Donald Trump’ın neoliberal küreselleşmenin karşısına koyduğu korumacı ekonomik politikaların ve ulus devletin güçlendirilmesine verdiği önemin dış politikada da içe kapanmacı bir çizgiyi getireceğini düşünenler yanıldı. Küresel kapitalizmin ekonomik krizi ve emperyalistler arası hegemonya mücadelesi, ABD’nin Ortadoğu’da Obama’nın izlediği politikaları daha saldırgan bir militarist tutumla değiştirmesine neden oldu.
Bundan 15 yıl önce Bush’un önderliğindeki neoconlar “terörizme karşı önleyici savaş” doktrini doğrultusunda Afganistan ve Irak’ı işgal etmek için harekete geçtiklerinde, “uluslararası toplumu”, yani tüm devletleri arkalarına dizmeyi başarabiliyorlardı. Irak işgalinin ABD açısından bir fiyaskoya dönüşmesi, ekonomik güçler dengesindeki bir dizi değişimin jeopolitik rekabete etkileri ve Arap Baharı gibi kitlesel bir sarsıntının yarattığı karmaşa bu durumu değiştirdi. Son dönemde ABD’nin asıl ekonomik rakibi Çin, onun bölgeye açılan kapısı konumundaki müttefiki Rusya ve bu ikisinin bölgedeki müttefikleri, ABD ve müttefiklerinin karşısında kendi çıkarları doğrultusunda mevziler elde edebildi. Bununla birlikte, özellikle alt-emperyalist güçlerin kendilerine alan açma kabiliyetlerinin artması, farklı dönemlerde farklı konularda ittifakların hızla değişebildiği karmaşık bir tablonun oluşmasına yol açıyor.
Türkiye
Bu durumun en çarpıcı örneklerinden biri, Türkiye’nin konumu. AKP hükümeti, Arap Baharı’ndan bir süre önce dış politikasının merkezine Ortadoğu’yu koyma yönelimine zaten girmişti. Ortadoğu’daki devrimleri, bu hamlesini çok daha ileriye taşıyacak bir fırsat olarak gördü. Bu nedenle her yerde rejimleri devirmeyi amaçlayan hareketlerden yana tutum alarak, mümkün olduğunca o hareketlerin içinde kendi müttefiklerini bulma veya yaratma arayışına girdi.
İlk başlarda işe yarayan, İsrail’e karşı “Van minüt” tutumuyla birlikte düşünüldüğünde Ortadoğu’nda “sokağın nabzı” açısından Tayyip Erdoğan’ı oldukça avantajlı bir konuma taşıyan bu strateji, devrimlerin yenilgisiyle birlikte çöktü ve yerini çaresiz arayışlara bıraktı.
Diktatör Esad’ın baş destekçisi Rusya ile düşürülen uçak üzerinden başlayan ve bir yıl kadar süren kriz, ancak Erdoğan’ın bütünüyle çark etmesiyle sona erdirilebildi. Üstelik bu, gönüllü değil, mecburiyetten kaynaklanan bir son oldu. Çünkü AKP diğer tarafta, ne ABD ne de Fransa gibi Avrupa ülkelerinden Suriye’de kendi gündemini uygulama konusunda beklediği desteği görebildi. Obama’nın gidip Trump’ın gelmesiyle, tüm dünya halklarının nefret ettiği bu ırkçı liderden medet umma hâli, Beyaz Saray’da yapılan ilk görüşmeye bağlanan büyük umutlar, Trump yönetiminin de Rakka operasyonunu YPG ile yapma, ona silah verme ve Suriye Kürtlerini sahada kalıcı bir müttefik olarak belirleme eğilimiyle çöktü.
Tayyip Erdoğan, hem Afrin’e saldırabilmek için Rusya ile yakınlaşmasıyla hem de Katar krizinde tuttuğu konumla, kendisini bir anda baştan beri yakın olmaya çalıştığı güçlerin tam karşısında buldu.
Türkiye son üç yılda Ortadoğu’da birbiriyle çelişen tüm güçlerle; ABD, Rusya, Suudi Arabistan, İsrail, İran ve Katar ile farklı konularda müttefiklik yaptı.
ABD
Donald Trump’ın önceliği, Irak işgalini izleyen dönemde ABD’nin bölgede azalan nüfuzunu ve diğer güçlerin artan manevra kabiliyetini tersine döndürmek. “Şerifin kasabaya geri döndüğünü” hatırlatmak. Bunu, askerî anlamda, Obama yönetiminde Ortadoğu’da sivil ölümlerini azaltmak için ABD ordusunda uygulamaya konulan bir dizi sıkı düzenlemenin tekrar esnetilmesinden, Irak ve Suriye’de Mart-Nisan aylarından başlayarak ABD’nin liderliğindeki koalisyonun hava saldırılarında iki bini aşkın kişinin ölmesinden anlayabiliriz.
