Marx ve Engels, Komünist Manifesto’ya “Avrupa’nın üzerinde bir hayalet dolaşıyor. Bu hayalet komünizmin hayaletidir” diye başlamıştı. Şu ara Türkiye’nin (ve dünyanın) üzerinde de çeşitli hayaletler dolaşıyor, ama bunlar pek o kadar hayırlı sayılmaz. Bu tatsız hayaletlerdenbaşlıcası (sağ popülizm, militarizm ve otoriterleşmenin yükselişiyle birlikte) göçmen karşıtı ırkçılık. Anayasa referandumu ve sonuçları üzerine şekillenen gündem içerisinde tali bir mesele gibi arka plana atılmış olsa da, ardı arkası kesilmeyen saldırılar ve en son Hrant Dink Vakfı’nın açıkladığı medyada nefret söylemine ilişkin rapor, meselenin yakıcılığını ortaya koyuyor. Rapora göre Suriyeliler, Ermenilerin ardından az bir farkla nefret söyleminin en çok hedef aldığı ikinci grup. Suriyelilerin yaşadıkları bölgelerden kovulmasına dönük örgütlü linç girişimlerindeki artış eğilimi de raporda açığa çıkan tehlikenin gündelik hayata yansıyan somut veçhesini oluşturuyor.
Öncelikle göçmenler/mülteciler ve göçmen karşıtlığı biçimindeki ırkçılığın küresel çapta bir sorun olduğunu vurgulamak gerek. Tam da bu yüzden, Birleşmiş Milletler’in ve çeşitli uluslararası kuruluşların raporlarına göre bir ülke olsalar en kalabalık ülkelerden biri olacakları ama dağınık biçimde bulundukları coğrafyalarda yalnızca geleceklerine ilişkin belirsizlik ve yokluk/yoksulluk ile değil aynı zamanda ırkçı dışlama ve saldırganlıkla da mücadele etmek zorunda bırakıldıkları vurgulanıyor. Son yıllarda dünya gündeminde daha çok yer etse de, göçmenlik/mültecilik kapitalist üretim biçimi ve ulus-devletlerin veri olduğu, büyük savaşlar ve kitlesel kıyımlarla örülü modern tarihin özellikle son yüz yılında hep önemli bir sorun olageldi.
Bundan 70 yıl kadar önce Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları’nda göçmenler ve mültecilerden şöyle söz etmişti: “Anayurtlarından ayrıldıklarında artık yurtsuzlardı, devletlerini bıraktıklarında artık devletsizlerdi, insan haklarından yoksun bırakıldıklarında artık haksızlardı, yeryüzünün posasıydılar”. “Yeryüzünün posası” yerinde bir tabir gibi görünse de, ben göçmenler ve mülteciler için Arendt’ten on yıl kadar sonra, başka ama gayet benzer bir bağlamda kullanılan “yeryüzünün lanetlileri” sıfatını tercih ediyorum. O halde bu sıfata ilişkin bir hatırlatmayla başlayalım.
“Ayağa kalkın yeryüzünün lanetlileri”
Cezayir bağımsızlık mücadelesi ve sömürge karşıtı hareketlerin sembol isimlerinden Frantz Fanon, bir dönem bayrak olan kitabı Yeryüzünün Lanetlileri’ni yazarken bu nitelemeyi 19. yüzyılda örgütlü mücadele deneyimi biriktirmekte olan batılı kapitalist ülkelerin proleteryasına ait bir marştan esinlenmişti. “Ayağa kalkın yeryüzünün lanetlileri, ayağa kalkın açlığın forsaları” diyen coşku ve öfke dolu bir marştı bu. Gerçekten de uzun 19. yüzyılda son derece ağır koşullar altında günde 18 saate varan sürelerle çalıştırılan ve karşılığında salt varlığını sürdürmeye yetecek sefalet ücretleriyle yaşamaya mahkûm edilen sanayi proleteryası, gerçek anlamda yeryüzünün lanetlileriydi. Kapitalist birikimin tüm ezası ve cefası onların omuzlarına yüklenmişti ama en temel haklardan yoksun ve sürekli aşağılanan, dışlanan modern kölelerdi.
