Georges Simenon Türkiye’de
Önsöz Ahmet Ümit
Everest Yayınları, 2016
“Çok gezen çok yazar” diye bir kural yok, ama bazı yazarlar her ikisini de yapıp gezileri sırasında edindikleri malzemeyi kitaplarına da aktarmışlar. Belçikalı ünlü polisiye yazarı George Simenon (1903-1989) bu tür yazarlardan. Bazen gazeteci olarak bazen de keyfinden pek çok yolculuk yapmış. Bu arada İstanbul’u da ihmal etmemiş ve 1933 yılının Haziran ayında, SSCB’den kovulduktan sonra, kendisini kabul eden yegâne ülke olan Türkiye’ye gelip Büyükada’ya yerleşen Troçki ile görüşme yapmak için şehrimizi ziyaret etmiş.
Simenon o sıralar Fransa’nın yüksek tirajlı ve popüler gazetesi Paris-soir için çalışmaktadır, Troçki ise ülkesinde bulunması tehlikeli görülerek Türkiye’ye sürgün edilmiş, İstanbul’un merkezinden daha güvenli olacağını düşündüğü Büyükada’ya taşınmıştır. Stalin’le arasındaki kavga hız kesmeden sürmektedir.
Troçki görüşmeyi kabul eder, ancak sorular daha önce kendisine yazılı olarak iletilecektir ve kendisi de bunları yazılı olarak cevaplıyacaktır, çünkü verdiği demeçler sıklıkla çarpıtılmaktadır. Simenon üç soru hazırlar ve konakladığı Pera Palas Oteli’nden çıkarak 7 Haziran günü Büyükada’ya gider. Kısa bir fayton yolculuğundan sonra ulaştığı Troçki’nin köşkünde kendisini beklemektedirler. Bir süre sekreterlerden biriyle sohbet eder. Ondan, köşkü iki resmi polisin koruduğu, Troçki’nin İstanbul’a sadece doktorunu görmek için gittiğini, bunun dışında evden ve bahçeden çıkmadığını öğrenir. Odalarda kitaptan başka eşya yoktur.
Troçki, yazarı çalışma odasında kabul eder ve sorularına verdiği “yanıtların olduğu daktilodan geçmiş kağıtları sadelik ve samimiyetle” verir, yayınlaırrmamak kaydıyla soru sorabileceğini de söyler. Sürgündeki ihtilalcinin aklı, Hitler ile meşguldür, endişelenmektedir. Bazı tahlillerden sonra şöyle der: “Faşizm, özellikle Alman nasyonal sosyalizmi, Avrupa’ya tartışmasız olarak askerî bir sarsıntı tehlikesi getiriyor. Dışında olduğum için belki de yanılıyorumdur, ama bana öyle geliyor ki bu tehlikenin büyüklüğünün derecesi yeterince fark edilmiyor… Faşist Almanya tarafından başlatılacak bir savaşın patlamasını kesinlikle kaçınılmaz olarak görüyorum.” Geriye baktığımız zaman ne yazık ki Troçki’nin bu tahmininin gerçek olduğunu görüyoruz.
İşi bitince Büyükada’dan İstanbul’a dönen Simenon, akşam yemeğinde yeniden Ruslarla beraberdir, ancak bu seferki Ruslar şık bir restoranda, Rejans’ta, müşterileri karşılayan göçmen aristokrat hanımlardır.