Politik olarak ise Katar krizi, şimdilerde bu ülkeyle yaptığı anlaşmayla tarafsız bir pozisyona çekilmiş gibi gözükse de, ABD’nin bu isteğinin bir başka yansıması. Trump’ın Suudi Arabistan ve İsrail ziyaretleri sonrası Körfez ülkelerinin başlattığı ambargo, başlatan dört ülkenin yanı sıra dokuz ülkenin daha destek vermesiyle, ABD’nin eski gücüne benzer bir şekilde müttefikler ekseni kurmak istediğini gösterdi.
ABD’nin bu politikalar doğrultusundaki en önemli önceliği ise “IŞİD’i bitirmek”. Ve bunu, 16 yıl önce başlatılan “teröre karşı savaş”ın bir türlü başarıya ulaşamamasından esinlenerek, saldırgan ve hızlı bir şekilde yapmaya çalışmak. 11 Eylül saldırılarının ardından Afganistan’da girişilen işgal, onca ölüme ve acıya rağmen istenen sonucu vermedi. Trump yönetimi henüz kısa süre önce, çaresizlik içinde, Afganistan’a dünya tarihinde kullanılan en büyük konvansiyonel silahını, “bombaların anası”nı atmak zorunda kaldı. El Kaide’ye karşı 15 yıldır süren mücadele, bu örgütün birçok yerde varlığını ve gücünü korumasının yanı sıra, onun dahi “radikal” bulduğu bir başka İslamcı örgütün Suriye ve Irak’ın önemli şehirlerini ve geniş bölgelerini ele geçirmesiyle sonuçlandı. Trump, bu utanç verici durumu ortadan kaldırmak için bir an önce, binlerce sivilin canına mal olsa da Musul ve Rakka operasyonlarını hızla tamamlayıp IŞİD’i bitirdiğini ilan etmek istiyor.
Öte yandan IŞİD’e karşı sağlanan koordinasyon, ABD’nin YPG’yi bombalayan bir Baas rejimi uçağını düşürmesiyle son buldu. İç siyasette “Rusya ile ilişkileri” iddialarıyla suçlanan Trump, Suriye’de bu ülkeyle gerilimi bir kez daha yükseltti.
Rusya
Rusya, Arap devrimleri başladığından beri Ortadoğu’daki güçlü müttefiki, Akdeniz’deki tek askerî üssüne ev sahipliği yapan Esad rejimini ölümüne destekliyor. ABD’nin etkisinin azaldığı bir ortamda, İran ve Hizbullah’ın da desteğiyle, diktatörlüğün ayakta kalmasını sağlayan temel güç oldu. Askerî uçaklarını göndererek Suriye halkını bombaladı, rejime maddî ve lojistik destek verdi.
ABD’nin ise 2014 Ağustos’undan beri “IŞİD’e karşı uluslararası koalisyon” adı altında Suriye’ye doğrudan müdahalesi var. Rusya, burada sahip olduğu nüfuzu kaybetmemek için bu emperyalist koalisyonla bir düzeyde işbirliği yaparken, bir düzeyde de çekişiyor.
ABD’nin rejim uçağını düşürmesinin ardından, Rusya da kendi hakim olduğu bölgelerde aynısını yapma tehdidinde bulundu. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği bilinmemekle birlikte, Türkiye bu fırsatı Afrin’de YPG’ye saldırmak, böylelikle başka yerlerde yapamadığını Rusya’nın hakim olduğu bir bölgede Putin’le müttefik olarak gerçekleştirme yoluna girdi. Rusya’nın kısa vadede buna sıcak baktığı açık olsa da, ezelden beri NATO müttefiki olan bir ülkeye, AKP’nin Batı ile yaşadığı çelişkiler nedeniyle tanıyacağı alanın çok kısıtlı olduğunu tahmin etmek zor değil.
YPG
Kürt hareketi uzunca bir süredir, dört devletin sınırları içerisinde onyıllardır ezilen bir halkın direniş örgütü olmaktan, uluslararası güçler tarafından tanınan, diplomatik ilişkileri olan ve “sahada iş gören” bir yapı olmaya doğru evriliyor. Suriye’de ayaklanma ve rejim karşısında takınılan “üçüncü yolculuk”, buna ek olarak “Ne ABD emperyalizmi ve Rus emperyalizmi ama hem ABD emperyalizmi hem Rus emperyalizmi” şeklinde formüle edilen ve büyük uluslararası güçlerin “ezilenlerin lehine kullanılabileceğini” iddia eden anlayış, birkaç yıldır YPG’nin belirli bölgelerde Rusya’yla, bazı başka yerlerde ABD ile ortak çalışmasına yol açmıştı. Rakka operasyonu gibi önemli bir saldırıda ABD’nin netçe YPG’yi tercih etmesi ve buna uygun silah takviyesinden sonra, ABD-Rus geriliminde Türkiye Rusya’nın yanına savrulurken YPG de ABD ile ittifakını kalıcılaştırıyor.