Fanon kitabına bu adı verirken yine yoksullaştırılmış, mülksüzleştirilmiş olanları, ama artık kapitalist ülkelerin proleteryasını değil sömürgeleştirilmiş halkları işaret ediyordu. Bu sömürgeleştirme bir yandan doğal rezervleri ve pazarıyla toprakların, diğer yandan da emek güçleriyle o topraklar üzerinde yaşayan halkların bedenlerinin sömürgeleştirilmesi biçiminde işliyordu. Bu biçimiyle konum ve kaderleri işçi sınıfınınkiyle birleşen sömürgeleştirilmiş “yerli”, yalnızca köleleştirilen bedeni ile emek gücünü kiralamanın sonuçlarına katlanmıyor, aynı zamanda da kendisinde yüksek ahlakî vasıflar vehmeden sömürgeci beyaz adamın onu sürekli aşağılayan, değersizleştiren, “saf kötü” olarak resmeden ırkçı kibrine de maruz kalıyordu. Fanon’un ifadesiyle: “Sömürgeci, sömürge halkının alanını fiziksel olarak, yani ordu ve polis yardımıyla sınırlamakla tatmin olmaz. Sömürgeci, sömürge talanının totaliter karakterini sanki açıklamak ister gibi sömürge halkını bir tür katmerli kötülüğe dönüştürür… Yerlinin ahlak kurallarına duyarlı olmadığı ilan edilir. Yalnızca değersiz olmakla kalmadığı, aynı zamanda değerleri inkâr ettiği de ilan edilir. Başka deyişle o mutlak kötüdür. Yanına yaklaşan her şeyi yok eden çürütücü bir element, estetik ya da ahlakla ilgili her şeyi biçimsizleştiren yıkıcı bir unsur, uğursuz kör güçlerin bilinçsiz ve çaresiz bir aracıdır.”
Fanon’un bu kült çalışmasının üzerinden geçen yaklaşık 60 yıl içerisinde yeryüzünün ve “lanetliler”in durumunda birçok değişiklik oldu elbet. Başlıca değişim, sömürgeleştirilen halkların bağımsızlık mücadelelerinde başarılı olup kendi ulus-devletlerini inşasıydı. Ancak bu başarı, artık batılı beyaz sömürge valileri tarafından değil de bizzat o halkların fertlerinden oluşan bir yönetici sınıf tarafından ve o sınıfın damgasını taşıyan bir bayrağın altında yönetilmenin dışında lanetlilere yeni bir şey sunmadı.
Sözkonusu yönetici sınıf, kendilerini geçmişte doğrudan sömürge kılan emperyalizm ile uzlaşı içinde işleyen diktatörlükler inşa ederek sermayenin iktidar etrafında kümelenmiş dar bir oligarşi ile emperyalistler arasında paylaşıldığı katmerli bir sömürü çarkını işletmeye devam etti.
Tüm eski sömürgelerde değilse de Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da 2010’lu yılların başı, “kendine ait” yanılsamasıyla cilalanmış bir vatanda yaşama avuntusuyla daha fazla yetinmek istemeyen Arap halklarının yoksulluk, emek sömürüsü ve despotizmin iç içe geçtiği baskı rejimlerine kitlesel olarak başkaldırdığı bir dönem olarak tarihe geçti.
Neoliberal birikim rejiminin bir süredir içinden geçmekte olduğu krizin de ivmelendirdiği bu “Arap baharı” ayaklanmaları, birçok ülkede mevcut dikta yönetiminin devrilmesiyle gerçek anlamda devrimci bir dip dalgası olarak rüştünü ispat etti. Ne var ki bu süreç her yerde yönetim değişikliği başarısını elde edemediği gibi, başarıldığı yerlerde de devrimin başı bir süre sonra ezildi. Bunun anlamı da milyonlarca insan için ağır yıkım, ölüm ve göç oldu.
