorbası içerek fabrika servislerini beklediği Lüleburgaz sabahlarıdır. Çerkezköy, Çorlu ve Lüleburgaz’da yoğunlaşan sanayi bölgeleri, birçok fabrikayı barındırır. Sanayiyi İstanbul’un dışına taşıma düşüncesiyle kurulan bu fabrikalar, özellikle Çerkezköy ve Çorlu’yu yüz binlerce kişinin göçtüğü bir işçi havzası haline getirmiştir.
Kitaptaki yazısında Çerkezköy’ü “Trakya’da bir küçük Almanya” olarak tanımlayan Nalan Mumcu, şehrin seneler içerisinde yaşadığı büyümeyi ve kültürel dönüşümü aktarır. Türkiye’nin bütün bölgelerinden göç alan Çerkezköy, benzer şekilde göçlere ev sahipliği yapan diğer şehirler gibi büyükşehir değil küçük bir kasaba olduğu için farklı bir şekilde deneyimler bunu. Yerli-yabancı ayrımı daha fazla ön plandadır örneğin, yapılaşmanın çarpıklığı çok daha fazla gözle görünürdür. Sanayinin gelişmesi, bölge halkı tarafından bir lütuf olarak algılansa da, fabrika sahiplerinin kâr hırsı hem işçileri, hem doğayı vurur. Gerekli önlemlerin alınmaması nedeniyle iş cinayetleri sıradanlaşır. Fabrikalara filtreleme sistemi takılmaması nedeniyle Ergene Nehri iğrenç kokulu koyu bir bulamaç olarak akmaktadır. Köylerde hayvanlar ölmekte, kanser vakalarında artış yaşanmaktadır.[4]
Kitapta yer alan yazıların (içki kültürü, Romanlar, düğünler) her birinden bahsetmek bu yazının sınırlarını aşıyor. Eğer bu yaz, İstanbul’a beş bira içme mesafesindeki Erikli’ye ya da İğneada’ya gitmeye karar verirseniz, yola çıkmadan önce kitabı mutlaka okuyun, rotanızı uzatın ve bahsedilen yerleri görün. Kitabın yazarlarından Nursel Özdarendeli’nin uyarısını da gözardı etmeyin: “Trakya’da köpekleri uzaklaştırmak için hü/çü, hübe/çübe kelimeleri kullanılır. Olur da bir gün yolunuz Trakya’ya düşerse, köpeğe “hoşt” derseniz, köpek sizi anlamayacak ve yanınızdan gitmeyecektir.”
[1] “Direnç ile muhalefet arasında belirli bir fark vardır. Direnç şöyle bir şeydir: Siz belirli bir konumdasınız ama katlanılamaz haldesiniz diyelim; bir rejim için, bir düzen için, kurulu bir düzen için sizi oymak mutlaka gerekli. Ama siz bütün masumiyetinizle sadece varsınız, olduğunuz gibi, direnç budur.” Ulus Baker, Sanat ve Arzu, hazırlayan Tansu Açık, İletişim Yayınları, İstanbul, 2015, s.66.
[2] Rıfat N. Bali, “Resmî İdeoloji ve Gayr-i Müslimler”, Birikim, 1998, http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/6277/resm%C3%AE-ideoloji-ve-gayr-i-muslimler#_ftn7.
[3] Necmi Erdoğan, “Türkiye bir toplum mu?”, Birgün, 2015, http://www.birgun.net/haber-detay/turkiye-bir-toplum-mu-92688.html.
[4] “Ergene’yi öldürdüler, sıra insanlarda!”, http://www.ajanstabloid.com/bir-hayat-memat-meselesi-ergene.
Bu yazı avlaremoz.com’dan alınmıştır.