Simenon İstanbul’a kadar gelmişken tek bir röportajla yetinmez, yakasını bir türlü kurtaramadığı suçluların buralarda neler yaptığını, polisin durumunu öğrenmek ister. Bunun için emniyetin yolunu tutar ve başkomiser ile görüşür. Hangi konuda sorarsa sorsun aldığı cevap , tüm suçların artık geride kaldığı şeklindedir. İstanbul fuhşun, kumarın, uyuşturucunun, kaçakçılığın olmadığı bir şehirdir! Uygunsuz yabancılar da sınırdışı edildiği için bu sorun da ortadan kalkmıştır! Ancak bu cevaplar yıllardır suç dünyasını yakından izleyen yazarı tatmin etmez ve akşamın bir saatinde Pera’daki bir gece kulübünün kapısından içeriye girer. Dekorları eski püskü, garsonlarının kıyafetleri kirli mekânda masalarda müşteri bekleyen kadınların bir bölümü yabancıdır. Bunlardan bir tanesi masasına gelir ve ondan müşterilerin hesap pusulalarının nasıl yüklü bir hâle getirildiğini öğrenir. Daha ötesi için kulüp kapandıktan sonra kadının evine gitmek gerekmektedir. Kadın yoksul bir sokakta, kötü bir odada oturmaktadır, çok az para verdiklerinden şikâyet eder.
Başka bir mekânda, esrar içen bir adama rastlar ve arkadaş olduğu bu adamın rehberliğinde uyuşturucu dünyası ile de tanışır. Şehrin bazı yerlerinde kumar da oynanmaktadır. Karadeniz yoluyla kaçakçılık yapıldığını öğrenir. Hatta soyulur bile!
Tüm bu olanlardan sonra yeniden karakola döner ve oradakilere örneklerle durumun anlattıkları gibi olmadığını, saklamanın manasız olduğunu söyler. Görüştüğü memurun cevabı ise şu olur “Burada saklıyoruz, çünkü biz yanlış tanınıyoruz. Yabancılar bizi barbarmış gibi görmeye meyilli… Bu yanlış…” Sonunda yazar İstanbul’un herhangi bir şehirden daha tehlikeli olmadğını belirterek havayı yumuşatır.
“Boğaz’ın Gangsterleri”nden sonra “İstanbul’un Polisi” adlı öyküyü okuyoruz. Sıradan bir polisiye hikâye; tek diyeceğim, baş kahraman Amerikalı zengine gönderilen şantaj mektuplarını yazdıran, koruma diye yanına aldığı detektif. Ancak yakasını İstanbul polisinden kurtaramıyor.
“Mare Nostrum veya Uskuna’yla Akdeniz” kitapta yer alan farklı bir anlatı. Simenon, Batı Akdeniz’de yaptığı bir geziyi aktarıyor. Ortalıkta dolaşan polisler sadece sahil koruma ile gümrük muhafazada görevli olanlar. Tehdit, komplo, saldırı gibi uğursuzluklar da yok. Velhasıl asayiş berkemal. En büyük sorun esmeyen veya çok esen rüzgârlar!
Fransa, İtalya, Malta ve Tunus kıyılarını küçük bir yelkenliyle dolaşan yazar, gördüklerini, yaşadıklarını ve yorumlarını akıcı bir üslupla kaleme almış. Önce Akdeniz’in ne demek olduğunu tartışıyor. Burasının sadece, coğrafî sınırları belli, plajlarında insanların
denize girdiği, gazinoları, oyun mekânları, lokantaları, limanlarında balıkçıların olduğu ve ufuk çizgisinde yolcu gemilerinin geçtiği bir yer olmadığını ifade ediyor. Akdeniz
aynı zamanda dolaşan irili ufaklı gemilerin, teknelerin birbirini tanıdığı, insanlrın birbirine yabancı olmadığı, doğru veya yanlış haberlerin, dedikoduların rüzgârlara karıştığı bir yer. Hem sahillerinde turistlere hediyelik eşya satmaya çalışan işportacılar, hem antik şehrin
kıyısında açlıktan ölen insanlar, hem de Monte Carlo’da iflas eden kumarbaz demek. Dünyayı sarstığı söylenen olaylar çoğu insanın ne bilgisinin ne de ilgisinin içerisinde. Önemli olan yarın hangi rüzgarın esip esmeyeceği, eğer beklenen rüzgar esmezse balığa çıkamayacaklar. Bunun anlamı, akşama yiyecek bir şeylerinin olmaması.