İşte 2010’lu yılların hemen başlarında şekillenen bu tablo, gerçekten de göçmenleri ve mültecileri günümüzde yeryüzünün lanetlileri kılan süreç olarak okunabilir. Tam da bu dönemde ABD’de seçim propagandasını “Müslümanları sınır dışı etme” gibi “vaatler” üzerine kurmuş Trump gibi ırkçı/islamofobik bir figürü başkanlığa taşıyan sağ popülizm rüzgârı, pek çok yorumcu tarafından büyük ölçüde Afrika, Ortadoğu ve İslam coğrafyası kökenli göçmenlerin yayılımı ile bağlantılandırıldı.
İngiltere’de Brexit olarak adlandırılan AB’den çıkış referandumunda da göçmen karşıtı ırkçılık, yine pek çokları tarafından sonucu şekillendiren birincil faktör olarak yorumlandı. Fransa’da ırkçı Le Pen’i neredeyse başkanlığa taşıyacak yükseliş, Macaristan, Polonya ve Avusturya gibi Orta Avrupa ülkelerinde yine göçmen karşıtı söylemleri öne çıkaran sağ popülist siyasal liderliklerin yükselişi ve daha bir dizi benzer örnek, ülkesinde yaşayamaz hale getirildiği gibi bir de bedeni ve emeği en acımasız biçimde sömürülen ve kimliği nedeniyle aşağılanan göçmenleri yeryüzünün yeni lanetlileri olarak görmek için yeterli veriler oldu.
“Suriyeli sorunu”
Türkiye ise göçmenlik meselesinde çok kilit bir noktada duruyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin 2017 raporuna göre dünyada en çok mülteci barındıran ülke, yaklaşık üç milyon kişi ile Türkiye ve bu mültecilerin büyük çoğunluğunu, en fazla mülteciye kaynaklık eden Suriye’den gelenler oluşturuyor. 2011’den bu yana bu rakamı ortaya çıkaran zorunlu göçler, yaygın (ve fevkalade yanlış) biçimde “Suriyeli sorunu” adı ile Türkiye’de de Batı’dakine benzer bir göçmen karşıtı ırkçılığı güçlü biçimde tetiklemiş durumda. Ama Türkiye’deki durum, bazı farklılıklar barındırıyor.
Bunların başlıcası, Türkiye’deki bu üç milyon insanın resmi olarak mülteci sayılmaması. Mültecilerin Statüsüne İlişkin 1951 Sözleşmesi’ne göre mülteci “ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasî düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen kişi” olarak tanımlanıyor. Türkiye’deki Suriyelilerin durumu bu tanıma uyuyor, ancak Türkiye Avrupa’dan gelenler dışında kimseyi mülteci olarak tanımıyor. Bu da Türkiye’deki Suriyelileri “geçici koruma” adlı, pek çok mültecilik hakkının tanınmadığı belirsiz bir statüye mahkûm ediyor. Erdoğan’ın miting meydanlarında Suriyelileri uluslararası hukukta hiçbir karşılığı olmayan “misafirlerimiz” ifadesiyle anması da bundan.
Yine de Suriyeliler, kendisinden misafirperverliği ile nam salmış bir millet olarak bahsetmekten pek hoşlanan insanların ülkesinde bunu haklı çıkaran bir ihtimam ve ağırlama ile karşılansalardı belki bu sınırlı haklar ve belirsiz statü meselesini önemsemeyebilirlerdi, ama durum böyle değil. Gaziantep, Kilis, Hatay gibi sınır şehirler başta olmak üzere tüm ülkede Suriyelilerin başlarına ilk gelen, kaçak ve sudan ucuz işgücü olarak emek piyasasına sürülmeleri oldu. Kadın ve hatta çocuk olanlarınsa belirli şebekeler tarafından seks işçiliği amacıyla kullanıldıkları, köle pazarı benzeri pazarlar oluşturularak alınıp satıldıkları çeşitli haberlere ve uluslararası kuruluşlarca hazırlanan raporlara yansıdı.