Solcu bir “Rojava devrimi” anlatısını koruyabilmek amacıyla bu ittifakı “PYD’nin ABD’siz yürüyebileceği ancak ABD’nin Rojavasız yürüyemeyeceği” türünden fantastik argümanlarla meşrulaştırma girişimleri bir kenara, Türkiye devletinin sinirlerini yerinden oynatacak bir şekilde, ABD yönetimi PYD’ye verdiği silahları hemen geri almayacağını, çünkü Rakka operasyonundan sonra da Kürt güçleriyle çalışmaya devam edebileceğini açıkladı. “Rojava’nın korunması” gayesini aşıp Suriye Devrimi’nin ardından Esad veya IŞİD tarafından harap edilmiş Arap şehirlerinde ABD ile müttefiklik hâlinde askerî operasyonlar düzenlemek, Kürt hareketini elbette ki “uluslararası aktör” hâline getiriyor.
Ancak Kürtlerin Ortadoğu’daki tarihi, bu uluslararası güçlerden yana taraf olunduktan sonra yaşanan katliam ve mağduriyetlerle yazıldı. Her seferinde bunun değişeceğini ve şeytanın bacağının kırılacağını ummak, diğer yandan bölgedeki tüm diğer etnik ve dinî kökenlerden işçilerle kurulması gereken bağı ve kader birliğini zayıflatma riskini içinde barındırıyor. Zira Ortadoğu’daki her özgürlük hareketi, başta Batı’nın sömürgeciliğine, emperyalist haydutluğa karşı duruşu temsil eder.
Krize çare işçi sınıfı
Bölge üzerine yorum yapanların sıklıkla kullandığı “Ortadoğu’da kartlar yeniden karılıyor” sözü, son yıllarda artık bir espri konusu hâline gelmeye başlamıştı. Ortadoğu, siyasetin karmaşıklığı, krizlerin çokluğu ve ittifakların kırılganlığı açısından artık o kadar da yalnız değil. Neoliberal konsensüs çökerken, tüm dünya büyük bir sarsıntı döneminden geçiyor. Son bir yılda İngiltere gibi büyük bir ülkenin AB’den çıkma kararı alması, Amerikan egemen sınıfının olanca karşı çabasına rağmen Trump gibi birinin ABD başkanı seçilmesi, krizin ve istikrarsızlığın ne boyutta olduğunun önemli göstergeleri.
Ancak bunlara karşı her yerde umudu temsil eden hareketler ve siyasî gelişmeler de oluyor. İspanya’nın klasik sosyal demokrat partisinde, Podemos’un onun daha solundan yarattığı basınçla yaşanan bölünmenin sonucunda sol kanattan biri parti liderliğine geldi. İngiltere’deki sosyal demokrat partinin başında ise Grenfell yangınında zenginlerin boş duran evlerine evsiz kalan yoksulların yerleştirilmesini savunan Jeremy Corbyn bulunuyor ve parti, Haziran başındaki seçimlerde %40 oyla ikinci olduktan sonra şu an anketlerde birinci sırada! ABD’de Trump’a destek kamuoyu yoklamalarında yüzde 39’lara gerilerken, Yunanistan’da emekçiler genel greve giderek, tek bir egemen sınıf gazetesinin dahi basılmamasını sağlayarak işçi sınıfının taşıdığı potansiyeli hatırlatıyor.
Ortadoğu ile analizlerde sıkça düşülen iki büyük yanılgıdan kurtulmalıyız. Birincisi, bu bölge dünyanın geri kalanından kopuk, “geri” ve “cahil” insanların yaşadığı bir yer değil. Dolayısıyla tüm dünyadaki dalgalanmaların -olumlu ve olumsuz anlamda- bir parçası. İkincisiyse, Ortadoğu siyaseti yalnızca “büyük güçlerin” ve onların müttefiklerin hamleleriyle okunması ve anlaşılması gereken bir bölge değil. Ortadoğulu emekçiler 2011’de bunu kanıtlamışlardı. Fas’ta aylardır devam eden kitlesel gösteriler, Lübnan’daki “Kötü kokuyorsunuz” eylemleri, Irak’ta yolsuzluğa ve yozlaşmaya karşı mücadele eden hareket, Suriye’de geçtiğimiz yıl hava saldırıları kesildiği anda sokağa fırlayan devrimciler, anlatının bu yönünü sürekli olarak öne çıkarmanın bize düştüğünü gösteriyor.