Simenon’in Akdeniz ile başka bir tespiti, yoksul, hatta çok yoksul insanların yaşamlarını nasıl sürdürdüklerine dair. Aile içinde bir kişinin çalışması, akrabalık dayanışması bunun için yeterli. Bu durum bu insanlar yabancı bir şehre veya ülkeye gittiğinde de devam ediyor ve insanlar ayakta kalabiliyor. Burada iş ile eğlence içiçe geçmiş durumda ve önemli olan ikincisi. Ve bu dünya kuzeyin hırslı, haris, tedirgin uygarlığının tam aksi bir yerlerinde, onunla pek çok şeyi paylaşmadan varlığını sürdürüyor. “Mare Nostrum” güzel bir Akdeniz öyküsü.
Yazarın Türkiye’de geçen romanlarından bir tanesi de, Avrenos’un Müşterileri. Roman Ankara’da başlıyor ve İstanbul’da devam ediyor. Fransız Büyükelçiliği’nde tercüman olarak çalışan Bernard de Jonsac, gecelerden bir gece Kara Kedi kulübünde, konsomatris
Macar Nouchi ile karşı aşır. Kızdan hoşlanan Jonsac ona, İstanbul’a beraber dönmeyi önerir ve bir çıkış arayan güzel kız bunu kabul eder, İstanbul’a gelirler.
Aralarında tuhaf bir ilişki başlar. Jonsac, Nouchi’ye aşıktır, kız ise yoksul bir aileden gelen, küçük yaşlardan itibaren gece hayatının çirkeflerine maruz kalmış, zengin ve rahat yaşamak isteyen bir kişi. Bu arada Nouchi’nin Türkiye’de kalabilmesi için kağıt üzerinde bir de evlilik yaparlar. Yazar, tüm bu olup bitenleri anlatırken, romanın içerisine İstanbul’a, insanlarına dair
gözlemlerini katmayı ihmal etmemiş. Özellikle, 1930’lu yılların Batı taklitçisi bir yaşam sürdüren, paralı veya az parlı bir takım insanların yaşamlarından kesitler, romana başka bir tad veriyor.
Kitaba bir önsöz yazan Ahmet Ümit, yazarın İstanbul’dan sonra yola devam ettiğini,
Odessa, Batum, Trabzon’u kapsayan bir Karadeniz turu yaptığını belirtiyor. Bunu belirttim, çünkü kitaptaki ikinci roman, Karşı Penceredeki İnsanlar, Batum’da geçiyor. Ancak kahramanı Türk konsolosu Adil Bey.
Şehre yeni atanan konsolos, kendisini bakımsız, yoksul bir şehirde bulur. Görev yapacağı bina da öyledir, konsoloslukta sadece bir sekreter ve hizmetçi bulunmaktadır. Türkiye’nin dışında bir tek İran ve İtalya’nın temsilcilikleri açıktır. Şehirdeki yegane gece kulübünün müdavimi, alkolle yaşayan Amerikalı gazeteci John haricinde konuşabileceği kimse yoktur.
Halk yabancılarla küçük, kısa bir temastan bile kaçınmakta, gizli polisin terörü her yerde hissedilmektedir.
İşte böyle bir atmosferde var olmaya çalışan Adil Bey, bir de genç sekreteri Sonya’ya aşık olur. Kız da sevmektedir, ama çok da kıskançtır. Hatta onu zehirlemeye bile kalkar! Sonunda tüm bunlar hallolur ve beraberce Türkiye’ye kaçmaya karar verirler. Ancak işler tam yoluna girmiş gibiyken polis Sonya’yı yakalar.
Yazarın bilinen bir özelliği de fotoğrafa olan ilgisi. Gittiği , gördüğü yerlerin bol bol fotoğrafını da çekermiş. Bunlardan bazıları kitapta da yer alıyor, ancak daha özenli basılabilirlerdi.
Georges Simenon Türkiye’de içerisinde yer alan röportajlarla, öykü ve romanlarla bir zamanların Akdeniz, Türkiye ve SSCB’sine meraklı olanlar için güzel bir derleme ve tabii Simenon okumayı sevenler için…