Sonuç olarak Suriyelilerin Türkiye’deki varlığı hak temelinde ve bunun getirdiği terimlerle değil onları kullanışlı bir dış politika malzemesi kılmaya elverişli hayırseverlik terimleriyle konuşulunca, bulundukları her yerde ırkçı saldırıların hedefi kılınmaları fazla gecikmedi. Kimi zaman kendiliğinden, ama çoğu kez örgütlü faşist saldırılar, bir yanda devletin diğer yanda da bu saldırıları olağan şüpheli göçmenlerle “halk” arasında “tehlikeli gerginlik” diye sunan medyanın açtığı alan sayesinde günden güne arttı. Suriyelilerin devamlı suç işlediği, kadınları taciz ettikleri, sınavsız üniversite eğitimi ve yüklü devlet yardımı aldıkları veya ucuza çalışıp işlerimizi elimizden aldıklarından başlayıp pis oldukları, zaten geçmişte “arkamızdan hançerledikleri” veya hepsinin cihatçı teröristler olduğu biçimindeki ırkçı klişelere varana kadar her tür melanet Suriyelilerin hanesine yazılarak sistematik ırkçı saldırılar meşrulaştırılmaya çalışıldı.
“Ülkesinde Suriyeli istemeyenler” koalisyonu
Türkiye’de yaşanan durumu Batı’dan farklılaştıran diğer bir noktayı da vurgulamak gerek. Batıda göçmen (ve Müslüman) karşıtlığı temelinde yükselen ırkçılık, tartışmaya kapalı biçimde ırkçı sağ siyasî parti ve oluşumlar tarafından yükseltilmeye çalışılır, ama sokak dahil olmak üzere her yerde karşısında ırkçılık karşıtı sol siyasî yapıları bulur ve merkez sol kitle partileri de bu ırkçılık karşıtı duyarlılığı taşır. Türkiye’de ise Suriyeli karşıtı ırkçılık salt faşist yapılanmalarda değil başta CHP olmak üzere kendisini solda tanımlayan kimi parti ve çevrelerde de kolaylıkla müşteri bulabiliyor. Tıpkı Kürt düşmanlığı veya soykırım inkârcılığında olduğu gibi “ülkesinde Suriyeli istemeyenler” koalisyonu kurulduğu anda CHP’liler ve onun ideolojik nüfuz alanındaki benzer yapılardan insanlar hemen orada bitiveriyor.
Referandum öncesi sürecin Suriyeli göçmenlere solun bu kesiminin bakış açısı bakımından net bir katalizör olduğu söylenebilir. Referandumun olası iki sonucunun birbirine hayli yakın olduğunun görünmesi, “Hayır” sonucu için çalışan bu kesimin bir yandan Suriyelilere “Evet” yönünde oy kullandırılacağı, diğer yandan da “Evet” sonucu çıkması halinde Suriyelilere vatandaşlık hakkı tanınacağı yönünde iki ırkçı argümanın güçlü biçimde dolaşıma sokulmasına yol açtı.
Suriyelileri “Kusura bakma diyerek geri göndereceklerini” çok önceden söyleyen Kılıçdaroğlu, referandum öncesi kritik üç ay içerisinde çeşitli yerlerde “bizim çocuklarımız onların ülkesi için savaşırken İstanbul’da para istifleyen”, “eczaneye hastaneye gidip para ödemeyen”, “dükkân açıp vergi vermeyen” Suriyelilerin vatandaşlığını referanduma götürmeyi teklif etti. Tuhaf bir takıntıyla kendisine ısrarla sol demekten vazgeçmeyen CHP, göçmen karşıtı ırkçılığın en bildik klişelerinin arka arkaya kullanıp toplumu Suriyeli göçmenler ile korkutarak saflarına güç devşirmeyi amaçladı.
Kullanılan argümanların hemen tamamının maddî temelden yoksun olması bir yana, kendisini solda tanımlayan herkesin bu söylemler bütününe derinlemesine sinmiş ırkçılığı derhal teşhis etmesi ve bununla ortaklık etmek bir yana, en tavizsiz biçimde mücadele etmek gerektiğini bilmesi gerekir. Öncelikle göçmenleri açık ve yüz kızartıcı biçimde AB ile pazarlıklarda kullanılan bir koz, apaçık birer rehine olarak kullanan iktidar, hiçbir zaman Suriyelilerin tamamına verilecek bir vatandaşlıktan söz etmemiş, kendi sınıf konumuna uygun biçimde içlerinden bir tür “kalite testi” ile seçeceği sınırlı bir kesimin bu haktan yararlanacağını söylemişti. İnsanî değeri işe yararlığa indirgeyen bu piyasacı aklı mahkûm edip tüm Suriyelilere temel haklarının tanınmasını talep etmek solun/sosyalistlerin görevi, bu iktidar söylemi içerisinden “vatandaşlık vereceğiz”i cımbızlayıp Suriyelilere saldırı vesilesi kılmak ise ırkçıların işidir.
Vatanın “öz evlatları”
Dünyanın hemen her yerinde göçmenlerin ve mültecilerin, onların hak ve hukukunu daha çok gözeten sol partilere yöneldikleri bilgisi, bizim için bir anlam ifade etmelidir. Bunun yerine oy kullanmaları halinde Suriyelilere iktidara payanda olacak asalaklar topluluğu olarak bakmak da doğrudan ırkçı/milliyetçi önyargıların tezahürüdür. Benzer biçimde sosyalistlerce bizzat sorunlaştırılması gereken vatandaşlığı, sınırlarla çevrili bir “vatan”ın aslî unsurlarına tanınmış özel ve korunması gereken bir mülk olarak tasarlayıp sınırları bu şekilde kutsamak ve ulusal ailenin dışında saydığı için göçmenlerden kıskançlıkla sakınmak da aynı cümledendir. Sınırların, sınırlar içerisinde tanımlanmış bir “vatan”ın ve o vatanın “öz evlatları”nın yüceltilip kutsanması ve böylelikle farklı ezilen sınıf katmanlarınınmilliyetçi bir kimlikler hiyerarşisi çerçevesinde birbirinin karşısına dikilmesi, bu sayede o sınırlardan hiç etkilenmeyen sermaye düzeninin ve en çok ezilenleri kıran savaş siyasetinin sürgit devam etmesini sağlayan egemen sınıf ideolojisinin yansımasıdır. Sermayenin vatanı yoksa, işçi sınıfının ve ezilenlerin de vatanı, bekçiliği yapılacak kutsal sınırları yoktur.
Tam da bu bağlamda ve özellikle sosyalist hareketler açısından önemli olan, vatandaşlık bir yana mülteciliği de tanımayarak oy deposu değil ama en güvencesiz biçimiyle yedek işgücü deposu kılınan Suriyelilerin büyük kısmının açık bir biçimde Türkiye’de işçi sınıfının (geçici veya kalıcı) parçası olması hakikatidir. Bu hakikat, sosyalistlerin Suriyeli göçmenlere merhametle yaklaşılması gereken edilgin bir yardıma muhtaçlar topluluğu olarak değil, aktif eyleme kapasitesine sahip ve sınıf dayanışması içerisinde yan yana olunması gereken mücadele arkadaşları olarak yaklaşmayı gerektirir. Bunun önkoşulu, onlarla bir eşitler ilişkisi içerisinde konuşmak, gerçek anlamda temas etmek ve birleşik yapılar içerisinde örgütlenmektir.